Roman Kahramanları Dergisi

 

Roman Kahramanları dergisinin 

2023 / Temmuz – Eylül  tarihli 55. sayısının 

191-197  sayfalarında yayınlanmıştır.

 

FELSEFÎ BİR DÜŞÜNCE OLARAK İNTİHAR KAVRAMININ SANATA YANSIMASI: HENRY WALLİS’İN “CHATTERTON’UN ÖLÜMÜ” TABLOSU ÖRNEĞİ

 

Selimcan Yelseli

 

Henry Wallis, The Death of Chatterton, 1856, tuval üzerine yağlıboya, 62 x 93 cm. (Tate Britain, Londra)

İnsanlık tarihi boyunca “ölüm” kavramı, insanlığın; dinî, sosyal, kültürel ve sanatsal faaliyetlerinde belirleyici bir rol oynamış, sosyal bilimler dâhilinde; felsefe, psikoloji, sosyoloji ve sanat tarihi gibi disiplinlerde sıkça irdelenmiştir. Sanat tarihi açısından, insanın yaratıcılık ve soyut idraki ile sıkı sıkıya bir ilişki içinde olan “ölüm” kavramı, estetik bir mesele olarak da birçok çalışmada ortaya konulmuştur.

Sanat ve yaratıcılık kavramları, insanın ölüm ile kurduğu ilişki ekseninde ortaya çıkmış ve sanat için “ölüm” kavramı önemini her daim muhafaza etmiştir. Günümüz dünyasında, özellikle modernite bağlamında, “ölü” ve “ölüm” kavramları tamamen dışlanmakta, ölüler şehir dışına, gündelik yaşam ve gözden uzak yerlere taşınırken, ölüm de gerçek ve güncel yaşamdan silinmeye çalışılmaktadır (Baudrillard, 2021: 239). Oysa insanlık tarihi aynı zamanda ölümün de tarihidir. Ölümü imgesel olarak irdelemenin tarihi, insanın tutarlı bir bilince ulaşmasından sonra gerçekleşmiştir. İmge üretimi, ölü ile –cesetle- başlayan ikiz bir üretimdir (Sayın, 2018: 10).

Sanat tarihi disiplininde “ölüm” kavramını belli bir gerçekçilik anlayışı ile ortaya koyan akımlardan biri Ön-Rafaelloculuk akımıdır. 1848 yılında İngiltere’de Kraliyet Akademisi öğrencisi olan William Holman Hunt (1827-1910), John Everett Millais (1829-1896) ve Dante Gabriel Rossetti (1828-1882) tarafından kurulan ve 1848-1854 yılları arasında faaliyet gösteren Ön Raffaelloculuk akımı, İngiltere Kraliyet Akademisinin geleneksel kurallarının aksine, sanatın bir tür ahlaki amaca hizmet etmesi gerektiğini savunmuştur. Ön-Rafaelloculular, eserleri için seçtikleri konular ve bu konuları izleyiciye aktarma konusunda kullandıkları sembolizm ile 19. yüzyılın sanat dünyasına yeni bir akım olarak tesir etmişlerdir. Ön-Raffaellocular kendilerini Rönesans öncesi dönemin sanat anlayışında bulmakta ve yaşadıkları çağa ilişkin gözlemlerini, Rönesans öncesi dönemin tekniği ile ifade etmeyi amaçlamaktadırlar. Grubun amacı, ciddi ve önemli konular hakkında resim yapmak, bu resimleri yaparken figür ve nesneleri doğrudan doğadan çalışmak ve seçilen konuyu en gerçekçi şekilde verebilmektir (Yaşdağ, 2017).

Ön Raffaelloculuk akımını benimsemiş ressamlardan olan Henry Wallis, 21 Şubat 1830 tarihinde Londra'da doğmuştur. Babasının adı ve mesleği bilinmemektedir. 1845 yılında annesi Mary Anne Thomas, mimar Andrew Wallis ile evlendiğinde, Henry üvey babasının soyadını almıştır. Henry Wallis’in sanat eğitimi oldukça başarılı bir şekilde ilerlemiş ve 1848 tarihinde Resim Okulu'na kaydolmuştur. Ayrıca 1849 ve 1853 yılları arasında, Paris'te Charles Gleyre'nin atölyesinde ve Academie des Beaux Arts'ta da eğitim görmüştür. Kariyerinin ilerleyen yıllarında suluboya tekniğinde çalışan Wallis, 1878 yılında Kraliyet Suluboya Derneği üyesi seçilmiş ve dernekte seksenden fazla suluboya çalışmasını sergilemiştir. 20 Aralık 1916'da Walpole Road'da neredeyse kör olarak vefat etmiştir (Url-1).

