Miskin Dergisi

 

Miskin dergisinin

2024 / Şubat tarihli 1. sayısının

31- 33. sayfalarında yayınlanmıştır.

 

ZİYA OSMAN SABA İÇİN

“Ölüler Hepimiz İçin Yalvarın Allah’a”

 

Selimcan Yelseli

 

Bursa’nın en eski mezarlığına ölülerin hepimiz için yalvarışını işitmek için gittiğim o sabahlar gibi sabahlarda, bir telaş içinde birbirimizi arayacağız. Lise yıllarında edebiyat kitabımızda yer alan bir şiirin “Ölüler hepimiz için yalvarın Allaha” diyen son mısrasında gözlerim muhakkak sınıfımızın yükseklere açılan daracık camlarına döner, mavi gölgeler içinden Uludağ’ın kar tutmuş eteklerine dalar giderdim. İlk dersin beyaz floresanlı sessizliğinde, sabah mahmurluğuyla yüzleri kararan akranlarımın arasında, sarışın ve sivilceli bir lise talebesinin kalbiyle, ölülerin yalvarmak için bizden daha muteber olduğunun ürpertisini yaşar, ölülerin meçhul yokluktaki esrarlı kıymetini bir parça anlar lâkin kimselere anlatamazdım. Bütün Saadetlerin Mümkün olması ihtimalinden ziyade ölülerin bizler için yalvaracak olması hakikati devasa kanatlarıyla çırpınırdı içimde. Sonra bir dahaki edebiyat dersine kadar içimdeki gençlik ümidiyle kendimi teskin edilmiş bulur, bu şiire rastlayana kadar da içimde devasa kanatlarıyla çırpınan hakikat belki o meçhul diyarlara, belki Uludağ’ın karlı eteklerine kaçar giderdi. Her ne kadar gençlik ümidiyle teskin edilmiş olarak içime bir mısra ile misafir olan hakikati zaman zaman meçhul diyarlara yahut Uludağ’ın karlı eteklerine uğurlamış olsam da; kimi sabahlar Bursa’nın en eski mezarlığına, ölülerin hepimiz için yalvarışını işitmek için giderdim. Ulu servilerin ucunda az sonra başlayacak yağmurun sancısı ile kıvranan bulutların arasından güneşi görmek için başımı kaldırır, çiçeklerin ve eski mermerlerin içinden ansızın kayboluveren kedilerin izlerini takip eder, yumuşak toprakta aheste aheste yürüyerek ölülerin yalvarışını işitmek için dikkat kesilir ama incecik bir esintiyle titreşen yaprakların fısıltılarından, yan sokakta bulunan ilkokulun teneffüs zilinden, ahşap cumbalı evlerin önünden geçen simitçilerin seslenişinden müteşekkil nizamsız bir musikiden başka bir şey geçmezdi elime. Ölüler, hangi masalsı diyarlarda, hangi revnaklı kubbelerin altında, hangi efsunlu kelimeler ile hepimiz için yalvarıyordu Allaha, bilemezdim. Çaresiz geri döner ve her edebiyat dersinde yüreğime o hakikati misafir etmek için aynı vurguyla o malûm son mısrayı okurdum: “Ölüler... Hepimiz için yalvarın Allaha.”

Bende sual içinde sual halini alan bu vaka tesirini günden güne yitirdi elbet. Bir zaman sonra ölüm benim için, ölülerin bizler için yalvaracağı bir muhit olmaktan ziyade yalın bir bekleyiş duygusuna büründü. Son mısra dilimde ürpertiden çok, bir temenni gibiydi artık. Ama bu kabul ile çözülmemişti düğüm. Bu kez her şey, başka bir veçhesi ile en baştan başlıyordu... Bu kez “Bütün Saadetler Mümkün Müdür?’ diyordum. Bir gönül sayfamı kapatırken köşesine buruk bir kalp ile “Bütün Saadetler Mümkündür” diye iliştiriyor, her açılan kapının ardından içeri o meçhul beklenenin gelmesini ümit ediyor; bahar, kuşlar, gündüz ve gürültüsüz bir dünyada yaşamak istiyordum. Bu isteklerimin beyhude olduğunu her yaşımda biraz daha keşfediyor, bahtsızların mutlaka yarım kalacak olan tebessümlerini mahzun kalbimle uzaktan seyrediyor, körlüğümüzün dehşetiyle irkiliyor ve mucizelerin asla mümkün olmayacağını anlıyordum.

Mesela annem... Şimdi ihtiyar, ama zarif bir hayal gibi evimizde süzülen annem zamanı geldiğinde olmayacaktı. Koltuğunda tüm heybetiyle oturan babamın bir gassalın ıslak ellerinden sonra kefenlenerek, iki büklüm bir halde nemli toprağa bırakılması gibi bırakılacaktı bir gün toprağa... Gelecek büsbütün felaketti üstelik. Doğması meçhul evladım, ben ve bana ait, bize ait ne varsa bir uçurumdan aşağı düşmenin mesut teslimiyetiyle yok olup gidecekti. Bir ses gibi yavaşça sönecek, tükenecektik. Şimdi vakit dolmak üzere gibi geliyor bana. Hissediyorum ki artık bizler ebedî bir sabahta, mesela Bursa’nın en eski mezarlığına ölülerin hepimiz için yalvarışını işitmek için gittiğim o sabahlar gibi sabahlarda, bir telaş içinde birbirimizi arayacağız. Yağmur sancısı ile kıvranan bulutların arasından sızan güneşle aydınlanan alınlarımız, bir mucizeye tereddütle uzanan buruşmuş ellerimiz ve feri kaçmış gözlerimizle ulu servilerin arasında bir hayal gibi dolaşıp duracağız bir de... Bizden sonrakiler için Allaha yalvarmaktan başka bir şey gelmeyecek elimizden ve o şiiri, çatlamış dudaklarımızla aynı anda, gözyaşları içinde bir kez daha okuyacağız:

 

"Bütün saadetler mümkündür...

Şu kapının açılması,

İçeri girivermen,

Bahar, kuşlar, gündüz.

