Higgs Bozonu ve Çocuk Sezgimizdeki Masumiyet

Selimcan Yelseli / Temmuz - 2020 / Uludağ

Çocuk sezgimin beyaz yüzüme hediyesi masumiyet, sarı saçlarımın akşam güneşlerinde yüzdüğü o demler, yani büsbütün, eski bir sandıktan çıkarıp her gün tesellime özenle astığım çocukluğum…

Bahçesindeki ihtiyar ceviz ağacının, sarı bir ikindi hüznünü gölge gölge böldüğü evimizin geniş salonunda, her saat başını ihtar ederek zamanı örmekteydi o eski duvar saati. Yusufçukların dolanık raksıydı uyuyup uyanışlarım. Sualler ise en yalnız, en dermansız anlarımı kollardı. Pencereden karanlık bahçeye karışan akneli, genç yüzüm… Haftada iki sefer edebiyat, yalnız bir Cuma hoşluğu olarak da felsefe dersi heyecanlarım… Okul çıkışı kükürt kokulu otobüs bekleyişlerim.

Bilgisayar ekranından izlediğim şartlı dizgeler, kodlar… Arada bir, başımı alıp da nereye gideceğimi bilmediğim kararsız gezilerin soğuk ve yalnızlık üzerine kurulmuş garip diyalektiği… Hiç unutmam, bir sabah yine böyle bir gezi için evden çıkmış, Bursa surlarına tırmanmış, şehre yukarıdan bakarak günün ilk kıpırtılarını izlemiştim. Kader mefhumu ilk kez o an düşmüştü içime. Bir günün kaderi fena halde içimi ürpertmiş, ufacık bir kıpırtı halinde görünen insanların o gün için yazılmış kaderlerini büyük bir huzursuzlukla merak etmiştim.

Artık ne zaman evden gezmek için çıksam, bu kez nereye gideceğimi biliyor, içimde kaderi uyandıran bu manzarayı bir kez daha izlemek için büyük bir merakla soluğu Bursa surlarında alıyordum. Surların kenarına oturup manzarayı izlerken “Bugün bu şehirde kaç kişi ölecek ve kaç kişi doğacak?” gibi hastalıklı suallere kapılıyor ve böylece saatler geçiriyordum.

Suallerin cevaplardan daha önemli olduğu söylenegelmiştir…  Bir talih mi, yoksa talihsizlik midir? Bilmem… Cevapları zahmetsiz tesadüflerle bulsam da, suallerin çevresinde (özellikle çocuksu sezgimi yitirdikten sonra) daha çok oyalandım diyebilirim. Cevaplar daima tepeden inme ve büyük bir kader hükmünün tecellisi olarak gelip, kendilerine ayrılan yerlere yerleştiler… Lâkin bugün, gözümü sabaha ilk açışımdan, huzurlu bir uyku için başımı yastığa teslim edişime kadar suallerle cedelleşmekte, onlara hep müsait bir mesken aramaktayım…

Bulmakta mıyım? Hayır… Çünkü bir ait olamama burgusuyla doğar sualler. Hiç bir yere eklemlenemez, hiç bir cihazın içinde vazifesini ifâ edemez onlar. Hiç bir manevi iklimin izi yoktur onlarda. Onlar us’un yurtsuz çocuğudur. Daimi bir akış halinde gelip geçerler aramızdan. Filanca filanca şöyle demiş midir? …….. mıdır?, …..mudur? Daha niceleri…

Bu yaşımdan her yaşıma taşıdığım soru eklerini, İsa’nın kendi çarmıhını yüklenmesi gibi yüklendim ruhumun omuzlarına… Golgotha tepesinin ağaçlık yolunda beni gözetleyen sinsi yüzler gördüm… Çocuk sezgimi aradım. Çocuk sezgimde, -sezginin o mucizevi tecellisi olmalı- hiç bir sualin külfetini adam akıllı taşımamıştım oysa. Dilimde bir iki eski rivayetle mesuttum o zamanlar…