Henry Wallis’in “Chatterton’ın Ölümü” adlı tablosunda, Ön- Raffaelloculuk akımına dair en belirgin özellikleri görmek mümkündür. Wallis’in “intihar” kavramı bağlamında toplumsal gerçeklik açısından ciddi ve önemli konulardan birini seçmiş olması, yine figür ve nesneleri, mekân ve zaman açısından gerçekçi bir şekilde ele alması, Ön- Raffaelloculuk akımının önemli özelliklerindendir. “Chatterton’ın Ölümü” tablosuna konu olan genç şair Thomas Chatterton 20 Kasım 1752 tarihinde Bristol’de doğmuştur. Chatterton’ın babası evlerinin yakınındaki St. Redcliffe kilisesinin koro şefi iken Chatterton doğmadan 3 ay önce vefat etmiştir. Chatterton, beş yaşında “Pile Street” okuluna kaydedilmiş ve öğretmeni tarafından eğitim için yetersiz olduğu öne sürülerek geri gönderilmiştir. St Mary Redcliffe kilisesinin arşivinde bulunan bazı el yazmalarıyla daha yedi yaşındayken tanışan Chatterton, bu el yazmalarıyla hayal gücünü keşfetmeye başlamıştır. Bu el yazmaları sayesinde antik çağlara duyduğu merak ilhamını beslemiş ve ilk şiirini 12 yaşında yazmıştır. Daha çocuk yaştayken şöhret arzusu ve melankolik karakteriyle etrafının dikkatini çeken Chatterton, 15 yaşına geldiğinde “Thomas Rowley” mahlasıyla “Rowley Dizisi” adıyla bilinen ilk eserini yazmıştır. Thomas Chatterton çok iyi öğrendiği 15. yüzyıl İngilizcesini kullanarak arkaik bir dille çeşitli şiirler yazmaya başlamıştır ve “alegorik” olarak kullandığı Thomas Rowley adıyla, aynı adlı bir ortaçağ keşişinin geçmişte gerçekten yaşadığına ve bu şiirlerin onun el yazmaları olduğuna kendi çağındaki edebî çevreleri inandırmıştır. Chatterton 17 yaşındayken Londra’ya taşınmıştır. Şiirlerini çeşitli yayıncılara götürmüş ama hedeflediği edebî üne kavuşamamıştır. Kısa bir süre akrabalarının yanında kaldıktan sonra 1770 yılının Mayıs ayında Holborn semti, Brooke Sokağındaki minik bir çatı katına yerleşmiş ve birkaç ay içinde derin bir yalnızlıkla ve kavuşamadığı edebi şöhretin hayal kırıklığıyla melankoliye kapılıp, 24 Ağustos 1770 tarihinde, 17 yaşındayken arsenik içerek yaşamına son vermiştir. İntiharı sonrası odasında, tıpkı Henry Wallis’in “Chatterton’ın Ölümü” tablosunda resmettiği gibi, üstünde kendi el yazısıyla şiirleri bulunan yırtılmış kâğıt parçaları bulunmuş ve vefatından sonra doğduğu evin tam karşısında bir anıt inşa edilmiştir (Cottle, 1963).

Henry Wallis’in, “Chatterton’ın Ölümü” adlı tablosu kompozisyon açısından genel hatlarıyla, yatakta hareketsiz bir şekilde uzanmış, başı ve sağ kolu yatağın kenarından sarkmış, bilinçsizce uzanan bir figür ve gündelik yaşama ait eşyalarla dolu olan bir çatı katını göstermektedir. Figürün yaşadığı dönemin modasını yansıtan pantolonunun canlı rengi ve kızıl saçları, tabloya ilk bakışta dikkat çekmektedir. Figürün beyaz gömleği, çorapları, koyu arka plana karşı onu tüm hatlarıyla meydana çıkartmak için özenle tasarlanmış bir şekildedir. İzleyici, ortada uzanmış figüre, sahneye altından geçerek adım atabileceği bir kemer etkisi yaratan yarım bir çerçevenin içinden bakar. Bu kemerden doğan derinlik etkisi, resmin üst kısmına konumlandırılmış pencereye kadar sürer. Figür, tablonun orta kısmında gövdesi hafifçe bizlere dönük olarak uzanmıştır. Uzandığı yatak ve yatağın yaslandığı duvarın üzerinde bulunan pencere detayıyla perspektif, doğrusal olarak derinlik kazanmaktadır. Perspektifteki derinliğin pencere ve penceredeki saksı detayıyla işlenmesi ve yine dışarıdan gelen ışığın pencerenin nişinde yarattığı derinlik ve figüre yansıyan ışık-gölge etkisi (chiaroscuro), sahnenin karanlık atmosferine hareket katmıştır diyebiliriz. Figürün, tablonun asıl hikâyesini oluşturan kompozisyona göre intiharı gerçekleştirdiği odada, ayakucunda gündelik hayatta kullandığı eşyalar, bir köşeye özensizce atılmış ceketi, başucunda bir sandık içerisinde bulunan yırtılmış kâğıtlar ve yerde intihar eylemini gerçekleştirdiği arsenik şişesinin bulunması, sahneye, nevrotik bir kriz anından sonra gerçekleşen intihar eyleminin gergin atmosferini vermektedir. Sahne, çatı katında gerçekçi bir şekilde kurgulandığı için, dar bir mekân içinde konumlandırılmış nesneler, sahne içinde bir bütünlük oluşturmaktadır. Yanı başındaki sandığın içindeki şiirlerini yırtmış, ayakucundaki masada gördüğümüz şamdandaki mum bitmiştir. Bu detaylardan anlaşıldığına göre Chatterton bütün gece mum ışığında şiirlerini okumuş,  sonra şiirlerini yırtmış ve zehri içerek intihar etmiştir. Sabah olduğunda artık ölüdür. Resmin genel ritmi, orta kısımda uzanmış figürün, belki de ölmeden önce son halini alan vücut kıvrımlarından doğmaktadır. Figürün hafifçe kıvrılmış sağ dizi ve yere sarkmış sağ kolu birbirlerine paralel şekilde konumlandırılmıştır. Figürün uzandığı yataktan aşağıya sarkan sağ kolu ve sağ elinin avucunda sıkıca tuttuğu kâğıt parçaları resme detaylı bakıldığında sahnede tamamlanmamış bir hareket istencinin olduğunu vurguluyor gibidir.