Ve bütün dünya

Bir an içinde gürültüsüz.

Bütün saadetler mümkündür...

Bahtsızların biraz gülümsemesi...

Körlerin gün görmesi,

Mümkündür bütün mucizeler...

Ana, baba, evlât, bütün kaybolanlar...

Ebedî bir sabahta buluşmamız bir daha.

Ölüler! Hepimiz için yalvarın Allaha..."



Miskin dergisinin

2024 / Nisan tarihli 2. sayısının

10 – 12. sayfalarında yayınlanmıştır.

 

BEN İYİYİM

 

Selimcan Yelseli

 

Mazideki O Âsude Günler İçin:

Hamza Soysal’a

 

Haftanın üç günü, eski mezarlığı bölen yolu adımladığım o bahar mevsimini katiyen unutamam! Henüz sanat tarihi bölümünde öğrenciyken, ezelden beri içimde yankılanan çocuk sesimin çağrısıyla mezar taşlarına dalar gider; her biri birbirinden nefis o hece taşlarının üzerlerinde kimi zaman kader, kimi zaman ise hayat gibi kıvrılan harfleri okumaya dair büyük bir iştiyak duyardım. O kış haberini aldım ki Bursa’nın güzide semti Emir Sultan’ın bir zamanlar ilkokul, şimdilerdeyse aslı gibi bir dergah minvalinde hizmete sunulmuş Emir Buharî Kültür Merkezi’nde bahar aylarında Osmanlı dönemi mezar taşlarını ve kitâbelerini okumak üzere bir tedrisat tertip ediliyor. Durur muyum? Hemen kaydımı yaptırıyor ve bahar mevsimini beklemeye başlıyorum.

Nihayet bahar geliyor. Evvela dışımdaki tabiat aydınlanıyor. Sonra ilk ders gününün gelmesi ile içimde, çocukluğumdan kalma eski bir sıcaklık sarıyor beni. Evden çıkıyor, fani ömrümde bende bir ebediyet remzi olacak o eski mezarlığı bölen yoldan ağır ağır ilerliyorum. Omzumun hemen yanından süratle geçen otomobillerin ve yolu adeta bir sonsuzluk timsali olarak mütevekkil bir halde gözleyen mezar taşlarının arasından Emir Sultan Camii’ne kıvrılan dönemeci dönüyorum. Kumruların, yusufçukların, otomobillerin ve ilkokul talebelerinin sesi, Emir Sultan Camii ve Türbesi’nin gümüşî kubbelerinde yıkanıp, ezel ve ebedin müsavi bir seyirde ilerlediği bu şehrin semalarına usul usul yayılıyor gibi geliyor bana. Emir Buharî dergahına varıp, öğle namazını eda etmeyi bekleyen ihtiyar yüzlerin arasında oturuyor, demli bir çayla birlikte sigaramı tüttürüyorum. İçimde çocuk sesim beni büyük bir iştahla mazinin esrarına çağırıyor. Sabırsız ve tedirginim. Yerimden kalkıp içeriye gidiyor ve başlayacak olan tedrisatın akıbetini soruyorum. Aldığım cevap büsbütün tedirginliğimi arttırıyor. Sonraları ne zaman tesadüf etsem mütebessim ve sanki eski bir fotoğraftan bakıyormuş gibi gelen o latif beyefendi bana dersin çoktan başladığını haber veriyor! Hemen üst kata çıkıyorum. Odalardan birinin kapısını usulca açıyor ve içimdeki çocuk sesimin sürüklediği bu yolda, bana hem hocalık, hem rehberlik, hem de ağabeylik yapacak olan Hamza (Soysal) hocamı ve benim gibi bu tedrisata iştirak eden arkadaşları görüyorum. Hemen bir köşeye oturuyor, dersi yakalıyorum. Bir damla, bir ummana vâsıl oluyor desem, mübalağa değil. Derse ara veriyor ve tanışıyoruz. İçimdeki çocuk sesimin mesut olduğunu hissediyorum. Birbirinden kıymetli insanlar... Hayatın içinde sessiz ve incecik akan bir kaynak gibi içime doluyor bu iklim. Gençliğin harareti, baharın taze kokusu ve henüz daha yeni yeni tüm ciddiyetini keşfetmenin sırrına mazhar olduğum hayat, yaşamaya dair duyulan tatlı bir iştiha gibi sarıyor beni. Hamza hocamın ilmi, sabrı, hayatın hengamesi içinde sükuneti hatırlatan hitabı ile Emir Buhârî’de ilk dersin haberini aldığım daima mütebessim olan Sami (Özbağkıran) Bey’in misafirperverliğinde, birbirinden kıymetli arkadaşlarla, sonraları hayatımın geri kalanında asla unutamayacağım bir serencamın içinde buluyorum kendimi.