Sual hakkında hepimize malumdur, ilk sual yaratılıştadır… Yaratıcı ve tüm yaratılmışlar karşısında ilk hakiki sual… Manzarayı düşünelim, müthiş! Muhtemelen bu sualin yankısı, yaratılmışları çevreleyen kudret dağlarında yankılanırken bu yankıya dehşet dolu bir sessizlik eşlik ediyor… Herkeste büyük şaşkınlık… Sonra dünyevi kaideler halinde nizam… Bu nizamın hakiki çilesi de suallerin doğurduğu sualler. Düşünelim ilk sual olmasaydı, dünya ve kader olur muydu? Demek ki dünya ve kader ilk sualin doğurduğu bir cevaptır. Hem de tepeden inme ve büyük bir kader hükmünün tecellisi olarak gelip de kendisine ayrılan yere büyük bir infilak ile yerleşen mağrur bir cevap. Dünyayı bir cevap olarak belirledikten sonra, incecik bir perdenin ardında kıpır kıpır gizlenen ve muzip gülüşüyle insanın sobelemeye kıyamadığı bir suale takılıyor gözümüz: “Neden?” Evrenin ilk kaotik yalnızlığı, her ne kadar tek kelime olsa da, içi pek çok esrarı barındıran bu sualden meydana geldi…

Peter Higgs adlı bir fizikçi 1964 yılında kuramsallaştırdığı teorisinde, kütleleri olmayan atomlara kütle kazandıran, yani hiçliğe kütle veren bir bozondan bahsetti. 

Higgs bozonu…

CERN’de yapılan deneylerden sonra Bing Bang’de de büyük rol oynadığı anlaşılan bu bozonun kıvrak cilveleri mi sual ve dünya arasındaki mutlak ilişkiyi tesis ediyordu? Yani içine terk edildiğimiz kaotik yalnızlığa ve “neden” sualine bir zemin, bir sebep miydi Higgs bozonu? Kütle kazanan her şey bir sualin uzantısı mıydı?  Öyleyse sual, bir oluşun şartıydı…

Tam tekmil değil bu teşhis, büsbütün muallak hatta!

Bu durumun müsebbibi de beklenti sanırım. Hatırlıyorum, yeni traşlı bıyıklarıma konan ayaz. Gece yağan yağmurun oluşturduğu çamurlu birikintilerin arasından yürüyorum. Bir sokak köpeği ıslak tüyleri ve mahzun gözleriyle usul usul takip etmeye başlıyor beni. Şimdi onun kaderi benim kaderime mi ekleniyor? Aramızda dile gelmeyen bir sualin büyüdüğünü biliyorum. Mahzun gözleri bana aç olduğunu söylüyor. Şimdi bu köpek Higgs bozonundan haberdar mıdır? Onun açlığına bir parça et yerine, Higgs bozonunu anlatarak cevap versem doyar mı? Onu bu müşkül duruma sokan, bilime göre (son derece kaba satıhta ele alırsak) bu bozondur… Ya şu basma etekli, saçları bembeyaz, yüzü acılarla çarpılmış kadın? Ya şu oğlunu gencecik yaşta genetik bir hastalık sebebiyle toprağa vermiş anne? Ya şu sırtında yırtık paltosu, ayağında tozlu ayakkabılarıyla tüm gün iş arayan adam? Suallerine ve beklentilerine Higgs bozonu ile cevap versek ne derler? Dalga geçerler bizimle. Onları buna iten beklentidir çünkü. Beklentinin, bekleyen ve beklenen arasında uzanan gerilimiyle baş edemeyen insan, teslimiyete yönelir. Sualleri bir nebze de olsa köreltir bu. Ama tüm bunlara tezat teşkil ederek, sabah selalarında kendi elleriyle kurdukları dar ağaçlarına asılan gövdeler de vardır… Teslimiyetin anaç ve ılıman iklimi sarmamıştır onları… Beklentilerin doğurduğu gerilime dayanamamışlar ve bedelini kendi canları ile ödemeyi göze almışlardır.

