2022

 

Mart

Hayli zaman oldu, mum ışığı üzerine düşünüyorum. Aslında düşünmek denmez, büsbütün mum ışığını hissediyorum. Ben kara kuyuların kalbim ile münasebetini tattım... Zehirli sözler söyledim, kanayan yaralara dokundum. Zamanın ağacında, on dokuzuncu yüzyılın dalında birer yaprak gibi kuruyan insanlığı anladım mesela. Geçmiş her yüzyıl aynıydı... Yüzyılımız, 21. yüzyıl aynıydı. Mum ışığı, bu karanlık kuyulardan, zehirli sözlerin, kanayan yaraların ve karanlık şehirlerin ortasında yükselen ağaçların arasından, bir güneş damlası gibi damladı içime.

*

Şu kara bulut öyle ağır ki, ortadaki küf rengi derenin ucuna değdi değecek. Etrafımda sivrilen ve nasıl olduysa bir afakanın şaşkınlığı içinde donup kalmış beton çığlıkların arasından süzülüyorum. Nafile... Tedirginim. Biliyorum ki her köşe başında, her şey devrilebilir. Her köşe başında ben devrilebilirim. Mesela dün; biri sabah, biri öğleden sonra olmak üzere iki kere devriliyormuş ceviz ağacından mamul kitaplığım... Evet, iki kere meyletmiş devrilmeye... Sonra bir anda durmuş. Bir şeyler araya girmiş olmalı. Mesela hiç olmadık bir söz söylenmiş, unutturmuş olabilir kitaplığıma devrilmeyi... 60 yıllık mazisiyle yeniden kalkışır mı buna?

*

Onun tuvalinde kan kırmızı bir yara kabuk bağlamış olmalı... Mavi onun tuvalinde erimeyi bekleyen bir buz damarı belki de. Ben orta halli bir "entelektüel" kahvesinde bunları düşünüyorum. Derken incecik sesli bir adam garsona şöyle diyor; 

“Şu masaya geçme şansımız var mı?” 

Sorulan soruların en riyakarı bu soru olmalı. Vakitsiz nezaketin, zamanın üzerine tıpkı bol gelen bir gömlek gibi giydirilmesini ve zamanın öyle mahcup, öyle sessiz bir köşede beklemesini iyi bilirim. Mesela vakitsiz öfke de öyledir. Misale hacet yok, küfürleri düşünün kâfi...

*

Hatırlarım; içim içime sığmıyordur. Annem gri uykusundan uyanmıştır. Ses kesilmiştir evimizde. Neşeli bir sessizliktir bu. Ben neşeli sessizliklerde çocuk gözlerimle sayfa sayfa okurdum kitaplarımı. Minicik defterlere yazılar yazardım. O zaman yaz mevsimi yusufçuklar seslenirdi bana bahçemizdeki ceviz ağacından. Sessizlik sürerdi. Dizlerim yara, zar zor oturur, balkonumuzda bulduğum bir kırkayakla oynardım. Kırkayakları severdim. Bir müddet sonra sessizlik bozulurdu.

*

Şimdi burada tıpkı incecik bir yarada pıhtılaşan bir kan gibi akmayan bir zaman var. Yetişilemeyen vasıtanın az önce buradan çekip gitmiş yarım nesnesi, rüyaya sığmayan arzu, uysal ama sinsi temenni, ekmek kavgasından kopup gelen tufan, yani şu destansı insanlık... Zamanın donup kalmasını fırsat bilerek ulvi temenniler, mümkün olmayan şeyler bir ihtimal kisvesiyle dile geliyor. İhtimalin ayartısı.

*

Saçlarımı köprü üzerindeki rüzgara teslim ettim. Bir ayaz, birbiri ardınca, hiç bir hudut tanımadan, hatta birbirlerini fark etmeden yürümeyi marifet sayan insanların arasından bir bıçak sızısıyla akıyor. İnsanları her adımlarında, bir muvazeneye itaatkar kılan kudret nedir? Merhale merhale attıkları adımlarında onları bir sonraki adımı atmaya yüreklendiren şey, "Şimdi ne olacak?", "Bundan sonra beni ne bekliyor?" diye sordukları soruların kaygısı olabilir. 