Günler geçiyor. Tedrisatımız Hamza hocamın rehberliğinde sürüyor ve bir gün Bursa’nın eski mezarlıklarından birinde buluşmaya, dersimizi orada işlemeye karar veriyoruz. Vakit öğlen olmadan Pınarbaşı Mezarlığı’nda buluşuyoruz. Bu mezarlık ki çocuk sesimi içimde ilk kez duyduğum, beni, kaderin o meçhul tecellisiyle müteessir kılan bir hüzün mabedi; annemin o zamanlar genç elini tutup da Hisar semtinin ara sokaklarından geçerek beraber kapısına vardığımız koskoca bir mazi ve çocuk gözlerimle servilerin gölgelerinde izlediğim mezar taşlarını, yine çocuk sesimle söylediğim ilk yer. Mezarlığa mütereddit adımlarla giriyor, aheste aheste ilerleyerek eski mezar taşlarının başında duruyoruz. Her birini Hamza hocam okuyor, bizler dinliyoruz. Şehir sanki çok uzaklarda bir yerlerde, yalnızca bir vehimden ibaret akmakta ve burada yalnız servi gölgelerinde uyuklayan kedilerin, asırlardır üzerine göz değmemiş taşların kıvrımlarımdaki serinliğin ve süsen çiçeklerindeki o müphem kıpırtıların nabzı atmaktadır. İşte bu mekanda şu çocuk sesim, sonsuzluğa karışmaktadır. Sonraki günlerde Bursa’nın eski mezarlıklarını, hazirelerini tek tek dolaşıyor, her bir mezar taşının başında soluklanıyor, geçmiş bir hikayeye beraber dokunmanın mahrem hissini kalpten kalbe paylaşıyoruz. Hamza hocam, ben ne zaman mezar taşlarının serlevhalarındaki “Hüve’l Bâkî”yi unutsam o engin sabrıyla hatırlatıyor. Sonraları demli çay, demli muhabbet... Her biri taş işçiliği ve üzerlerindeki kitâbelerde yer alan hat sanatının birbirinden nefis örnekleriyle birer abide ve dahi o kitâbelerde yer alan manzum şiirlerle birlikte edebî olarak da birer şaheser olmaya namzet bu mezar taşlarının, çoktan göçmüş bir hanıma mı yoksa, bir beyefendiye mi ait olduğunu Hamza hocamın rehberliğinde; bir medeniyetin, günümüz dünyasında unutulmak istenen çehresiyle, yani ölümün mutlak hakikatiyle öğrenmeye gayret ediyorum. Tıpkı yaşamaya başlayınca ölmeye de başlamamız gibi; insandan çıkan medeniyet de tarihi imar ederken aynı zamanda sonsuzluğa ait olmaya başlıyor içimde. Geçen zamanın üzerinde, ölümün, geleceğe dair bir nişanesi olarak tek tek işlenen mezar taşlarına böyle bakıyorum artık. Çünkü o mezar taşları, medeniyet toprağının göğsünde, ölüm gibi yalın bir hakikate ait olmaları sebebiyle zamansız; erken dönemde girift, klasik dönemde karakteristik, geç dönemde revnaklı, her dönemde ise kendi öz nefsimiz kadar bize yakındırlar, anlıyorum.

Sadece mezar taşları değil bazen de bilmem kaç yıl evvel eski Türkçe yazılmış bir mektubu hep beraber okuyor, kelime kelime tekrar ediyoruz. Bir garibin, bilmem nerede kalmış ailesine halinden haber verirken sık sık tekrarladığı “Ben iyiyim” kelamı, bir hakikat mi yoksa bir temenni olarak mı bilinmez, dilimizde dönüp duruyor sonraları. Çözülmez meselelerin, çetin suallerin karşısında reçetemiz bellidir artık: “Ben iyiyim”. Kendimizi hayatın akışına böyle teslim ediyoruz. Yolumuz İstanbul’a da düşüyor. Hamza hocam ile Edirnekapı Mezarlığı’nda sessiz ve her biri kendisine münhasır bir tefekkür içinde duran mezar taşlarına dokunuyoruz. Hamza hocamın yoldaşları, Miskinler Tekkesi’nin nezih sakinleri Ünal ve Takdir Beyler ile de tanışıyor ve sanki başka bir âlemin kapı eşiğinde saatlerce hasbihal ediyoruz. Serencamımız burada bitmiyor elbet. Artık annemin elini tuttuğum demlerdeki mahzun sarışınlığından, şakaklarımdaki aklara kadar benimle olan çocuk sesim, ne zaman o eski mezarlığı bölen yolu adımlayacak olsam, baharın neşesiyle bir avare kuş gibi terennüm edip duruyor içimde: “Ben iyiyim!”.

Şimdi ölümün, ancak maziye ait müstesna bir tavır gibi her türlü incelikten mahrum olarak bir köşeye bırakıldığı şehirlerin içinden, eski bir medeniyetin öyküsünü hece hece okuduğumuz o nadide günleri hasretle yâd ediyorum. Bir mektupta, bir taşta, bir kitapta yazılacak hikayemizin son sözüdür, biliyorum: “Ben iyiyim!”





Miskin dergisinin

2024 / Temmuz tarihli "Hilmi Yavuz" özel (3.) sayısının

22 – 24. sayfalarında yayınlanmıştır.



BENDEKİ TEN İÇİN SONNET



Selimcan Yelseli


Hummalı mı desem? Hani şu pulları alev kırmızısı bir yılan misali kıvranan zamanın gerdanıma dolandığı, yani benim kaderin en hakiki tecellisi ile ateşler içinde sızlayan başımı avutacak serin yastıklar aradığım günler... Asırlık mabetlerin bahçesinde yankılanan güvercin tefekkürlerini duya duya akşamı eder, üzerine incecik bir örtü misali karanlığın serildiği şehrin ara sokaklarında kaybolmak isterdim. Kaybolur muydum? Nafile! Bir tanıdık sima, bir mütebessim çehre beni yeniden çekerdi bu çetin hengameye. Sonrası gece... Gecenin pürüzsüz siyahında büyüyen sabun köpüğü uykularda, incecik zarı esrârından menkul efsunlu rüyalar. Uyanışlarımda bir türlü toplayamadığım birkaç dize dilimde... Nereden okuduğumu o zamanlar kestiremediğim, sanki geçen vaktin tatlı bir nehre benzeyen dalgalarında kirinden tortusundan arınan şuuruma yeni ve temiz bir elbise gibi giydirilen o şiir... Her gün aynı sesi gözümü ilk açtığımda tekrarlayıp duruyorum. Ruhumun gövdesi bu şiirin çeperine tekmil bir varlık olarak kurulup duruyor o günlerde: 


ben tenime yürürüm, tenim benim gereksiz 

et parçası, atılmış, duruyor bir kenarda...” 


Tenime yürüdüğüm günlerin, tenimin gereksiz olduğunu keşfettiğim günlere dönüşüdür bu, anlıyorum. 