19. yüzyılda sanat eserlerinde görülen, intiharın idealize edilmesi, intihar kavramının bu yüzyılda yücelmesine sebep olmuştur. Dönemin intihar konulu resimlerinde bu kavrama farklı iki bakış açısıyla yaklaşılmaktadır. Bu bakış açılarından biri, intiharı "romantik bir eylem" olarak ele almaktadır. Bunun en güzel örneklerinden biri Henry Wallis'in “Chatterton’ın Ölümü” tablosudur. Genç şair Thomas Chatterton’ın ölümü bu tabloda idealize edilmiştir. Öteki bakış açısı ise intiharı yalnızca bir eylem olarak gösteren Manet'nin “İntihar” adlı resminde karşımıza çıkar (Özer, 2018).

“Chatterton’ın Ölümü” tablosunda, yatağın bir kenarından istemsizce başı sarkan Chatterton’ın yüzünde oluşmaya başlayan morluk, ressamın figürü gerçekçi bir şekilde resmetme kaygısıyla bu detayı da düşündüğünü göstermektedir. Tıpkı bir aziz gibi betimlenen Chatterton’ın, ölümünün arka planındaki nedenler döneminde çokça tartışılmış, ekonomik çıkmaz ve toplumsal dışlanmışlık ihtimalleri üzerinde durulmuştur. “Chatterton’ın Ölümü” tablosunda, ölüme dair beslenen menfur bir görünüşten ziyade son derece romantik bir ölüm vardır. Ceset adeta uyuyor gibidir. Gövdenin kendisini istemsizce, “esrik” bir şekilde bırakışı, kolun aşağı sarkması az önce intihar etmiş genç şair Chatterton’a uhrevi ve adeta “epik” bir kahramanlık görüntüsü kazandırmıştır.

Yaşamındaki imkânsızlıklar sebebiyle kendisini öldürmüş olan Chatterton’ın talihsiz yazgısı ve intiharı ile birlikte bir şair oluşuna dair detaylar Wallis tarafından başarılı bir şekilde yansıtılmıştır. “Chatterton’ın Ölümü” tablosunun yapıldığı 19. yüzyılda yaşamış Alman filozof Karl Rosenkranz (1805-1879) ölümün estetize edilmesinden “Çirkinin Estetiği” adlı eserinde şöyle bahsetmiştir:


“Cansız olan bu şekliyle herhangi bir biçimde henüz çirkin sayılamaz, evet hatta ölüm beraberinde insanın mizacının güzelleşmesini bile getirebilir. Acının oluşturduğu çizgiler, yol açtığı yaralar, savaşın ve mücadelenin yaraları arasından ölü-cansız bedenin yüzünde çocuksu hatları son bir kez gülümser gibidir bize doğru. Ölmek, hatta ölü haline geçiş bile aslında mutlaka çirkin bir şey değildir (Rosenkranz, 2018: 259)”.


Henry Wallis’in “Chatterton’ın Ölümü” tablosunu yaptığu 19. yüzyılda psikoloji biliminin felsefeden bağımsız bir şekilde gelişmesi ve bu eksende, ilerleyen yıllarda gelişen psikanaliz teknikleri ile insanın bilinçaltına duyulan ilgi, intihar kavramını da üzerinde daha sık durulan bir mesele haline getirmiştir. Psikanaliz tekniğini psikoloji bilimine kazandıran Sigmund Freud (1856-1939), intihar kavramını; “kişinin kendi kendine yönelttiği saldırganlık” olarak ifade etmektedir. Freud bu tanımı ölüm içgüdüsü ile açıklamaktadır. Freud'a göre intihar, ölüm içgüdüsünün etkinlik kazanarak kişinin kendi üzerine çevrilmesidir (Bulut, Küçüker ve N. Bulut, 2012).

Varoluşçu felsefenin 19. Yüzyılda Søren Kierkegaard (1813-1855) ile başlaması ve felsefe bağlamında düşüncelerin, ortaya çıktıkları dönemin sosyal, siyasal, ekonomik ve düşünsel olanı yansıtma özelliği, “Chatteton’ın Ölümü” tablosunun yapıldığı dönemin de 19. Yüzyıl olduğu göz önünde bulundurulduğunda konumuz açısından oldukça mühimdir. Varoluşçu felsefenin 19. yüzyılda ortaya çıkmasında, o yüzyıla ait değişim ve dönüşümler etkili olmuştur (Karakaya, 2020). Søren Kierkegaard, varoluşçu felsefe ile her daim organik bir ilişkisi olan; din, yaşamın anlamı, ironi, umutsuzluk, yazgı ve karamsarlık üzerine yazdığı eserlerinde antinomik bir metot izlemiştir (Alpyağıl, 2013). Ressam Henry Wallis’in, Kierkegaard ile aynı dönemde, 19. yüzyılda yaşamış olması hem “Chatterton’ın Ölümü” tablosu, hem de bu tablonun felsefi altyapısı itibariyle dikkat çekicidir. Kierkegaard umutsuzluk ve ölüm konularını işlediği “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” adlı eserinde, umutsuz olmanın ölememekten kaynaklanan bir durum olduğunu ve bu durumun umudu yok ettiğinden bahsetmektedir. Kierkegaard’a göre umutsuzluk, son umut olan ölümün eksikliğidir (Kierkegaard, 1997: 30).