Tereddüt ancak köksüzlükte mümkündür. Tüm tereddüt ettiğimiz anlar ruhumuzun yahut bedenimizin kendisini köksüz hissettiği anlardır. Bundan sonra ne olacağını görmek üzere bir karar veririz. Kaygı, kararımızın istikametini izhar eder. Ama bir anda kararımızda da, adımlarımızın istikametinde de tutunacak bir amaç, bir sebep yoktur. Sebepsizliğin köksüzlüğe erişmesini duyumsarız ve tereddüt ederiz. Bazen bir istikamet üzerine ilerleyen gövdelerimiz, unutulan, ansızın akla gelen bir düşüncenin şiddetiyle olduğu yerde sarsılır ve duraksar. Bir anda ilerlediğimiz istikametten süratle döneriz. Bir unutulanın hatırlanması ile meydana gelen anlık bir köksüzlük ve ondan filizlenen tereddüt gövdelerimizde çevik bir vazgeçmeye dönüşür. İlerlediği istikametten ansızın geriye dönen gövdelerde köksüz olmanın rahatlığı ve hareket mefhumunun tüm imkanlarına uyan kıvrımlarını okuyabiliriz. Mesela Barok resimde hemen hemen bütün figürler hareket halindedir. Bu hareket ışık ve gölge oyunlarının arasından garip, enigmatik bir tereddüt haline gelir. Sanki tüm figürler köksüz ve bulundukları mekan içinde tereddüt halindedirler. Unuttukları bir şey vardır bu figürlerin ve hatırlamanın şiddeti ile dalgalanır gövdeleri.


Nisan

Bu yaşamak büsbütün çalkantı... Büsbütün istifra. Tetikte bekleyen utanç. Mahcubiyet... 

Misaldir, tüm ümidini yitirse insan, uyuyan bir yarayı her sabah yeniden terk etse. Onu kilitli kapılar ardında Allah'a emanet etse... 

Süratle giden otomobilin kirli camlarından günün ilk ışığını içen denizi izliyorum. Kalın perdeler arasından bir yer bulup içeri süzülen gün, yüzüme böyle mi yayılmış, bende yakıcı bir uyanma arzusunu böyle mi doğurmuştur? 

Beni bu çalkantıya kim bırakmıştır? Ellerimi ateşler içinde kavuran çocukluk hastalıklarım mi? Göz bebeklerimde büyük, sisli, dolgun bir daireyi uyandıran ateş sanrılarım mı? Yüzümü delik deşik eden ispat çağlarım mı?

Beni bu istifra diyarında, başım gibi dönen göklerin ortasında kim yalnız bırakmıştır?

*

Bir dostum var, onu seyretmekten memnunum. Bana kaderi o hatırlatıyor bir tek. Meseleler arasında kurduğu rabıta beni hayran ediyor. Ben bunu ikimizin de doğumumuzdaki o incecik illiyet benzerliğine bağlıyorum. Kaç kere ölürüm bilmiyorum ama bir daha doğsam dahi unutmam Cioran hakkındaki iştahlı münakaşalarımızı.

Şimdi ben bu çalkantıda böyle koşturuyorum. Bu allak bullak yerde göğsümde müthiş çarpıntılar duyuyorum. Beynimin içinde büyüdükçe büyüyor bir ölüyü nüfustan düşüren memurun klavyesindeki tıkırtı. Boynum terliyor. Kaç ölü yaşamdan siliniyor günde? Kaç mezar kazılıyor?

Sartre’ın o meşhur kahramanı Mathieu’nun serencamında ötelere düğümlü bir teslimiyet duyduğumdan beri, tıpkı Bir Adam Yaratmak'daki Hüsrev gibi hadiseleri pek garip buluyorum.

*

Bir meczup, sokağın ortasında bağıra çağıra küfür ediyor. Her sıhhatli insan gibi ona bakmıyorum da, gidiyorum bir ateş damlasına hayret ediyorum. Ona şaşırıyor, uykumun içinde binlerce ateş damlası görüyorum. Dekordan ziyade teferruat yıkıyor beni.

*

O bedbaht genci yeniden görüyorum. Sakalları uzamış. Konuşurken tekliyor. Her gördüğümde ona bir sigara veriyorum. Halimi hatırımı büyük bir nezaket maskesi altından soruyor. Mukabele ediyorum. Mahcup, tedirgin, umutsuz. Tüm bunlara rağmen sanki bir yumağın içinden kurtulmaya çabalıyor her seferinde.

*

Gözüm kitap kapaklarında. İçimde bir ıslık büyüyor. "O gece................." diyor. Hayır, mümkün değil! Nasıl böyle girift bir meseleyi yüzüme kolayca üfürüyor, şaşırıyorum. Bu denli basit mi? Gözüm kitap kapaklarında... Elimi yüzüme kapatıyorum. Mum gibi oluyorum. Hayır, istemiyorum. O kitabı görmek de, sesleri duymak da, anlamak da, anlıyor gibi olmak da istemiyorum. 

