Kayıtlar

Eski Defterler: 2016 - 2020

Yazıp yazıp sildiğim ya da hiç acımadan yırtıp attığım şeylere yazıklanıyorum. Onları bir çırpıda geri getirip şimdiki gözlerimle okuyabilsem ya!  Yine de bir köşede, kalın kapaklı not defterlerimde kalanlar var, hatırlıyorum. Hafta sonunun öğlen sıkıntısıyla elim gidiveriyor onlara. Kimi zaman nedendir bilinmez, upuzun bir çizgi halini alacak kadar özensiz yazımdan neler seçiyorum neler...  İlk defteri açıyorum. 2016 ile 2020 yılları arasında yazdıklarım bunlar.  2016'nın on beş Haziran'ında şöyle yazmışım: " Uzaklardan şehrin sesi duyuluyor. Bir yerlerde, gökyüzünden boşalan bir uğultu gibidir aslında yaşamak. Öyle içten, öyle şiddetli lâkin beyhude. Şiddetli bir yağmurun telaşından yeni çıktık. Karanlık havalarda, kimsesiz odalarda kurduğumuz hayaller öylece kaldı yine.  Bir yerlerde alkışlar koptu.  B irileri, bir yerlerde hakiki bir yaşama kavuşmuş olmalı. Birileri bunu başarmış olmalı.  Ondan olmalı bu alkışlar...  Babam hastanedeydi.  Bir merhamet duygusuyla ürperem

Bir Romanın Başlangıcı

Aklıma her geldiğinde beni kendi içimde büyüttüğüm ıssız okyanusumdan, nostaljinin kurak kıyılarına çeken o günler... Takriben beş yıl evvel, kirlenmemiş dimağım ve henüz gerçeklerin demirden çarklarına kurban etmemiş olduğum incecik hislerimle o eski ilkokulun hemen yanından  kıvrılan yokuşu ağır adımlarla tırmanıyorum. Dilimde şimdilerde hangisi olduğunu çıkaramasam da bir şarkı var, eminim. Söyleyip duruyorum. O günlerde hayatın -daha şeffaf mı desem- bir başka hali tutuyor beni. Hüzünlü, loş, eskiye dönük ama asla eski değil. Bu hal ıtırlı bir efsun gibi göğsümün ortasında tütedursun, beni şimdilerde zehirli bir sarmaşık misali çepeçevre sarmış olan ve içinde teslimiyetle birlikte umursamazlığı da taşıyan bir fikrin ilk tohumu o zaman düşüyor içime: " Bir romanda gibiyim! " Ağır adımlarım da, şarkım da kayboluyor sonra... Bir zaman sonra bir dostumla hasbihal ederken mi konusu geçiyor, yoksa her gece gelip de mutantan bir vaziyette yerini alan kendi uyku öncesi muhasebele

Postmodern Dandycilik

Pencerelerdeki iri taneli, cüretkar yağmurun sesiyle uyandığımda zihnimde sanki bir çıkış yolu arayarak dönüp duran o kelimeyi fark ediyorum: " Dandy "! Baudelaire'in "Kötülük Çiçekleri"ni bitireli birkaç gün oldu olmadı, oradan içime sızan bu kelime çoktan zihnimin içini keşfetmiş ve şimdi kendisine adeta yeni kurbanlar aramak için düşüncelerimden kurduğum duvarlara çarpa çarpa benden kurtulmak istiyor. Onu yağmurun sesiyle birlikte zihnimde kıvrandıran sabırsızlığın kaynağı nedir? Uykunun o her türlü huzurun katıksız yaşandığı tepkisizliği mi, yoksa yağmurun pencerelerdeki telaşı mı? İnsan zihninin kuytularından ve nedenselliğin çıkmazlarından yakamı kurtarıp, günün ilk kahvesiyle pencere kenarındaki masamın başına oturuyorum. Düşünmem gereken başka bir şey kıskıvrak yakalıyor beni... "Kötülük Çiçekleri"nden* zihnime süzülen " Dandy " mefhumu nedir ne değildir şöyle bir bakıyorum... Temiz bir belagat ve özenli bir giyim kuşamın eşlik ettiği

Yağmursuz Baharlardı Onlar!

Resim
Yeşile doymak mümkün bu mevsimde! Bahar... Ellerim çenemde, yağmurlu bir haftaya girdiğimizi hararetle haber veren TV'ye gözümün ucuyla baktıktan sonra, yeniden bahçemde büyüyen ve bütün bir yaz boyunca büyüyecek olan, yeşilin her tonunu kendisinde koca bir kış boyunca saklamış ve zamanı geldiğinde pervasızca ifşa etmiş ağaçlara bakıyorum. Evet, az önce TV'de de söylediği gibi yağmurlu bir haftaya girdiğimizi, dolgun ve karanlık bulutların ardından yalnızca mahcup bir aydınlık olarak görünen akşam güneşiyle anlıyorum. Nisan yağmurları gecikti... Bunu düşünürken, yeşilin her tonunun ancak sonunda bulunan, koyu, ancak tabutun başına serilen o kalın ve sırmalı örtüler kadar koyu bir yeşilliğe dalıp gidiyor gözlerim. Penceremin kenarında, bilmem kaç bahar önce kesilmiş bir ceviz ağacının toprakta bırakılmış köklerinden fışkıran, geniş ve diri yapraklar... Selimcan Yelseli, 2020 Bu yapraklar, yağmur bulutlarıyla kararan bir akşamın içinde siyaha yakın, acı, çamurlu, zehir gibi bir s