“Chatterton’ın Ölümü” tablosu ile aynı dönemde, 1837 yılında resmedilen, Carl Spitzweg (1808-1885)’in romantik gerçekçilikle işlediği “Yoksul Şair” tablosu, tablodaki figürün çatı katında yaşayan yoksul bir şair olması açısından, Henry Wallis’in Chatterton’un “Ölümü” tablosu ile birlikte hatırlanabilir. Şairin oturduğu çatı katı, yatağın üstünde bulunan açık şemsiyeden anladığımız üzere yağmur geçirmektedir. Spitzweg’in tabloyu eleştirel ve hatta “sarkastik” bir tavırla resmetmiş olduğunu, sobanın yanında duran ve şairin “yüksek fikirlerini” kaleme aldığı kâğıtların artık sadece sobayı tutuşturmak için kullandığını gösteren detayından görebiliriz. Yine tablodaki yoksul şair çatı katındaki yatağında bir yandan, hayat, ölüm ve kendi fani varlığı üzerine tefekküre dalmışken, öte yandan iki parmağının arasında bir biti ezmek ile uğraşmaktadır. Henry Wallis’in “Chatterton’un Ölümü” ve Carl Spitzweg’in “Yoksul Şair” tablolarında mekânın çatı katı olması, “çatı katı” kavramının, “umutsuzluk”, “yoksulluk”, “ölüm” gibi kavramların görsel olarak bir yansıması olduğu kabul edilebilir.Fransız filozof Gaston Bachelard (1884-1962)’ın bu konudaki tespiti “yalnızlık” ve mekân olarak “çatı katı” arasındaki ilişkiyi şöyle vurgulamaktadır:


Geçmiş yalnızlıklarımızın tüm mekânları, içinde yalnızlık acısı çektiğimiz, yalnızlığın tadını çıkardığımız, yalnızlığı aradığımız, yalnızlıkla uzlaştığımız mekânlar içimizde silinmeden kalır. …bir tavan aramız artık olmasa, çatı katımızı yitirmiş de olsak, bir tavan arasını sevmişliğimiz, bir çatı katında yaşamışlığımız olacaktır içimizde hep (Bachelard, 2017: 40)”.


Genç yaşında intihar eden şair Thomas Chatterton’ın yaşadığı dönem olan 18. Yüzyıla ise İskoç filozof David Hume (1711-1776)’un etkisi göz ardı edilemez. Hume, nedensellik kavramına yeni bir bakış açısı kazandırmış, bilimsel ve deneysel metotlara dayalı bir akıl yürütme üzerinden, pozitivist felsefeye derin etkiler bırakmıştır. Mantıkçı pozitivistlere ilham kaynağı olan Hume, geleneksel metafiziğin bizzat tecrübe edilemeyen birçok iddiasının da felsefe ve bilimden ayıklanmasına katkı sağlamıştır (Çıvgın, 2013).

Ahlakı, insanın aklından ziyade hislerine dayandıran, ahlaklı davranışların kökenini insanın duygu dünyasına atfeden Hume için iyi ve kötü ayrımı haz ve acı kavramları ile temellenmektedir. Hume için haz ve acı, insan davranışlarını etkileyen fail bir nedenden ibarettir (Cevizci, 2021: 634).

David Hume’un bu düşünce ekseninde 1755 yılında kaleme aldığı “İntihar Üzerine” ve “Ruhun Ölümsüzlüğü Üzerine  adlı denemeleri, yazıldığı dönemde içeriği ve yayın serüveniyle büyük bir etki uyandırmıştır. Dönemin bazı isimleri Hume’un bu denemelerini öfke ile karşılamış ve bu denemelerin ilk baskıları ortadan kaldırılmıştır. Daha sonra yapılan korsan baskılar geniş bir okur kitlesine ulaşmış ve “intihar” kavramı toplumda sorgulanmaya başlamıştır Hume “İntihar Üzerine” adlı denemesinde intihar kavramının bir zorunluluğa dönüştüğü yaşam biçimlerini sorgulamış ve intihar ile yaşam arasındaki nedenselliği vurgulamıştır:


Yaşamın felaketlerinin bu vahim çareye başvurmayı zorunlu kılmasında olduğu gibi, eğer kendileri için tasarladıkları ölüm türünden dostlarının yersiz ilgisiyle yoksun kalmışlarsa, amaçlarına ulaşmak üzere herhangi bir biçimde bir daha denemeyi nadiren göze aldıkları ya da nadiren ikinci bir kez bu kadar çok cesareti toplayabildikleri gözlemlenmiştir. Ölüm korkumuz öylesine büyüktür ki, ne zaman bir biçimde ortaya çıksa, düşler de bu korkuya aracı edilmişse hem de, yeni korkular eklenir korkumuza ve o cılız cesaretin de hakkından gelir. Fakat bu doğal ürkekliğe boş inançların tehditleri de eklendiğinde, hiç şüphesiz, insanların kendi yaşamları üzerindeki iktidarları da tamamen ellerinden alınır; çünkü derin bir istekle sahip olduğumuz birçok haz ve zevk, bu zalim hükümdar tarafından bizden koparılıp uzaklaştırılır. Burada; intihar karşıtı tüm yaygın görüşleri inceleyerek ve bütün eski filozofların düşüncelerine göre suç ya da kabahat işlemek olan intihar eylemini, bu ithamların her birinden bağımsız tutulabileceğini göstererek, insanların doğuştan sahip oldukları özgürlüğü onlara geri vermeye çalışalım (Neslioğlu, 2017: 309-310)