*

İçimi kıpır kıpır eden bir üslup aradım mı derhal bir Attila İlhan kitabına sarılıyorum. Samimiyeti çekiyor beni. Az sonra telefonum çalıyor; "Neredesin?" 

Caka satarak ve aslında kendi halime acıyarak dışarı çıkıyorum. Şunu bir söyleyebilsem; "Benim yaşamım kendisinde biriken ve ona yaşam veren öz suyu bir bardak dibinde çalkalayıp toprağa dökecek kadar iddiasız ve nankör." Ben istikametten bir başkaldırı yalnızlığı ile yüz çevirdim. Köksüz kalmak istedim. Her kavramı parçaladım. Yüzlerce parçaya böldüm. İçime bulutlar topladım. Yağmurlar yağdı. Ben kendimi yersiz yurtsuz bırakmak istedim. Sebebi mi? Bu suale verebilecek tutarlı bir cevabım hiç olmadı.

*

Bulunduğu yerden düşen bir şeyin, düştüğü zeminde yankılanan sesinde kaybolmak lazım. Hatta bence bilinmeze giden en hakiki yollardan biri, düşen bir şeyin zeminde çıkardığı sesten sonra bir anda etrafı saran sessizlik olmalı. Bir anlık, çıldırtan, ürperten, uyandıran bir şey o. Var ile yok arasında zamansızlığa uzanan bir şey. Geçmiş ile geleceğin arasındaki en kat’i çizgi. Bir kalem mesela, silindir gövdesi ile döne döne ilerliyor masadan, masa bitiyor, kalem yere düşüyor. Mahremiyeti bir hiç mesabesine indirgeyen, asi, sarhoş edici tek bir ses ve ardından kurnaz bir sessizlik. Bu seste ve sessizlikte kaybolmak lazım.

*

İstikamet eksiliyor mu? Eksilip de en nihayetinde bir tutam kalacak bir şey mi istikamet? Neden eksiliyor eksiliyorsa ? İstikamet üzere bulunmak ve daimi bir hareketin muhatabı ve hatta biricik meselesi olmak mı eksiltiyor onu? Laf-ı güzaf. Süren bir şeyin bitmesine âşina olmuşuz. Bizi tüketmenin sınırında başı boş bırakmışlar. Ufukta bir çare arayan talihsiz gözlerimizin feri usul usul kaybolmuş. Ya tükenecekmiş her şey yahud ele geçmesi, ulaşılması mümkün olmayacakmış öyle kolay kolay. Aldatmışlar bizi. İstikamet tükenmiyor, bilakis uzuyormuş.

*

Ona bir şey söylemek için o karanlıkta gözlerini arıyorum. Eşyanın tüm hususi çizgilerini içen, eşyayı farklı farklı görünüşlere büründürmeye muktedir karanlık, perdelerin içinden ağır, kıvamlı bir katran gibi doluyor odaya. Ya gecenin başlangıcı bu karanlık, ya da günün. Sabah karanlığı olarak farz ediyorum bu karanlığı; içimi bir geç kalma telaşı sarıyor. Gece olarak düşünüyorum; sinsi bir fikir üzerime hücum ediyor. Eşya, karanlığın içinde yankılanan nefesimiz ve inip kalkan göğüs kafesimizin titreşimi ile bin bir surete bürünüyor. Bu karanlık, eşyayı ve zamanı kendi hüviyetsizliğinde eriten, efsunlu bir yanılsama diyorum.

*

O akşam çıkamadım. Bir soluklanma vesilesiydi yaşamak. İnkârlarımdan şahsi bir mukavemet hissi yaratmaya gayretliydim. Başaramadım. İnkârlarım öylece kendi asli kimlikleri ile kaldılar ortada. Yüzümü çevirip bakmadığım, yalvaran bir yabancıya tüm nefretimi dökmek istiyordum. İnkârlarımı bir bir saymak. 

O hâlâ, o bankta beni beklemektedir. Ben de yolun karşısındaki kuytu köşeden izlemekteyim onu. Süratli otomobiller arasında süzülen gözleri... “Melâli anlamayan nesle” âşinayım artık. 

Ne denir bir yaşamın arkasından? Korkulu uykular büyüten gecelerden, ağaçların kuru dallarından uzanan yeşili bir bahar muştusu kabul edince kurtulan çocuk yürekler... İnfilak eden kelimelerin ortaya birer paçavra halinde dağılması. Paramparça... Kirli... Yarım...

