Miskin Dergisi
Miskin dergisinin
2024 / Şubat tarihli 1. sayısının
31- 33. sayfalalarında yayınlanmıştır.
ZİYA OSMAN SABA İÇİN
“Ölüler Hepimiz İçin Yalvarın
Allah’a”
Selimcan Yelseli
Bursa’nın en eski mezarlığına
ölülerin hepimiz için yalvarışını işitmek için gittiğim o sabahlar gibi
sabahlarda, bir telaş içinde birbirimizi arayacağız. Lise yıllarında edebiyat
kitabımızda yer alan bir şiirin “Ölüler hepimiz için yalvarın Allaha” diyen son
mısrasında gözlerim muhakkak sınıfımızın yükseklere açılan daracık camlarına
döner, mavi gölgeler içinden Uludağ’ın kar tutmuş eteklerine dalar giderdim.
İlk dersin beyaz floresanlı sessizliğinde, sabah mahmurluğuyla yüzleri kararan
akranlarımın arasında, sarışın ve sivilceli bir lise talebesinin kalbiyle,
ölülerin yalvarmak için bizden daha muteber olduğunun ürpertisini yaşar,
ölülerin meçhul yokluktaki esrarlı kıymetini bir parça anlar lâkin kimselere
anlatamazdım. Bütün Saadetlerin Mümkün olması ihtimalinden ziyade ölülerin
bizler için yalvaracak olması hakikati devasa kanatlarıyla çırpınırdı içimde.
Sonra bir dahaki edebiyat dersine kadar içimdeki gençlik ümidiyle kendimi
teskin edilmiş bulur, bu şiire rastlayana kadar da içimde devasa kanatlarıyla
çırpınan hakikat belki o meçhul diyarlara, belki Uludağ’ın karlı eteklerine
kaçar giderdi. Her ne kadar gençlik ümidiyle teskin edilmiş olarak içime bir
mısra ile misafir olan hakikati zaman zaman meçhul diyarlara yahut Uludağ’ın
karlı eteklerine uğurlamış olsam da; kimi sabahlar Bursa’nın en eski
mezarlığına, ölülerin hepimiz için yalvarışını işitmek için giderdim. Ulu
servilerin ucunda az sonra başlayacak yağmurun sancısı ile kıvranan bulutların
arasından güneşi görmek için başımı kaldırır, çiçeklerin ve eski mermerlerin
içinden ansızın kayboluveren kedilerin izlerini takip eder, yumuşak toprakta
aheste aheste yürüyerek ölülerin yalvarışını işitmek için dikkat kesilir ama
incecik bir esintiyle titreşen yaprakların fısıltılarından, yan sokakta bulunan
ilkokulun teneffüs zilinden, ahşap cumbalı evlerin önünden geçen simitçilerin seslenişinden
müteşekkil nizamsız bir musikiden başka bir şey geçmezdi elime. Ölüler, hangi
masalsı diyarlarda, hangi revnaklı kubbelerin altında, hangi efsunlu kelimeler
ile hepimiz için yalvarıyordu Allaha, bilemezdim. Çaresiz geri döner ve her edebiyat
dersinde yüreğime o hakikati misafir etmek için aynı vurguyla o malûm son
mısrayı okurdum: “Ölüler... Hepimiz için yalvarın Allaha.”
Mesela annem... Şimdi ihtiyar, ama
zarif bir hayal gibi evimizde süzülen annem zamanı geldiğinde olmayacaktı.
Koltuğunda tüm heybetiyle oturan babamın bir gassalın ıslak ellerinden sonra
kefenlenerek, iki büklüm bir halde nemli toprağa bırakılması gibi bırakılacaktı
bir gün toprağa... Gelecek büsbütün felaketti üstelik. Doğması meçhul evladım,
ben ve bana ait, bize ait ne varsa bir uçurumdan aşağı düşmenin mesut
teslimiyetiyle yok olup gidecekti. Bir ses gibi yavaşça sönecek, tükenecektik. Şimdi
vakit dolmak üzere gibi geliyor bana. Hissediyorum ki artık bizler ebedî bir
sabahta, mesela Bursa’nın en eski mezarlığına ölülerin hepimiz için yalvarışını
işitmek için gittiğim o sabahlar gibi sabahlarda, bir telaş içinde birbirimizi
arayacağız. Yağmur sancısı ile kıvranan bulutların arasından sızan güneşle
aydınlanan alınlarımız, bir mucizeye tereddütle uzanan buruşmuş ellerimiz ve
feri kaçmış gözlerimizle ulu servilerin arasında bir hayal gibi dolaşıp duracağız
bir de... Bizden sonrakiler için Allaha yalvarmaktan başka bir şey gelmeyecek
elimizden ve o şiiri, çatlamış dudaklarımızla aynı anda, gözyaşları içinde bir
kez daha okuyacağız:
"Bütün saadetler mümkündür...
Şu kapının açılması,
İçeri girivermen,
Bahar, kuşlar, gündüz.
Ve bütün dünya
Bir an içinde gürültüsüz.
