Kitâbe-i Seng-i Mezârım
Bi r zemân olsun bana seng-i mezârım tercemân, Ben yoruldum söylemekten tercemânım söylesin… Muallim Nâci’nin bu beytine rastlayınca nasıl da boğazımda çözülmez düğümlerle, öylece kalmıştım? Henüz şakaklarıma ve sakallarıma ömrün nihai kışını haber veren beyazlar düşmemiş ve mütebessim çehreme hakikat ile karşılaşmaktan doğan o kesif ciddiyet çökmemişti. Meçhul bir zamandı anlayacağınız. Her ne kadar o meçhul zamanlarda ömrün nihai kışından bîhaber olsam da, mutlak sonumu hissederek, halime tercüman olacak bir kitâbe-i seng-i mezârım olmasını diler; kış mevsimlerinin karanlık sabahlarında, eski mabetlerin mermer taşlarında, şehrin güvercinlerle dolu meydanlarında, o meydanlardan geçip, odamın manzarasını teşkil ederek sivri dallarıyla bulutlara uzanan ağaçların kuru dallarında, zaman vâki olduğunda, bir solgun yaprak misali bırakılacağım yumuşak toprağın başında yükselecek o kutlu abidenin, garip hece taşımın üzerinde yazacak ibareyi arar, bulamazdım. Yanlış yerde mi arardım, y