İntihar Üzerine” adlı denemesinin ilerleyen sayfalarında Hume, intiharın gerekçelerini sorgulamakla beraber, intiharın gerekliliği neticesine yaklaşmış hatta eğer yaşam koşulları ve toplum, birey için yaşamı sürdürmek noktasında yetersiz kalıyorsa, intiharın o birey için masum bir eylem olarak görülebileceğinden bahsetmiştir:

 

Ancak varsayalım, toplumun çıkarlarını gözetmek artık benim elimde değil: Varsayalım ki, ben toplum için bir yüküm: Varsayalım, yaşamım bazı kişilerin topluma çok daha fazla yararlı olmalarına engel oluyor. Böyle durumlarda yaşamdan vazgeçişim sadece masumane bir eylem olmakla kalmaz, aynı zamanda övgüye de değerdir. Ve varoluşu sonlandırmanın günah işlemek olduğu yalanını söyleyen çoğu insan, bu türden bir durumdadır. Sağlık ya da güç ya da yetke sahibi olan bu kişiler çoğunlukla, dünyanın keyfini çıkarmak için daha iyi bir nedene sahiptirler (Neslioğlu, 2017: 314)”.


Thomas Chatterton ve David Hume’un aynı dönemde yaşadıkları göz önünde bulundurulduğunda, dönemin felsefî anlayışının “yaşam” , “ölüm” ve “nedensellik” kavramlarını irdeleyen anlayışı, Chatterton’ın intiharında, bu toplumsal sorgulamanın, intihar üzerine yoğunlaşan felsefî görüşlerin de katkısıyla etkili olabileceğini düşündürmektedir.

Henry Wallis’in “Chatterton’ın Ölümü” tablosu imgesel olarak söyledikleri ve genç yaşta hayal kırıklığı ve melankoliye kapılmış yoksul bir şairin trajik ölümünü yansıtması bakımından sanat tarihi disiplinin ışığıyla; felsefî, sosyolojik ve toplumsal gerçekleri aydınlatması bakımından önemlidir.

 Albert Camus (1913-1960)’nun “sanat” ve “estetik” kavramları hakkında düşüncelerinin derlendiği “Yaratma Tehlikesi” adlı eserinde de “Lanetli Şair” temasıyla Fransız şair, roman ve oyun yazarı Alfred de Vigny (1797-1863)’nin “Chatterton” adlı eserine atıfla bahsettiği gibi Thomas Chatterton, hem sanat hem de felsefe söz konusu olduğunda toplumsal bir gerçekliğe ve bir yanıyla felsefî bir düşünce olarak intihar kavramına dair oldukça mühim bir örnektir:


“Paranın hüküm sürdüğü bir toplumda dünyaya gelmiş lanetli şair teması (Vigny’nin Chatterton’u bunun en güzel örneğidir), en sonunda büyük bir sanatçı olmanın temel koşulunun, zamanın toplumuna (nasıl bir toplum olursa olsun) karşı durma pahasına gerçekleşeceğini öne süren bir önyargıda somutlaşmıştır (Camus, 2021: 29)”.

 

 *Bu bağlamda George Perec (1936-1982)’in 1967 yılında kaleme aldığı ve 1974 yılında sinemaya uyarlanan “Uyuyan Adam” adlı romanında, modern hayata uyum sağlayamayan ve duyguları körelmiş olarak yansıtılan ana karakterin çatı katında yaşıyor olması, çatı katı kavramının insanın bilinçaltında tıpkı Thomas Chatterton’ı intihara sürükleyen süreçte olduğu gibi, “yalnızlığı”, “uyumsuzluğu”, “dışlanmışlığı” ve dolayısıyla “melankolizmi” çağrıştırdığı varsayılabilir:

“Ve yaşamına bir dekor bulmak gerekirse, ne kadar çaba harcarsan harca, ne kadar kuruntuya kapılırsan kapıl, bu dekor, fetheden insanlığın tombul yanaklı çocuklarının koşup oynadığı o görkemli alan değil –ki bu, genelde, şatafatlı bir göz aldanmasıdır-, oda niyetine oturduğun tavan arasındaki, bu sıçan deliği, iki metre doksan iki santim uzunluğunda, bir metre yetmiş üç santim genişliğinde, beş metrekareden birazcık daha büyük olan bu kümes, saatlerdir, günlerdir yerinden kımıldamadığın bu çatı katı olacaktır (Perec, 2020: 19)”.


Kaynakça

ALPYAĞIL, Recep. (2013). Wittgenstein ve Kierkegaard’dan Hareketle Din Felsefesi Yapmak. İstanbul: İz.

BACHELARD, Gaston. (2017). Mekânın Poetikası. (A. Tümertekin, Çev.) İstanbul: İthaki.