Bütün saadetler mümkündür...
Bahtsızların biraz gülümsemesi...
Körlerin gün görmesi,
Mümkündür bütün mucizeler...
Ana, baba, evlât, bütün
kaybolanlar...
Ebedî bir sabahta buluşmamız bir
daha.
Ölüler! Hepimiz için yalvarın Allaha..."
─
Miskin dergisinin
2024 / Nisan tarihli 2. sayısının
10 – 12. sayfalarında yayınlanmıştır.
BEN
İYİYİM
Selimcan
Yelseli
Mazideki O Âsude Günler İçin:
Hamza Soysal’a
Haftanın üç günü, eski
mezarlığı bölen yolu adımladığım o bahar mevsimini katiyen unutamam! Henüz
sanat tarihi bölümünde öğrenciyken, ezelden beri içimde yankılanan çocuk
sesimin çağrısıyla mezar taşlarına dalar gider; her biri birbirinden nefis o
hece taşlarının üzerlerinde kimi zaman kader, kimi zaman ise hayat gibi
kıvrılan harfleri okumaya dair büyük bir iştiyak duyardım. O kış haberini aldım
ki Bursa’nın güzide semti Emir Sultan’ın bir zamanlar ilkokul, şimdilerdeyse
aslı gibi bir dergah minvalinde hizmete sunulmuş Emir Buharî Kültür Merkezi’nde
bahar aylarında Osmanlı dönemi mezar taşlarını ve kitâbelerini okumak üzere bir
tedrisat tertip ediliyor. Durur muyum? Hemen kaydımı yaptırıyor ve bahar
mevsimini beklemeye başlıyorum.
Nihayet bahar geliyor.
Evvela dışımdaki tabiat aydınlanıyor. Sonra ilk ders gününün gelmesi ile içimde,
çocukluğumdan kalma eski bir sıcaklık sarıyor beni. Evden çıkıyor, fani ömrümde
bende bir ebediyet remzi olacak o eski mezarlığı bölen yoldan ağır ağır
ilerliyorum. Omzumun hemen yanından süratle geçen otomobillerin ve yolu adeta bir
sonsuzluk timsali olarak mütevekkil bir halde gözleyen mezar taşlarının
arasından Emir Sultan Camii’ne kıvrılan dönemeci dönüyorum. Kumruların,
yusufçukların, otomobillerin ve ilkokul talebelerinin sesi, Emir Sultan Camii
ve Türbesi’nin gümüşî kubbelerinde yıkanıp, ezel ve ebedin müsavi bir seyirde
ilerlediği bu şehrin semalarına usul usul yayılıyor gibi geliyor bana. Emir
Buharî dergahına varıp, öğle namazını eda etmeyi bekleyen ihtiyar yüzlerin arasında
oturuyor, demli bir çayla birlikte sigaramı tüttürüyorum. İçimde çocuk sesim beni
büyük bir iştahla mazinin esrarına çağırıyor. Sabırsız ve tedirginim. Yerimden kalkıp
içeriye gidiyor ve başlayacak olan tedrisatın akıbetini soruyorum. Aldığım
cevap büsbütün tedirginliğimi arttırıyor. Sonraları ne zaman tesadüf etsem mütebessim
ve sanki eski bir fotoğraftan bakıyormuş gibi gelen o latif beyefendi bana
dersin çoktan başladığını haber veriyor! Hemen üst kata çıkıyorum. Odalardan
birinin kapısını usulca açıyor ve içimdeki çocuk sesimin sürüklediği bu yolda,
bana hem hocalık, hem rehberlik, hem de ağabeylik yapacak olan Hamza (Soysal)
hocamı ve benim gibi bu tedrisata iştirak eden arkadaşları görüyorum. Hemen bir
köşeye oturuyor, dersi yakalıyorum. Bir damla, bir ummana vâsıl oluyor desem,
mübalağa değil. Derse ara veriyor ve tanışıyoruz. İçimdeki çocuk sesimin mesut
olduğunu hissediyorum. Birbirinden kıymetli insanlar... Hayatın içinde sessiz
ve incecik akan bir kaynak gibi içime doluyor bu iklim. Gençliğin harareti,
baharın taze kokusu ve henüz daha yeni yeni tüm ciddiyetini keşfetmenin sırrına
mazhar olduğum hayat, yaşamaya dair duyulan tatlı bir iştiha gibi sarıyor beni.
Hamza hocamın ilmi, sabrı, hayatın hengamesi içinde sükuneti hatırlatan hitabı ile
Emir Buhârî’de ilk dersin haberini aldığım daima mütebessim olan Sami (Özbağkıran)
Bey’in misafirperverliğinde, birbirinden kıymetli arkadaşlarla, sonraları
hayatımın geri kalanında asla unutamayacağım bir serencamın içinde buluyorum
kendimi.