Bir anne düşünelim… Dokuz ay kanıyla beslediği ve kendi canından bu dünyaya getirdiği çocuğu ilk doğduğu an nasıl sevinir, çocuğu hakkında nasıl da mükemmel şeyler temenni eder. Dünyaya getirdiği çocuk hep en iyisi olacak ve daima, kendisine verilmiş şu biricik yaşam hakkını şahane bir şekilde değerlendirecektir. Suale yer yoktur. Bu çocuğun ayağına taş değmeyecek ve hep “büyük” insan olacaktır.

En bedbaht anneler bile kendi çocukları hakkında bunu temenni ederler… İşlerin yolunda gitmemesi mümkün değildir. Çünkü kendi kanları ile besledikleri çocukları, yeni bir nefes, yeni bir can olarak dünyaya gelmiştir. Yaşam en güzel yönlerini sunmalıdır onlara. Hakikat böyle mi? Şöyle birazcık hayatın içine daldı mı o çocuklar, o ümit dolu tasavvurları gittikçe “Olmasa da olur…” teslimiyetine dönüşür ve eğer çocuklar teslimiyetin ılıman iklimine vâsıl olamadılarsa bir de; “Olmasam da olur…” demelerinden başka çareleri yoktur. Yaşama güdüsü burada bir can simidi gibi devreye girer ve teslimiyete yöneltir.

Yaşama güdüsünün karşısında ise insanı  bekleyen şey yeni krizlerdir. Hastalıklar, savaşlar, adaletsizlikler, yaşama güdüsünü sorgulamaya iter. Kaotik yalnızlıktır bu… Gündüz kuşağı televizyon programlarında kaotik yalnızlıklarını gidermek ister insanlar. Büyük plazalar, markalar, popüler şarkılar, sekiz isimli şekerli kahveler, flörtler, kahkahalar hep bu kaotik yalnızlığa alınan önlemlerdir aslında… Bu tedirgin edici yalnızlığı gidermek ister insanlar. Başlarını yastığa koyduklarında libidinal ayartıların avutan tesellisine sığınırlar mesela… Her şey, sualleri ortadan kaldırmaya gayret eden masalsı efsunların, fosfor rengi cazip ışıltılarıyla süslenmiştir artık…

Sualler, çağın insanının kaldıramayacağı bir külfettir bundan sonra. Bütün alışkanlıklar, hizmetler, kararlar, sualleri önemsiz kılmaya, hatta yok etmeye niyetlidirler. Nizam, tüm enerjisini, suallerin üzerine kapanan kapıyı müdafaa etmek için harcar. Bütün olmuş olan, olacak olan, planlanan, temenni edilen şeylerin arasında suallere yer yoktur.

Oysa bu, suallerin amansız ve kanlı bir hastalık gibi gizlendiği kolaycı ve tekdüze sistemin ortasında, her prangadan kurtulmuş ve üzerine kapanan kapının anahtar deliğinden süzülerek karşımıza dikilmiş bir sual, ciddi gözleriyle bizi süzmekte ve ona her tesadüf edişimizde içimizi ürpertirken, vicdanımıza da kaybolmuş bir cevherin hesabını sordurmaktadır:

“Çocuk sezgimizdeki masumiyet şimdi nerededir?”

Kuytularında asırlık hikayelerin izlerini taşıyan ulvi bir dağın göğsünde titrek bir kalp gibi çarpmakta mı, yoksa, ilahi gazapların şiddetiyle bir bakışta taş kesilmiş abidelerin kurumuş dudaklarında maziye sırlanmış inayetler mi aramaktadır?

Nerede olduğunu bilmesek de, çocuk sezgimizdeki masumiyet, mesela Higgs bozonu gibi, yaşama güdüsü gibi, tüm sebeplerin ve mecburiyetlerin ortasında, bizi bir meçhulün peşinden sürüklemekte ve yaşatmaktadır.

Ağustos / 2021

Bursa

Sık Ziyaret Edilenler

Şekilcilik, Kabuk ve Öz

NON FVI, FVI, NON SVM, NON CVRO.