BAUDRILLARD, Jean. (2021). Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm. (O. Adanır, Çev.), Ankara: Doğu Batı.

BULUT, Erkut, KÜÇÜKER, Hüdaverdi, BULUT, Necati. (2012). İntiharın Kısa Tarihçesinden Sebep ve Yöntemlerine Genel Bir Bakış. Cumhuriyet Medical Journal, 34 (1), 128-137.

CAMUS, Albert. (2021). Yaratma Tehlikesi. (Alper Bakım, Çev.), İstanbul: Can.

CEVİZCİ, Ahmet (2021). Felsefe Tarihi. Ankara: Say.

KARAKAYA, Şeref. (2020). İntihar Olaylarında Varoluşsal Sorunlar: Felsefi Sağaltım Açısından Yaklaşım. Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (8) , 71-91.

KİERKEGAARD, Søren.(1997).Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, (M.M.Yakupoğlu,Çev.)İstanbul: Ayrıntı.

NESLİOĞLU, Serin, Funda. (2017). David Hume’un “İntihar Üzerine” ve “Ruhun Ölümsüzlüğü Üzerine” Denemeleri, Mavi Atlas, 5 (2) , 302-321.

ÖZER, Pınarbaşı, Simge. (2018). Batı Resminde İntihar Betimleri Üzerine Bazı Düşünceler. Art-Sanat Dergisi, (10), 236-268. 

ROSENKRANZ, Karl. (2018). Çirkinin Estetiği, (M. Özdemir, Çev.), İstanbul: Muhayyel.

PEREC, Georges. (2020). Uyuyan Adam, (S. Dolanoğlu, Çev.), İstanbul: Metis.

SAYIN. ZEYNEP. (2018). Ölüm Terbiyesi. İstanbul: Metis.

YAŞDAĞ, Meltem. (2017). 19. Yüzyılın Sıradışı Sanat Hareketi: Pre-Raphaelite Kardeşliği ve sembolizmi. Sanat Tarihi Dergisi, 26 (1), 171-185.

İnternet Kaynakları

Cottle, B. (1963). Thomas Chatterton. Bristol: F.Bailey And Son Ltd. [Adobe Acrobat Reader sürümü].

Erişim adresi: https://bristolha.files.wordpress.com/2019/09/bha006.pdf

Erişim Tarihi: 26.03.2022

Çıvgın, A. (2013). David Hume: Felsefe ve Metafiziğin Mahiyeti . Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, (20), 31-40.

Erişim Adresi: https://dergipark.org.tr/tr/pub/kaygi/issue/16208/169819

Erişim Tarihi: 26.03.2022

URL-1: https://www.tate.org.uk/art/artworks/wallis-chatterton-n01685  / Erişim Tarihi: 24.04.2022.

 


Roman Kahramanları dergisinin 

2024  /  Ocak – Mart  tarihli 57. sayısının

162 – 164 sayfalarında yayınlanmıştır.

 

VARLIK DRAMI VE SANAT: İNSAN ELİYLE YANAN İLK ATEŞ KADAR ESKİ SORULAR

 

Selimcan Yelseli

 

Bu devran nereden gelmekte, nereye gitmektedir? Üzerinde temkinli adımlarla yürüdüğümüz yollar nereye varmaktadır? Mevsimler neden değişmekte, güneş neden her gün doğup batmaktadır? Zaman nereye doğru akmaktadır?

Bu sorular kainatta insan eliyle yanan ilk ateş kadar eskidir. Hiçbir zaman belli bir cevabı da yoktur üstelik. Bu sorular bir kere sorulmuştur ve çıktığı ilk dudaktan itibaren yankısını asırlar boyu sürükleye sürükleye; mağaralardan, evlere, evlerden, şehirlere, şehirlerden meydanlara, meydanlardan, ışıklı reklam panolarına, plazaların klimalı salonlarına, geniş caddelere, galerilere, radyo frekanslarına, televizyon ekranlarına, bilgisayar monitörlerine, telefon dokunmatiklerine, internet ağlarına, sosyal mecralara, velhasıl yüzyıllar geçse de, günümüze taşımasını bilmiştir. Nitekim Paul Gauguin de bu sorulara benzer soruların yankısına 19. yüzyılda, her şeyi ardında bırakarak ilkel dünyaya adım attığı tahiti sehayetinde yaptığı ve tahitili insanları tüm saflıklarıyla etraflarında dünyevi sahnelerle sağdan sola doğru konumlanmış bir şekilde; doğum, yaşam, yaşlılık olarak tasvir ettiği resminin sol üst köşesine iliştirdiği şu ibarelerle katılmıştır: “D'où venons-nous? Que sommes-nous? Où allons-nous?” Yani “Nereden geliyoruz? Neyiz? Nereye gidiyoruz?” Üstelik yaptığı resme de isim olarak gayet manidar bir şekilde bu soruları seçmiştir Gauguin.