Pulları alev kırmızısı bir yılan, yani zaman, günleri bir bir sarıp kendisine katarak gitgide büyüyor. Her şey büyürken ben küçülüyor, sanki bir incir çekirdeğine sığmak istercesine aşık oluyorum. Aşk... Bir şehrin kuytu hüzünlerinde sarıp durduğum, devasa gökdelenlerin güneşler içen parlak camlarında, bir renk cümbüşünün yahut bir yazlık curcunanın içinde eriyiveren amaçsız, ereksiz ve sessiz aşk... Hani kendisinden gayrısına merhameti olmayan, nerede akşam orada sabah bir hayalin peşinden diyar diyar koşulan hovarda aşk... Her şeyin kendi kabuğuna çekildiği ıssız bir ayrılık gecesinde denizin kenarındayım. İrice bir kayanın üzerinde duruyorum. Karanlığın yeri ve göğü yekpare kılan noktasından, uzaklardaki boğazdan buz gibi bir esinti ayın şavkında yıkanarak göğsüme yayılıyor. Ürpererek tane tane tekrarlıyorum. Başımda dönüp dolaşan bir martı da eşlik ediyor bana: 


áh, aşklar vardır şimdi, amaçsız ve ereksiz 

birlikte dolaşırlar; yırtıcı ve hovarda...” 


Her şeyde, her yerde, her cisimde ve her hayalde bir iz kalıyor. Unutmaya çalışsam hatırlıyor, hatırladıkça unutamayacağımı anlıyorum. Bir devinim, vahşi, ilkel, cüretkar bir devinim, ipe sapa gelmez fikirlerimin başına geçmiş; maddenin ve mananın hudutlarında kamçı gibi inip kalkan kuyruğunu sallayarak dönüp duruyor. Belleğimin, tabiatın ortasında yapayalnız kalmış ve varlıkla boğuşmaya hazır bir kurt gibi çevik olduğunu anlıyorum. Kendime cesaret edip şu teşhisi koyuyorum: 


belleğim? Bir kurttur o! Dâima ipe sapa 

gelmeyen bir şeyleri parçalıyor... kemirgen!” 


Ve aşk da varlığım da bir zaman doğmuş, ete kemiğe bürünmüş olmam da uzakta acı acı uluyor. Hangi senedir, hatırlamıyorum, sarışın bir çocuğum henüz. Bursa’da dize kadar kar... Şimdi rahmetli olmuş babam içeride salonda, annem mutfakta, ben evimizin arka odalarından bir odada titreye titreye pencerenin önünden dışarıya bakıyorum. Kül rengi gökten beyaz iplikler halinde karlar düşüyor. İçimde bir hüzün. Nedendir, hiç dinmeyecek gibi. Bursa’ya kar, içime yalnızlık yağıyor. İkisinde de sessizliği boğan beyaz ve sinsi bir hal. Gün karla, ben hüznümle birlikte meçhul bir istikamette kayboluyoruz. O gün mağlubum, yalnız hangi savaşın mağlubuyum belirsiz. Çocuksu bir mağlubiyet bu yalnız. Kendi elimle kendi tenimi yerin altına, toprağın soğukluğuna, uçsuz bir yokluğa bırakmak istiyorum. Penceremin bordo kadifeden ağır perdesini bir çırpıda çekiyorum. İçimde tebessümü, neşesi, ruhu karartılmış, mahzun ve teslim bir can... 

Çok sonraları bu hüznümü tarif eden aynı şiire rastlayınca, bir el beni pencerenin önüne, o kayıp ve mağlup güne çekiyor yeniden. Bu kez belleğim, vahşi, ilkel ve cüretkar belleğim, o kar gününü gönülden bir ayna önünde yeniden kuşanıyor:


aşk uzakta uluyor, yalnızlık lapa lapa 

yığılıyor kapıma... âh, kendini kürerken

kaybolan kar günleri!.. elimle yediririm 

tenimi yeraltına... savaşlarda karartma 

olduğunda örterler ya... ağır perdelerim 

öyle kapalı işte... sımsıkı... bir kuşatma! 

bir kurt nasıl kuşanırsa öyle kar günlerini; 

aynalar kuşanıyor aynadaki tenini...


Aslında şöyle bir bakarsak ben Hilmi Yavuz şiiriyle büyüdüm diyebilirim. Hatırlarım, okuldan gelir TRT’yi açar, Talat Halman, Mustafa Şerif Onaran ve Hilmi Yavuz üstadın hazırladığı “Önce Şiir Vardı” programını beklerdim. O programı gözümü kırpmadan izler, arada bir Rüştü Asyalı ve Berin Ötenel’in okuduğu şiirlerle de mest olurdum. Üstelik üstadın şiirlerinden “Tenhâ”, “Size Bakmanın Tarihi”, “Hurufî Sonnet” hâlâ dilimdedir. “Ten İçin Sonnet”in bendeki manası ise bu naçizane yazımdan mâlûmunuz olmuştur. 

Düşünüyorum da Hilmi Yavuz şiirindeki hayat damarı, tıpkı benim de yaşadığım bu belli belirsiz anılarda olduğu gibi zamanın nabzında çarpmaktadır. Onu ancak Hilmi Yavuz şiirlerine aşina olanlar duyar. O şiirleri yaşamaya da gerek yoktur üstelik, yaşıyorsanız muhakkak o şiirlerden biri sizi kalbinizden yakalar. Bazen pulları alev kırmızısı bir yılana dönüşen zamanın tedirginliğinde, bazen karlı bir günde, pencere önünde, Heiddeger’in deyimiyle oluşun, çocukluğun içinde, varlığa dair bir “Dasein”da bulur sizi. Hatta tabiri caizse varlığa dair büsbütün “Dasein”ın kendisini söyler Hilmi Yavuz şiirleri. 

Temennim, geçtiğimiz günlerde 88. yaşını kutladığımız Hilmi Yavuz üstadın şiirlerinde capcanlı akan o hayat damarını, tıpkı çocukluğumda duyduğum gibi şimdi saçlarımdaki ilk aklarla dizinin dibinde bir kez daha duymaktır. 

Hayatı şiir kılan üstadım Hilmi Yavuz, iyi ki doğdunuz.





Miskin dergisinin

2024 / Eylül tarihli 4. sayısının

35 – 43. sayfalarında yayınlanmıştır.