*

Terk ettiğimiz süreklilikler vardır. Her ne kadar zaman yekpare bir muvazene içinde sürüklense de, bir yolunu bulur ve bu sürekliliklerden cayarız. Çocukluğumuzdan kalma hınzır ve biraz da vecde yakın bir haldir bu. Kendimizi zamandan saklamaya yeltenmenin beyhudeliğinden öcümüzü böyle alırız. Dudaklarımızda bıçak gibi bilenir sözcükler. Bazen bu sürekliliği terk etmenin her ne kadar acı bir tecrübe olacağını bilsek de, bu tecrübeyi uhrevi bir kader haline getirmek için abartırız tepkilerimizi. Durgun suyun yüzeyinde sancıyla büyüyen bir dalganın imtiyazına sahip olmak ve sona erene kadar sakince yüzeye tesir etmek isteriz. Varlığımızı onaylamanın, oluştan var oluşa ermenin, buradayım demenin bir başka yoludur bu.

*

Yeşil tren, -artık pek de yeşil olmayan tren- çelik rayların üzerinde gümbürdüyor. Birden etin kemikten çözülüşü gibi ya da bir zembereğin boşalması, seslerin kesilmesi, lisanların anlamın zirvesine ulaşamayıp infilak etmesi, maskelerin düşmesi, kanın durulması gibi duruyor istasyonda. Yüzü karanlık esmer adam, elleri titreyen ihtiyar kadın, karşı koltuktaki oğluna tıpkı annemin çocuk çağıma baktığı gibi bakan şefkatli kadın... Manzaramın içinde bunlar var. 

Bu kadın ve oğlu beni bir çırpıda çocukluğuma götürüyor. Memleket hastanesine gidiyoruz, gün yeni doğmuş. O gün bilmem kaçıncı kez kanımı alacak hemşire ve bilmem kaçıncı kez yüzümdeki akneler ve vitiligom için bir tedavi belirleyecek doktor, kestiremiyorum. Kanımı alırken hemşire, annemin o zamanlar daha genç çehresiyle bana tıpkı bu kadının oğluna baktığı gibi baktığını hatırlıyorum. Tebessüm ediyorum ona. Çıkıyoruz. Güneş ve sabahın içinde yüzen bu aydınlık bana, erken dönem cumhuriyet edebiyatı romanlarındaki hüznü veriyor. Ne garip! İçimize, ince, insanı çıldırtacak kadar ince benzerlikleri çağıran hatıralarımız var.


Haziran

Henüz ölümü kendinden bir parça gibi kabul etmeyecek kadar gençken, tüten bu incecik buğu gözünü almıyordu. Kış mevsimlerinde yağmurla ıslanmış han duvarları sana acemice, biraz da başkalarının hikayesine öyküneceğin bir hüzün veriyordu. Daha ne eti tanımıştın, ne buğuyu, ne suyu, ne ateşi, ne de bizzat kendine ait olacak yaşamı ve ölümü... Şimdi kendi yaşamını ve ölümünü, kendi bedeninle yazmanın mesuliyetine eriştin. Başkasının acısını çekemezsin artık.

*

Bayram günü kapın çalıyor. Kapın onlarca kuşu kendi gövdesinde saklıyor gibi çalıyor. Ama sen gelenin lütuf mu, yoksa kahır mı olduğunu bilmiyorsun. Mutlak bir kaygı gibi üzerine yığılıyor zaman. Kendini bu yığından kurtarmak istiyorsun. Bir yığın kelimeden, cümleden, ses ve sessizlikten kendini soyutlamak istiyorsun. Kendin olarak muvaffak olmak istiyorsun bu gayretin nihayetinde. Bunları düşünmeden evvel henüz yaşamamıştın. Özünü muhafaza etmeyi marifet sayan sofralarda cılız bir mum gibi yanardı aklın. Sen yaşıyorum sanırdın. Bekliyor sanırdın geleni... Gidenle vedalaşamazdın oysa. Kendini katamazdın anın yegane ve tekrarı mümkün olmayan geçiciliğine. Seni kabul etmezdi zamanın mahremiyeti. Henüz kendi acını çekecek kadar yetişkin değildin.