Günler geçiyor. Tedrisatımız
Hamza hocamın rehberliğinde sürüyor ve bir gün Bursa’nın eski mezarlıklarından birinde
buluşmaya, dersimizi orada işlemeye karar veriyoruz. Vakit öğlen olmadan
Pınarbaşı Mezarlığı’nda buluşuyoruz. Bu mezarlık ki çocuk sesimi içimde ilk kez
duyduğum, beni, kaderin o meçhul tecellisiyle müteessir kılan bir hüzün mabedi;
annemin o zamanlar genç elini tutup da Hisar semtinin ara sokaklarından geçerek
beraber kapısına vardığımız koskoca bir mazi ve çocuk gözlerimle servilerin
gölgelerinde izlediğim mezar taşlarını, yine çocuk sesimle söylediğim ilk yer.
Mezarlığa mütereddit adımlarla giriyor, aheste aheste ilerleyerek eski mezar
taşlarının başında duruyoruz. Her birini Hamza hocam okuyor, bizler dinliyoruz.
Şehir sanki çok uzaklarda bir yerlerde, yalnızca bir vehimden ibaret akmakta ve
burada yalnız servi gölgelerinde uyuklayan kedilerin, asırlardır üzerine göz
değmemiş taşların kıvrımlarımdaki serinliğin ve süsen çiçeklerindeki o müphem
kıpırtıların nabzı atmaktadır. İşte bu mekanda şu çocuk sesim, sonsuzluğa
karışmaktadır. Sonraki günlerde Bursa’nın eski mezarlıklarını, hazirelerini tek
tek dolaşıyor, her bir mezar taşının başında soluklanıyor, geçmiş bir hikayeye
beraber dokunmanın mahrem hissini kalpten kalbe paylaşıyoruz. Hamza hocam, ben
ne zaman mezar taşlarının serlevhalarındaki “Hüve’l Bâkî”yi unutsam o engin
sabrıyla hatırlatıyor. Sonraları demli çay, demli muhabbet... Her biri taş
işçiliği ve üzerlerindeki kitâbelerde yer alan hat sanatının birbirinden nefis
örnekleriyle birer abide ve dahi o kitâbelerde yer alan manzum şiirlerle
birlikte edebî olarak da birer şaheser olmaya namzet bu mezar taşlarının,
çoktan göçmüş bir hanıma mı yoksa, bir beyefendiye mi ait olduğunu Hamza hocamın
rehberliğinde; bir medeniyetin, günümüz dünyasında unutulmak istenen çehresiyle,
yani ölümün mutlak hakikatiyle öğrenmeye gayret ediyorum. Tıpkı yaşamaya
başlayınca ölmeye de başlamamız gibi; insandan çıkan medeniyet de tarihi imar
ederken aynı zamanda sonsuzluğa ait olmaya başlıyor içimde. Geçen zamanın
üzerinde, ölümün, geleceğe dair bir nişanesi olarak tek tek işlenen mezar taşlarına
böyle bakıyorum artık. Çünkü o mezar taşları, medeniyet toprağının göğsünde, ölüm
gibi yalın bir hakikate ait olmaları sebebiyle zamansız; erken dönemde girift,
klasik dönemde karakteristik, geç dönemde revnaklı, her dönemde ise kendi öz
nefsimiz kadar bize yakındırlar, anlıyorum.
Sadece mezar taşları
değil bazen de bilmem kaç yıl evvel eski Türkçe yazılmış bir mektubu hep
beraber okuyor, kelime kelime tekrar ediyoruz. Bir garibin, bilmem nerede kalmış
ailesine halinden haber verirken sık sık tekrarladığı “Ben iyiyim” kelamı, bir hakikat
mi yoksa bir temenni olarak mı bilinmez, dilimizde dönüp duruyor sonraları. Çözülmez
meselelerin, çetin suallerin karşısında reçetemiz bellidir artık: “Ben iyiyim”.
Kendimizi hayatın akışına böyle teslim ediyoruz. Yolumuz İstanbul’a da düşüyor.
Hamza hocam ile Edirnekapı Mezarlığı’nda sessiz ve her biri kendisine münhasır
bir tefekkür içinde duran mezar taşlarına dokunuyoruz. Hamza hocamın
yoldaşları, Miskinler Tekkesi’nin nezih sakinleri Ünal ve Takdir Beyler ile de
tanışıyor ve sanki başka bir âlemin kapı eşiğinde saatlerce hasbihal ediyoruz. Serencamımız
burada bitmiyor elbet. Artık annemin elini tuttuğum demlerdeki mahzun
sarışınlığından, şakaklarımdaki aklara kadar benimle olan çocuk sesim, ne zaman
o eski mezarlığı bölen yolu adımlayacak olsam, baharın neşesiyle bir avare kuş gibi
terennüm edip duruyor içimde: “Ben iyiyim!”.
Şimdi ölümün, ancak
maziye ait müstesna bir tavır gibi her türlü incelikten mahrum olarak bir
köşeye bırakıldığı şehirlerin içinden, eski bir medeniyetin öyküsünü hece hece
okuduğumuz o nadide günleri hasretle yâd ediyorum. Bir mektupta, bir taşta, bir
kitapta yazılacak hikayemizin son sözüdür, biliyorum: “Ben iyiyim!”