DÖNENCEDE SAYHALAR’DAN SEÇKİLER



Selimcan Yelseli


Şayet okuyucu “Nedir bu Dönencede Sayhalar?” derse, birkaç kelime ile izah

etmeye gayret edeyim. Dönencede Sayhalar’ın öyküsü 2022’nin Mart’ında benim için oldukça karanlık

bir sabahta başlar. Dışarıdaki çelik soğuğu yağmurdan sığındığım rustik bir kafenin cam kenarına sıralanmış tenha masalarından birinde, dışarıda telaşla koşuşturan insanları, yolun karşısında rüzgarla kıvranan ağaçları ve süratle yağan yağmurun bulanık su birikintilerinde uyandırdığı akisleri seyrederken birdenbire bir önceki gece saatlerce mum ışığını seyrettiğimi hatırlıyor ve hemen kaleme sarılıyorum: “Hayli zaman oldu, mum ışığı üzerine düşünüyorum. Tam olarak düşünmek de denmez aslında, mum ışığını büsbütün içimde, damarlarımda hissediyorum.”

O sabah, o rustik kafenin cam kenarındaki o garip masasından görünen ağaçlardan mülhem, şuurumda sanki bir ağacın kuru dallarına asılmış paçavralara benzeyen düşüncelerimin öylece başıboş bir halde salınmasından ve şiddetlenmesi an meselesi olan bir rüzgarın tesiriyle dalından kopup gitmesinden hala tedirginim. Bu ihtimalden kurtulmak için hala yazdıkça yazıyor, düşüncelerimi havada uçuşurken tek tek yakalayıp (belki de yakalamakla birlikte her seferinde yeniden keşfedip) zamana karşı giriştiğim beyhude bir mücadeleyle tahrir ediyorum. Bu tahrir şu ana dek sürüyor. Daha ne kadar sürer, bilinmez. Ömrümün sonuna dek mi? Kendi adıma değişimin mutlak bir kaide olmasına hiç kuşku duymadan gönülden itimat ettiğim için temennim de bu. Bir başka açıdan bakarsak, o günden bugüne Dönencede Sayhalar çerçevesinde yazdıklarımın hepsi, benim her ay içinde, bazen gün gün itinayla, bazense bir gecede, birdenbire yazdığım şahsi sıkıntı kayıtlarım diyebilirim. Zamanın boşluğunu cümle cümle tasvir etmek, varlık dramımızı ortaya çıkarmak ve sanki hayatın üzerine serilmiş o rengarenk örtünün bir ucunu kaldırıp da altta yatan tozlu ve eprimiş dekoru göstermek gibi bir uğraş benim için Dönencede Sayhalar. 

“İsmi neden Dönencede Sayhalar?” derseniz... Dürüst olmam gerekirse Dönencede Sayhalar ismini nasıl bulduğumu hatırlamıyorum. Birdenbire şuurumun derinliklerinden çıkmış (belki de feveran etmiş) bir ifade midir yoksa hiç bir şekilde, hiç bir fikir mayası ve payı taşımayan, yalnız bir lakap misali kendi kendini kendisinden var etmiş bir ibare midir? Bilmiyorum. Yalnız “Dönence”nin zaman ile “Sayha”nın ise kendi çaresizliğimiz ile ilgili olduğunu bilmek şimdilik bana yetiyor. Miskin dergisi için derlediğim bu seçki 2022 yılından, içinde bulunduğumuz 2024 yılına kadar olan bir zaman diliminden bazı parçalar içermekle birlikte ilk kez bu hoş derginin samimi sayfalarında “kisve-i tâb’a” bürünüyor.

Şimdilik tatlı bir hayal olsa da ileride tüm yazdıklarım içinde tabiri caizse “Magnus Opus”umu teşkil edeceğine inandığım bu eser; yaşamımın, hislerimin ve ruhumun, zamanın o devasa aynasından ufak ve kırılgan parıltılarla yansımasından ibaret. İyi okumalar dilerim.

Mart / 2022

Hayli zaman oldu, mum ışığı üzerine düşünüyorum. Büsbütün düşünmek de denmez aslında, mum ışığını büsbütün içimde, damarlarımda hissediyorum. Ben kara kuyuların kalbim ile münasebetini tattım. Zehirli sözler söyledim, kanayan yaralara dokundum. Zamanın ağacında, on dokuzuncu yüzyılın dalında birer yaprak gibi kuruyan insanlığı anladım mesela. Geçmiş her yüzyıl aynıydı. Yüzyılımız, 21. Yüzyıl aynıydı. Mum ışığı, bu karanlık kuyulardan, zehirli sözlerin, kanayan yaraların ve karanlık şehirlerin ortasında yükselen ağaçların arasından, bir güneş damlası gibi damladı içime.

Nisan / 2022

Bulunduğu yerden düşen bir şeyin, düştüğü zeminde yankılanan sesinde kaybolmak lazım. Hatta bence bilinmeze giden en hakiki yollardan biri, düşen bir şeyin zeminde çıkardığı sesten sonra bir anda etrafı saran sessizlik olmalı. Bir anlık çıldırtan, ürperten, uyandıran bir şey o. Var ile yok arasında zamanın ötesine, belki de hiç bilmediğimiz bir yere uzanan bir şey. Geçmiş ile geleceğin arasındaki en kat’i çizgi. Bir kalem mesela, silindir gövdesi ile döne döne ilerliyor masadan, masa bitiyor, kalem yere düşüyor. Mahremiyeti bir “hiç” mesabesine indirgeyen, asi, delici, hoyrat tek bir ses ve ardından kurnaz bir sessizlik. Bu seste ve sessizlikte kaybolmak lazım.

Haziran / 2022

Henüz ölümü kendinden bir parça gibi kabul etmeyecek kadar gençken, tüten bu incecik buğu gözünü almıyordu. Kış mevsimlerinde yağmurla ıslanmış han duvarları sana acemice, biraz da başkalarının hikayesine öyküneceğin bir hüzün veriyordu. Daha ne eti tanımıştın, ne buğuyu, ne suyu, ne ateşi, ne de bizzat kendine ait olacak yaşamı ve ölümü... Şimdi kendi yaşamını ve ölümünü, kendi bedeninle yazmanın mesuliyetine eriştin. Başkasının acısını çekemezsin artık.