Bu sorular geleceğe de taşınacaktır üstelik. Çünkü bu soruların yankısı, sürekliliğini, fani (süreksiz) olan insanın bizzat fanilik (ölümlü olma) bilincinden doğan ve her ne kadar bugün teknolojinin getirdiği konforla dijital bir işaret diline dönüşse de, insanı ölüm gibi yalın bir hakikate mahcup kılmayı başaran ifade arzusundan almaktadır. Jean Baudrillard’ın deyimiyle “canlıların düş gücünü harekete geçiren şey ölümdür[1] ve “amaçlılık her zaman süreksizlik düzenine aittir.[2]

Ölüm, bir diğer deyişle süreksizlik (fanilik) sanat kavramını beslemektedir. Ölüm düşüncesi insanın aslında ifade gayretindeki tetikleyici unsur olmakla beraber daimi bir dramın, insanın fanilik ile kendisini bekleyen sonsuzluk arasında salınan varlık dramını ihtiva eden yazgısının ezelî hikayesidir.

Hiç şüphesiz bu hikayeyi tabiat ortasında kalan ve sonra tüm cevherini, diğer canlılara nispeten daha zayıf olan varlığını tabiattaki çeşitli tehlikelerden korumak için ebedi bir gelişim ve ilerleme duygusuna harcayan insan yazmıştır. İnsanlık, sanatın her yönüyle; en renkli tablodan, en epik şiire kadar, en tempolu müzikten, en ilginç komedyaya kadar büsbütün bir varlık dramı olduğunu nasıl anlamamış ya da anlamamak istememiştir??? Aslında tüm bunların yanında “ne sanatın yaşamın acımasızlığını telafi eden hazlar verdiği öğretisi ne de sanatın delilikle akraba olduğu öğretisi yanlış ya da önemsiz görülüp bir kenara atılamaz. Ancak sanatla uğraşan herkesin bildiği gibi hikaye bununla bitmez.” [3] Çünkü ilk çağlarda ilkel tasvirlerde yazılmaya başlanan bu hikaye, aslında bir dilin de varlığını meydana getirmiş ve tasvirler, dilsel işlevini bugün dahi dijital mecralarda kullandığımız emojilerde gördüğümüz üzere yansıtmaya devam etmektedirler.[4] Nitekim Jonh Berger’in de, ünlü eseri “Görme Biçimleri”nin en başında dediği gibi, “görme sözcüklerden önce gelmiştir” ve “gördüklerimiz ile bildiklerimiz arasındaki ilişki durulmadan devam etmektedir”.[5] Bir de görme ve bilme ile ilintili, özellikle ilkel tasvirlerin de pratik olarak bir araç olduğu ritüel kavramının ise, insanın varoluş problemine karşı, kendisini bilinmeze karşı savunmak için takındığı bir tutum olduğu söylenebilir. Aslında ilkel tasvirleri, ilk kez deneyimlenen görme / bilme arasındaki ilişkiyi ve gittikçe gelişen sanatı; içinde varolunan dünyaya karşı atılmış birer ürkek ve acemi adım olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Tasarlanan ritüeller, içinde varolunan dünyaya karşı, insanın diğer benzerleriyle daha kolay birbirine bağlanmasına ve ortak bir kimlik üzerinde beraber hareket edilmesine yararken, aynı zamanda bu bilinmezliğin içinde sarılınan sanatın üretimi, güzelliğin de idrâkinde büyük pay sahibi olmuş[6] ve“gören” insan, aynı zamanda kendisini bekleyen varlık macerasının tüm zorluğunu da bilmenin buruk hakikatine erişmiştir.

Orta ve üst Paleolitik kültürlerin sanatsal eylemleri; taş ve fildişi malzemelere çeşitli şekiller kazımaları, kilden hayvan heykelcikleri yapmaları, pratik hayatlarında kullanacakları aletlerde motiflere yer vermeleri ve barındıkları mağaraların duvarlarını kabartma heykellerle süslemeleri aslında bu buruk hakikatin, tarih boyunca önemini muhafaza edecek ve insanın sürüp gitmekte olan varlık macerasına “görme” ve “bilme” minvalinde ışık tutacak önemli ipuçlarıdır.[7] Bu ipuçları bilişsel bir sürecin de yansıması olmakla beraber, insanın soyut düşünce kabiliyetini de gözler önüne sermektedir. Steven Mithen, “Aklın Tarihöncesi” eserinde bir sanat ürünü ortaya koymanın ilk insandaki bilişsel süreçlerini şöyle tasnif etmiştir:

 

“Sanat yapmak için gerekli üç önemli bilişsel süreç -görüntünün akılsal olarak algılanması (görme), bilinçli iletişim ve anlam yükleme (bilme),- ilk insan aklında mevcuttu. Bu unsurlar sırasıyla, teknik, sosyal ve doğal tarih zekâlarının alanları içinde bulunuyorlardı. …birbirinden ayrı olan üç bilişsel süreç şimdi birlikte işlemekte ve adına görsel sembolizm ya da yalnızca sanat dediğimiz yeni bilişsel süreci oluşturmaktadır.”[8]

 

Bilişsel süreçlerini bir sanat yapma edimi konusunda tetikleyen şeyler ise aslında bugün de olduğu gibi ilkel sanatçıların da, toplumsal, ekonomik, ruhsal ya da bizzat ölüm gibi mutlak olan şeyler karşısında bilenen ifade arzularıdır. Fanilik içinde, kendisinden arda kalacak bir eser bırakmaya gayret eden sanatçı, en başından beri varolmaya ve kuşaklar ilerledikçe de atalarının ölçütlerine karşı bir çeşit başkaldırıda bulunmayı göze almış ve aslında faniliği, dolayısıyla zamanın geçiciliğini yansıtmaya çalışmıştır.[9]