Higgs Bozonu ve Çocuk Sezgimizdeki Masumiyet

Resim
Selimcan Yelseli / Temmuz - 2020 / Uludağ Çocuk sezgimin beyaz yüzüme hediyesi masumiyet, sarı saçlarımın akşam güneşlerinde yüzdüğü o demler, yani büsbütün, eski bir sandıktan çıkarıp her gün tesellime özenle astığım çocukluğum… Bahçesindeki ihtiyar ceviz ağacının, sarı bir ikindi hüznünü gölge gölge böldüğü evimizin geniş salonunda, her saat başını ihtar ederek zamanı örmekteydi o eski duvar saati. Yusufçukların dolanık raksıydı uyuyup uyanışlarım. Sualler ise en yalnız, en dermansız anlarımı kollardı.  Pencereden karanlık bahçeye karışan akneli, genç yüzüm… Haftada iki sefer edebiyat, yalnız bir Cuma hoşluğu olarak da felsefe dersi heyecanlarım… Okul çıkışı kükürt kokulu otobüs bekleyişlerim. Bilgisayar ekranından izlediğim şartlı dizgeler, kodlar… Arada bir, başımı alıp da nereye gideceğimi bilmediğim kararsız gezilerin soğuk ve yalnızlık üzerine kurulmuş garip diyalektiği… Hiç unutmam, bir sabah yine böyle bir gezi için evden çıkmış, Bursa surlarına tırmanmış, şehre yukarıdan

Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri Furyası

Hatırlıyorum da, ilkokulda kalem tutmayı öğreten öğretmenlerimiz ve o zamanlar kalem tutmanın maharetini henüz kavramaktan aciz minik, acemi ve titrek ellerimiz, ne büyük bir uğraşın manzarasını ortaya koyardı. Kalemin kağıda nasıl değmesi gerektiği hakkında uzun uğraşlar meyvelerini verdi elbet. Bu meyveler talebelik yıllarının her safhasında pek tabî işe de yaradı... İmtihan kağıtlarında, çalışılmamış bir dersin sorularına verilecek dolaylı cevaplardan, çizgili defterlere itinayla yazılan ödevlere sürüp gitti bu hak edilen kazancın yararı. Yazdık, çizdik. Notlar aldık, notlar verdik... Ama kalemin kağıda nasıl değmesi gerektiği öğretildikten sonra ne olması gerektiği, hudutları belli bir müfredat dışında pek söylenmedi. Ne olacağını, kalemin kağıda değdikten sonrasıyla ilgilenen, yani kalemini, bir ruh meselesi olarak kağıdın beyaz sathına değdirenler; kendi hisleri, kendi emekleri ve kendi cümleleri ile bizzat ve dolaysız tecrübe etti. Kalemi kağıda değdirdik ve bu büyülü buluşmada

Tekno-Kültürel Emperyalizme Karşı Kültür Savaşı

Resim
Çok değil daha geçen kış, çatılardan uzanan buz saçaklarının sarı bir aydınlıkla damla damla eridiği bir sabah evimden çıkıyorum... Kendi muhitimden ayrılmadan, aylardır boş olduğunu bildiğim o ufak dükkana takılıyor gözlerim. Kapısı açık… O da ne? Gölgeli bir aydınlık içinde kule kule yükselen kitaplar! Bu fırsatı kaçırmam, iki adımda kapısındayım dükkanın… Yavaşça içeri süzülüyorum… Dükkan sahibiyle göz göze geliyor ve kendimi etrafımda yükselen kitaptan kulelerin sarhoşluğuna bırakmadan evvel yarım bir tebessümle “ Hayırlı olsun ” diyorum, teşekkür ediyor. Muhitimde bir sahaf açıldığına içten içe seviniyorum. Dükkan sahibi ne aradığımı bilmeden, sabahın erken saatinde dükkanını dolaşmama hayret ediyor mu, bilmem… Ama ben sabahın o saatinde, kağıttan kulelerin arasında bulduğum bir kitaba hayret etmekten kendimi alamıyorum… Kitap kulelerinden birinin en üstünde bulunan bir kitabın, lacivert, mavi ve açık mavi renklerinden müteşekkil kapağının en üstünde, yani lacivert kısmında, bir