Kasım / 2022

Bir gölge kendisini bulutlara asmayı arzu ederken, varlığına sebep olan ışık demetinden başka kendisini asmaya yarayacak bir ip olmadığını keşfetti. Günün ilk ışığıyla doğdu, harekete geçti. Varlık sebebinden, yani ışıktan bir demet aldı. Mahzun yüzüyle apartmanların gövdelerinden sürüne sürüne çatılara, oradan dağlara, oradan göğe ve nihayet bulutlara ulaştı. Kendisini asmak için müsait ve tenha bir buluta girdi. Ama hayretle elindeki ışık demetinin paramparça olduğunu gördü. Şimdi onu, bulutların aydınlığında var edecek başka bir aydınlık yoktu. Büyüyerek, ağır ağır ilerleyen ve gittikçe dolan bulutun içinde eriyordu. Artık gölge değildi. Işığın içinde kaybolan ve bulutun korkunç kıvrımları arasında dağılan yansımasını son kez gördü. Ölmüştü.

Mart / 2023

Baudleaire’in Paris Sıkıntısı’ndaki “Yoksulların Gözleri”ni ne zaman okusam ürperirim. İçimin bir yeri kara saplı kör bir bıçakla oyulur, oyulur... Öyle gerçektir ki bu metin, bir an etrafta gündelik yaşamı kayda geçirmek için onu izleyen bir çift göz var mı diye tereddüde düşer sonra etrafta bizi izleyen gözlerin aslında yoksulların kendi gözlerinin olduğunu anlarım. Tıpkı Baudleaire’in bu şahane metninde olduğu gibi yoksulların gözleri aslında etrafımızda dolaşmakta ve sisli caddelerde mahzun birer fener gibi cılız ışıklarıyla istikballerini aydınlatmaya çalışmaktadırlar. Onların istikballeri yüzlerimizdeki tebessüme, öfkeye yahut umursamazlığa gizlenmiştir. Onlar, yüzlerimizde istikballerini aramaktadırlar. Ki onların gözleri bazen, halk otobüslerinin kirli ve geniş camlarından şehrin izbe mekanlarını izlemekte, kimi zaman sıvası dökülmüş derme çatma gecekonduların tahta kapılarının ardındaki karanlık ve rutubetli dünyalarından başlarını uzatıp yoldan gelip geçenlere bakmakta, bazen de bir gece vakti, cılız bir mum ışığına teslim ettikleri gözlerini, nereden çıktığı bilinmez uğursuz bir hastalığın ateşiyle ebediyete kapamaktadırlar. Cılız bir mumun sönmesiyle ışığından -altında kahkahaların yankılandığı, nefes nefese sevişmelerle tenlerin birbirine çarptığı, beyaz nevresimler ve temiz kadehlerin berrak bir su gibi aktığı ışığından- bir şey kaybetmez dünya. Çünkü dünya buna ezelden beri aşinadır. Köşe bucak saklanırlar kimi zaman onlar. Gelir eşitsizliği ve bazen de tüm mesuliyeti sırtlarına yükledikleri felek onları bir türlü rahata kavuşturmamıştır. Allı pullu şarkılarla oyalanırlar ve kimi zaman, allı pullu gelin olarak çıktıkları evlerine, alsız pulsuz bembeyaz bir kefene sarılmış bir halde dönerler. Şafak sökerken yollara savrulurlar bazı günler. Bazı günler peşlerinde iki üç kara köpekle, çamurlu ayakkabılarını sürükleye sürükleye dönerler yuvalarına.

Nisan / 2023

Sanki bir yağmur damlasıydın. Boynun bükük, iki büklüm bir halde, Tanrı’ya her an yalvaracakmış gibi damlamayı beklerdin toprağına. Beni ezelî ve ebedî varlık dramına bu manzaran inandırdı. O gün bugün varlığımızın, tıpkı ağaçların gövdesinden süzülen iri yağmur damlaları gibi, ihtiyar dünyanın gövdesinden toprağa kavuşmak için süzüldüğünü hissediyorum ben. O gün bugündür tüm insanlığı, şiddetli bir yağmurun, ulu bir ağacın taze yapraklarında biriken ve vaktini bekleyen damlaları olarak mahzun ve bedbin görüyorum.

Mayıs / 2023

Annemle o zamanlar henüz kalabalık bir meydan haline gelmemiş Tophane yamaçlarındaki banklara yaz aylarında ellerimizde birer yıpranmış kitapla oturur, aşağıda akan otomobilleri ve insanları unutur, okumaktan yorulduğumuz zamanlarda ise büyük bir merakla, hemen ayaklarımızın ucundaki yuvalarına girip çıkan ve telaşla koşuşturan karıncaları izlerdik. Zaman nasıl geçerdi anlamazdık bile. Bu bir nevi her şeyi unutma gayretimizdi. Şimdi savruk başımla, şehrin küf kokan hangi köşe başında, hangi meydanda ve unutulup bir köşede kalmış hangi bankın hemen önünde, ufak kum tepeciklerinin etrafında kıpırdanıp duran karıncaların telaşını izleyip de unuturum yaşadığımı?

Haziran / 2023

Bir bayram günü, ciltleri tozlu fotoğraf albümlerinden birinde rastladığım çocukluk fotoğrafım... Annemin kucağında, kolumu onun boynuna erkekçe atmış bir şekilde oturuyor, vakur gözlerimle fotoğraf makinesine bakıyorum. Kırmızı yakalı gömleğimin üzerinde rengarenk harf desenleri... Eskiden harfler sadece gömleğimin üzerindeymiş. Şimdi öyle değil. Şimdi onlar birleşiyor, bir fotoğraf karesine sığmayan ıstıraplar halinde kelimeler, cümleler oluşturuyor ve böylece hayatımın en muhkem bazen de en ayan beyan kesitlerinden bahsetmiş oluyorlar. Onları yok etmek mümkün değil. Onlar ki bekleneni olan gecelerin, korkulu uykuların, mutlu uyanışların, ilk aşkların, ayrılıkların, ibretlerin ve yakarışların biricik sığınağı.