İmgelerin, varlık problemiyle, yani bulunduğu dünyaya bir mana verme arzusuyla çalkalanan yaratıcı şuurların içine sızması; bir takım özel güçlere ait bilinmez, metafizik bir dünyanın kapısının açılmasına sebep olmuştur. Neden var olduğunun sebebini bulmanın garip merakını, dünyanın fizikî şartlarına karşı şiddetli bir yaşama gayretiyle harmanlayan ilk sanatçılar, her şeye rağmen kendilerini ifade etmeyi, mağaraların en kuytu yerlerine yaptıkları bilinmez bir dünyaya uzanan tasvirlerle başarmışlardır. Bu tasvirler insanlığın inanç tarihine dair ilk ipuçları olmakla beraber, aslında varlığa karşı da insan elinden çıkan ilk ikonalar, ilk dualar ve ilk yakarışlardır.

Henüz insanlığın tabiatın tamamıyla (organik) bir parçası olduğu ilkel çağlarda ölüme ve onun mutlak varlığına şahit olan biri için hiç kuşku yok ki bu tecrübe günümüzde olduğundan ziyade daha etkileyici ve daha sarsıcı bir durumdur. Fizyolojik olarak işlevini yitirmiş bir bedenin kaskatı görünümü ve onun yanında tüm canlılığıyla sürüp giden yaşam karşısında kimi zaman ansızın, kimi zaman ise tabiatın eliyle gelen ölüm, aynı zamanda kökleri günümüze uzanan bazı geleneklerin de çıkış noktasıdır ki; misal olarak uygulanan gömü gelenekleri ölünün ait olduğu kültürü ve dini düşüncenin bir yansıması olmakla beraber, ölmüş olanlar ve atalar arasında kurulan bağın da ilkel insanlardan günümüze kadar sürüp geldiğinin bir göstergesidir. Ölmüş beden toprağa gömülür ve fiziken büyük bir döngünün, şeklen de olsa bir başka aşamasına geçmiş (teslim edilmiş) olur. İlkel kültürlerde her daim döngüsel zaman anlayışı mevcuttur. Mircae Eliade’nin de ifadesiyle bedenin dirilişine inanılan yerlerde, bu dirilişin yılın başında, yani yeni bir çağın başında olacağı bilinir.[10] Bu döngüsel zamanın çıkış noktası aslında bir merkeze ait olma şuurudur da denilebilir. Çünkü ölü, gömü geleneklerine göre tasarlanan mezar yapısı ile aslında bir merkez teşkil eder.[11] Aslında tüm ilkel şehirlerin, hatta mimari yapıların arketiplerinde kozmik bir merkez şuurunun gizli olması yine dikkat çekicidir. Ama ilginç olan ise ilkel çağlarda “dans”, “çatışma”, “avlanma” gibi kavramların da döngüsel arketiplerinin bulunmasıdır.[12] Sanat ürünü de diyebileceğimiz tüm kavramlarla beraber ilkel insanların gündelik yaşamlarındaki pratik bazı davranışların da içinde bulundukları varlığın tetiklediği bir mana arayışının vasıtası olduğu söylenebilir.

 

1-Baudrillard, 2021: 253, 2-Baudrillard, 2021: 296, 3-Norman, 1996: 67, 4- Bu konuda Hristiyan dünyasında Papa Gregorius Magnus (540-604)’un bu düşünceleri mühimdir. Gregorius Magnus kiliselerdeki tasvirlerin okuma yazma bilmeyenler için öğretici olduğunu ve ikonografinin dinsel telkin için bir araç vazifesi gördüğünü savunması konuya örnek olarak gösterilebilir. 5-Berger, 2022:7, 6-Harman, 2019: 152, 7-Childe, 2001: 50, 8-Mithen, 1999: 187, 9-Gombrich, 2009: 9, 10-Eliade, 2017: 77, 11-Özellikle tarihsel süreçte Hititlerde ölmüş olanların evlerin içine gömülmesi de “merkez” kavramı açısından ilginç bir örnektir. 12-Eliade, 2017: 43.


Kaynakça


Baudrillard, J. (2021). Simgesel Değiş, Tokuş ve Ölüm. (Çev. Oğuz Adanır). İstanbul: Doğu Batı.

Berger, J. (2022). Görme Biçimleri. (Çev. Yurdanur Salman). İstanbul: Metis.

Childe, G. (2001). Kendini Yaratan İnsan. (Çev. Filiz Ofluoğlu). İstanbul: Varlık.

Eliade, M. (2017). Ebedi Dönüş Miti. (Çev. Ayşe Meral). İstanbul: Dergah.

Gombrich, E.H. (2009). Sanatın Öyküsü. (Çev. Erol Erduran, Ömer Erduran). İstanbul: Remzi.

Harman, O. (2019). Modern Mitler. (Çev. Ilgın Yıldız). İstanbul: Say.

Mithen, S. (1999). Aklın Tarihöncesi. (Çev. İrem Kutluk). Ankara: Dost.

Norman, O. B. (1996


 

Sık Ziyaret Edilenler

Higgs Bozonu ve Çocuk Sezgimizdeki Masumiyet

Şekilcilik, Kabuk ve Öz

NON FVI, FVI, NON SVM, NON CVRO.