Şekilcilik, Kabuk ve Öz

Resim
Sanıyorum toplumsal yapımıza ait en esaslı tespitlerden birini " Ulusal Kültür Savaşı " adlı eserinde Attilâ İlhan yapmıştır:  " .... bizim 'ilericimiz' de, muhafazakârımız da şekilcidir; değerlendirmeyi metoda göre yapmaz, tavra göre yapar... " * Bu tespiti bir misale kavuşturmadan ve kimi zaman kendimizin de düştüğü yanlışı farkındalığımızın derinliklerinden çıkarmadan önce kavramları bizzat İlhan'ın eserinde kullandığı gibi hiç değiştirmeden kullanacağımı söylemek isterim. Şüphesiz İlhan da bu kavramları seçerken, bu kavramların ihtiva ettiği başka kavramların farkındaydı. Meselenin özü, " ilerici " ve " muhafazakâr " kavramlarının yalnızca kendi hüviyetlerinde değil, bize hatırlattıklarında gizliydi aslında. Toplum içinde gündelik yaşamda -hala bir ideoloji kavramından söz edebilirsek eğer- ideolojik kutbu ne olursa olsun tavrı, düşüncesi yahut kılık kıyafeti biraz alıştığımızın dışında birine rastgelsek onu incelemekten ve hatta

Kara Safra

Resim
Wojciech Weiss / Melancholic 1898 / National Museum Kraków Kimine tatlı bir uyku, kimine mecburi ve buruk bir mesai, kimine haz, kimine acı olan bu saatlerde, yani yağmur bulutlarının ağırlığı ile donup kalan bu gecede beni çocukluk yıllarıma götüren şey, karnımla göğsüm arasında yükselmeyi bekleyen soğuk ve simsiyah bir sıvının amansız bir boşluk hissiyle boğazımda düğümlenmesiydi... İlkokuldaydım. Bir bahar günüydü. Daha ilk ders başlamadan yoklama listesinde o gün nöbetçi olması gereken kişinin okula gelmemiş olduğunu ve okul nöbetçiliği sırasının diğer üç sınıf arkadaşımla beraber bana geçtiğini öğrenmiştim. Diğer arkadaşların yanında bu beklenmedik haberin içimde yarattığı tedirginlik ile müdür muavininin odasına süzüldüm. Kara bıyıklarıyla gölgelenmiş dudaklarını işgüzar bir tavırla bükerek bir arkadaşımı dış kapıda, diğer arkadaşımı okul binasının girişinde ve beni de sınıfların bulunduğu üst katta görevlendirdi müdür muavini. Tavrı sert ve keskindi. Odadan çıktık. Ben  sessizce

İçimizdeki Eylül

Güneşsiz ve solgun çehresiyle yağmur bekleyen bir öğle vakti, şehrin kuytularında, ellerim ceplerimde, başım önümde yürüyorum. Yağmur yerine, uzaklardan, belki bir kaç mahalle öteden kesik kesik duyduğum simitçi ve eskici sesleri yağıyor üzerime. Az ileride, çöpçülerin kaldırımın kenarına süpürdükleri bir yığın sararmış yaprağa takılıyor gözlerim. Hatırlarım, çocukken annemin elini bırakır, o zamanlar da kaldırımların kenarına süpürülen bu yaprakların üstünde büyük bir sevinçle koşardım. Çıtır çıtır kırılan yaprakların çıkardığı sesler beni daha da kamçılar, hatta çocukluk heyecanıyla kendimi kaybederdim.  O zamanlar bu yaprakların, tüm yaz boyunca açtıkları dallarda esnek, geniş ve hayat dolu gövdelerine güneşler topladıklarını, Eylül ayı geldiğindeyse serin rüzgarlarla dallarından koparak, birer kıvılcım gibi uçuşup düştüklerini ve ardından bir süpürge marifetiyle kaldırım kenarlarına süpürüldüklerini düşünmüyordum. Netice, yani yaprakların üzerinde deliler gibi koşturma hürriyetine

Yarım Kalacak Şeyler

Uzun sürmedi, otomobil iddialı bir manevra ile döndü sokağa doğru. Sen devasa gözlerinle bana baktın. Tebessümün yarım kalmak üzereydi. Yarım kalacak şeylere öykünüyordu senin yüzün.  Dudaklarımda acıyan tütün, buruk bir tadı çağırıyordu dilim. Üzerimde kürklü, haki yeşil ceketim vardı. Küfür gibi esebilirdim şehrin üzerinde. Mesela bu şehrin mimari bir döngüsü vardı. O çarşıdan, demircilerden sıçrayan kıvılcım, bu şehri koyu bir dumana boğuyordu her seferinde... Eski fotoğraflarından görüyorduk bu döngüyü. Bir var olan, bir yok oluyordu. Yıkılan, yanan bir evin yerinde başka bir ev, başka bir şey yapılıyordu hemen. Ben de tıpkı uğursuz bir söz gibi bir var, bir yok olacaktım işte... Telafi imkanını kullanacaktı benden sonra kalanlar. Uğursuz bir söz gibi olmamı, “hoş görme” ve “affetme” erdemleriyle unutturmaya çalışacaklardı bu şehre. Yarım kalacak şeylere öykünüyordu yüzün. Etrafımızdaki masalarda kahkaha ve aşk büyütüyordu gençler... Artık pek de temiz olmayan kahverengi tabakamdan

Selimcan Yelseli

NON FVI, FVI, NON SVM, NON CVRO.