Temmuz / 2023

Kültür, nicelikten; estetik, mübalağadan bunalmış durumda.

Ağustos / 2023

Doğrusu bazen bilim bana insanlığın bilinmez çağlarına ait ürpertici masallara karşı sığınılmış bir tedbir gibi geliyor.

Eylül / 2023

Zaman ve mekan arasında uzanan ipler öyle bir gerilir ki, bir meczubun tebessümü o iplerin üzerine keskin bir bıçak gibi düştüğünde, artık infilak ederek kopmaktan başka çaresi yoktur. Geriye kalan ise, büyük bir felaket sonrası tozu toprağı üzerinden silkerek yeniden kutsal yaşama kavuşmayı dileyen ruhların, büyük bir şaşkınlıkla ayağa kalkma gayretinden başka bir şey değildir.

Ekim / 2023

Eskiden seninle nerelere giderdik? Şehrin tüm sanat galerilerini gezerdik Tophane’ye çıkar, kitap okur, karıncalarla oynardık. Aslında hep sessizlik arardık.” Sesine okul çocuklarının uzaktaki cıvıltıları dokunurken ihtiyar yüzünde hayal gibi bir hoşnutluk belirdi ve usulca söndü. Dere yatağının üzerinde büyümüş yabani otların, güneşli bir sonbahar akşamının serin rüzgarlarıyla kıpırdanan gövdelerinde ona verebileceğim bir cevap aradım. Yutkundum. Şehir gürültülü bir rüya halini alırken, geçip giden ömürler ve tükenen tüm gençlikler için üzüldüm.

Kasım / 2023

Durgun bir suya benzediğimi düşünmekten kendimi alamıyorum. Talihin kara sinekleri, sonbaharın yapraklarıyla bulanmış sathımın üzerinde, zardan kanatlarını telaşla çırparak dolaşırlarken üstelik.

Aralık / 2023

Beyaz bir rüyanın, görünen tüm güzel manzaraların, anne sevgisinin, çelik gibi erdemli ve sadık bir tavrın, çocuklukta dert olmayan yağmurların, yolculukların, aşkların, tutkuların, perişanlığın, nefretin, öfkenin, sesin ve soluğun içinden, sığındığımız yegane sığınağın içinden sonra, bizi var eden ne varsa, bizi kahreden ne varsa; varlığımızın aldanıp da her tarafını yapışkan bir efsuna kaptırdığı, aynı zamanda pislik ve çamurla kaplandığı bir dehşet idealinden başka bir şey değil zaman. Bıçağın keskin tarafı her zaman bizi tehditkar parıltılarla karşılıyor. Bir darağacı bizim için her gün yeniden kuruluyor. Her gün yeniden seyrediyoruz bir gün olmayacak olan gövdemizi; kimi zaman şehvetli, kimi zaman pişman ama çoğu kez unutmak için kendimizi.

Ocak / 2024

Yorgun çehrelerimizle geçiyoruz evlerimizin aynalarından. İlk önce şöyle fiyakalı bir bakış atıyoruz mesela. Yıllar geçiyor ayna karşısındaki kendimize bakışlarımız seyrekleşiyor ve en nihayetinde, çökmüş omuzlarımız ve dalgın gözlerimizle, bir hayaletten farksız olarak geçiyoruz onların önünden. Bizi bekleyen ne varsa; kavga, sevgi, özlem, yaşam kaygısı, umut, şehvet, yaşamaya dair, yaşamanın kendisi olan ne varsa ardımızda, bir zamanlar fiyakayla baktığımız aynalarda asılı kalıyor.

Şubat / 2024

Sıvası dökülmüş duvarlarda dolaşan ve sonra bir noktaya sabit kalarak, sessizlik içinde her şekil ve renkte bir doğumun sancısı misali büyüyen o ince ve soğuk teri hisseden göz... Sızlayan şakaklar, göz kapaklarının içinde dolaşan ve insanı yaka paça uykunun dışına iten hayaller... Bizi, düğümlenen bir ipi, ellerimizin taze eklemleriyle takip etmek ve sonra, sıvası dökülmüş duvarlar ortasında asla gelmeyecek olan bir zamanı beklemek yaşatıyor.

Mart / 2024

Kutsal yaralar, kendilerine bahşedilen kutsiyetlerini daima kanayacak olmalarından alırlar. İyileşmeye başlayan bir yaranın kutsal olduğu düşünülemez.

Nisan / 2024 

Nereden esti bilmem, Peride Celal’in öyküsünden uyarlanan, başrollerini Türkan Şoray ve Rutkay Aziz’in oynadığı 88 yapımı “Ada” filmindeki şu söz geldi aklıma: ...başımdaki uğultuyu dindirmek için insanlara ihtiyacım var benim.” İnsanlar hem zehir, hem de panzehir. Hem içimizde, hem dışımızda. Ne büsbütün insanız, ne büsbütün onlardan ayrı ve bir türlü bulamadığı yörüngesini aramaktan yorgun düşmüş birer uydu. Her şey çetrefilli bir olaylar zincirinin içinde dönüp duruyor. Geriye kalan tek şey: Başımızdaki uğultu. Onu insan olduğumuz için duyuyor, insan olduğumuz için sebebini başka insanlarda arıyoruz.

Mayıs / 2024

Ölüm birdenbire geldiğinde insan onu gündelik hayatta nereye koyacağını bilemiyor. Bir kendimize, bir ölüme yabancıyız bu yüzden. Bir yandan da ölüm fikrine alışmak için kendimizi tanımaya çalışıyoruz. Çünkü ölen artık hem “o”, hem de “o değil”dir. Öldükten sonra hem biziz, hem biz değilizdir. Ve tarih ölüm üzerine söylenmiş şeylerden ibarettir daima. Tarihin içinde, her ölümü sanki aynı gibi algılamamız, ölümün bütüncül yanı ile alakalı: Ölüm öznenin başına gelen bir nesneye dönüşme halidir. Ve bu dönüşüm kaçınılmazdır. Panta Rhei!

Haziran / 2024

Cırcır böceklerinin tekdüze senfonisiyle uyandım. Aynı ağızdan bir bütün halinde göğe yükselen kıyamet ıslığı... Deniz açık mavi. Güneş tepede. Balkonda ilk sigaramı içerken imgesel olarak gözümde canlanan şey: Yuka çiçeğim, sivri ve yemyeşil yapraklarıyla plastik saksıda dimdik duruyor. Bir ismi bile var. Evin bir köşesinde sessiz, sakin, unutulmuş bir şey olsa da bir ismi var onun. Bir zamanlar birine hediye olarak verilmesi düşünüldüğü için benim nezdimde artık ismiyle birlikte unutulanlar arasında yerini almış olsa da o orada, aynı şekilde, annemin gün gün sulaması sayesinde yaşıyor. Bir yanıyla artık o yalnızca bir imge. Terli etin, sıcak nefesin ve şişmiş gözlerin, cırcır böceklerinden duyduğu şu kıyamet ıslığından anladıklarıyla aynı. Yuka çiçeği ve cırcır böceklerinin telaşı aynı şeyleri söylüyor.





Miskin dergisinin

2024 / Kasım tarihli 5. sayısının

20- 22. sayfalarında yayınlanmıştır.


BİZE NE OLDU?


Selimcan Yelseli


Kırık camlar. Işıltılı yüzler. Gölgeler, boy boy gölgeler. Kalemi terk ediyorum. Işığı ve sesi de.

Bize ne oldu?

Şafak vakti tenimizin ürpertisinde dolaşan aydınlık, geceleri yüzümüzü örten karanlığa inat perdelerden sızan sokak lambaları. İçimizdeki gökyüzünün mahcup yıldızları... Gelmek bilmeyen uyku, bitmek bilmeyen şarkı...

Bize ne oldu?

Uyku gelmek bilse de rüyaların sancı sancı büyüdüğü ve o uykulardan nefes nefese uyandığımız vakitlerdeyiz. Gövdemizin ortasında yükselip duran bulantı... Sanki bin fersah ötede, dalgalar üzerindeki o meçhul yolculukların birinde çalkalanıyor gibiyiz. Dünya ellerimizden kayıp gitti. İnkar ediyor bunu her şeye rağmen düzenini sürdürmeye çalışan borsa, reklamlar ve ekranlar.

Dünya ellerimizden kayıp gitti ve her şeyi bir kenara bırakan insanlar, bir gün dönecekler eski masumiyetlerine. Kitap kapaklarıyla muhafaza edilen ve bizi daimi mutluluğa inandıran yalanlar; ne çok konuşulursa, o kadar az... Uçsuz, lekesiz, bembeyaz: yeni bir "yaşamak" arasak? 

Bir sabah düşülse yollara, o eski ve güneşli tenhaların gizli neşesiyle. Mesela uysal ve zamanın mahreminde uyuklayan cevherin ateşiyle, yeniden, tertemiz bir doğuşa inansak... Mümkün mü bu? Daima sarf edilen, tüketilen ve asla yerine bir yenisi gelmeyen kelimelerin dilimizdeki avuntusundan bizi kurtarıp tıpkı yeni bir yaşamak gibi, yeni kelimelerin münbit alemine kavuşmak için elimizden ne gelir?

Kırık camlar. Işıltılı yüzler. Gölgeler, boy boy gölgeler. Kalemi terk ediyorum. Işığı ve sesi de.

Bir meczup, titrek, kalın ve kirli elleriyle, bembeyaz gömleğine döktüğü sigara külünü aceleyle temizliyor. Bir kadın gülüyor, bir adam suratıma -sanırım kavga etmek için- dik dik bakıyor. Her zamanki manzaranın içinden bir manzara bu. Sokak lambalarından sızan sarı bir yangın. Işıltılı yüzler ve sokak boyunca uzanan boy boy gölgeler. 

Çocuktum. Etrafımda ilmek ilmek örülen bir dünyanın içinde, cam kırıklarından ve kanımdan sakınır, ışıltılı yüzlere tebessüm eder, gölgeleri doğdukları yerde, karanlıkların içinde mahkum bulurdum. Kalem henüz yazmaz, ışık ve ses ayrı ayrı düşmezdi içime. Kelimeler de yeterdi dilime üstelik. İçimi bir çırpıda açardım herkese. Harfler, kelimelere büyük bir iştiha ile kavuşur, cümleler sonsuzluğa uzanır gibi kurulurdu bende. Belagat için söylenmiş o coşkun ve cüretkâr sözlere kolay kolay kanmazdım bir de. Her aynanın karşısında durup da "Bana ne oldu?" diye sorardım gocunmadan. Kendim ayrı, yaşamak ayrı bir yerde akar gibiydi. Hep aynı kelimeler birbiri ardınca gelirdi dilime. "Ben" ise "Biz" olmamıştı henüz.

Şimdi...

Hayır! Kelimeler yetmiyor bana. Kalbimin ortasından zamana sıçrayan kan, barut ve infilak... Gözlerinde bin yıllık acılarla, kırık camlara basmaktan korkmadan, yalınayak, kendi kıyametine yürüyen bir çağın yoldaşıyım ben. Farklı, el değmemiş, masum ve ipek gibi yumuşacık kelimelerle sormalıyım bir kez daha: Bize ne oldu? 

Kalemi, ışığı, sesi terk edemiyor, bize ne olduğunu anlayamıyorum bu kelimelerle.



-

Sık Ziyaret Edilenler

Higgs Bozonu ve Çocuk Sezgimizdeki Masumiyet

Şekilcilik, Kabuk ve Öz

NON FVI, FVI, NON SVM, NON CVRO.