*

Karşıda, ufka yakın o meçhul noktada yanan ışığı görüyorsun. Yunanca bir şarkı söylüyor sesi titrek o kadın, “Balamo”. Sen, masanı kaldırmamalarını ve az sonra döneceğini tembihleyerek kalkıyorsun. Henüz bir kaç adım atmışken çamur renkli bir köpek bacaklarına sırnaşıyor. Onun merhamet bekleyen gözlerine bakıyorsun. Denizin ortasındaki yelkenliyi seyrederek ilerliyorsun sonra. En sonunda, senin için o an dünyanın merkezi olacak kadar ehemmiyet dolu sivri kayanın üzerine çıkıp bir sigara yakarak ufka yakın meçhul noktadaki titrek ışığa dalıyorsun. Dalgalar, bir rüzgar tabiatıyla seni kendisine çekebilir oysa... Bu kayalıkların arasında yaşayan telaşlı fareleri sürüklediği gibi sürükleyebilir seni kendi göğsünde. Sen bir yıldız mı bir yangın mı olduğunu bilmediğin bir ışığa bakarken ölebilirsin. Sigarandan derin nefesler çekip, Yunanca şarkının büyüdüğü yankıyla -ve biraz da onu "Balamo" diye tekrarlayarak- bu bilinmeze veriyorsun gözlerini. Mahremiyetini sana böyle sunuyor zaman.

*

Seni şimdi birbiri ardınca patlayan bu ses, bu dünyanın göğsünden kopup gelen hırıltı, bu renklerin gözleri sızlatan çağrısı rahatsız ediyor. Sen şimdi pek kınanan bir biçimde, umursamaz olmakta çareyi buluyorsun. Başarıyor musun? Hayır... Seni tutup da kendisine çekiyor dünya. Gömleklerinin birleşmeyen yakalarında ölgün akşam esintileri duyuyorsun. Bir şiir okuyorsun. Gelmemiş, sana ulaşmamış bir güzellik kendi düzeninde mesut olmaya çabalıyor. Öfkeleniyorsun. Oysa kim derdi ki, ilkel şeyler sana tesir edecek. Kim derdi ki, varlığın kökenini, o her şeyin evveline dayanan sebebini, üzerinden yakaları bir türlü birleşmeyen bir gömlek gibi çıkarmak isteyeceksin. Nice bakışlardan ürkecek, daha nicelerinden tiksineceksin. Bilemezdin, giden otobüslerin camlarından yakaladığın bakışlar, insanlığın en hüzünlü tavrıydı oysa.

*

Bir yaz akşamı güneş batıyor. Sen bu taşlı yolda yalpalayan arabanın camlarından yolun kenarından akan ağaçları izliyorsun. Nereye gidiyorsun? Korkuların var. Arzuların da... Mesela şimdi yasak bir şey yapabilmenin ayartısı var sende. Yuvarlak güneş gözlüklerini takıyor, ıssız yolun kenarındaki çeşmenin yanındaki taşa çöküyorsun. Bu, dünyanın sırrını zedelemek gibi geliyor sana. Orada zamansızca oturma eyleminin aslında ne denli yasak, ne denli aykırı bir şey olduğunu keşfediyorsun. Orada zamanı unutup, asırlık bir heykel gibi öylece otursan, kınamazlar mı seni? Sen bu taşkın, bu sinsi tecrübeyi güneşi her akşam alnında hissederek yaşamak istiyorsun. Geceleri oturduğun yerden ıssızlığı izlemek. Günü öylece oturduğun yerde karşılamak. Her gelen geçen otomobilin içindeki insanların daimi hareketine karşı bir hareketsizlik olmak istiyorsun. Onlar ayrılıyor ve varıyorlar. Üzülüyor, seviniyorlar. Sense her şeyin içindeki kımıltıyı ölgün bir çaresizlikte eritmek istiyorsun. Kavuşturan, kavuşan, umut eden her şeyin insanı mahzun kılan asıl gerçekliğine  karşı yapmak istiyorsun bunu. Her şeyin geçici olduğunu biliyorsun. 

*

Bir köşede yığılmış kalmış bir gölgeyi kaldırmaya uğraşıyorsun. Onu tutuyor, silkeliyor, umut dolu şarkılar ve cılız aydınlık şiirleri okuyorsun. Çaban sonuç vermeyince kan ter içinde oturup soluk soluğa yaşamın aslında daimi bir devinim ve savaşım olduğunu düşünüyorsun. Gözlerin havada süzülen güveyi takip ediyor. Derken gölge bir iken iki oluyor. İki yılgın gölgeyi yarına inandırmak istiyorsun sen. Bunun mesuliyetiyle parmak uçlarında ve dizlerinin arkasında titreyen bir şeyler hissediyorsun. Karnından göğsüne kıvrım kıvrım mavi bir sızı yükseliyor.

*

Yan masadaki sakallı, ihtiyar adam, körlerin nasıl rüya gördüklerini anlatıyor yanındaki iki kadına. Kadınlar susuyor, ihtiyarın sesi yükseliyor. Sen kendi rüyalarını değil o adamın gördüğü rüyaları düşünüyorsun. Biraz kadın, biraz patika, biraz yasakları delip geçmenin ateşli hürriyetini görüyor olmalı rüyalarında. Çoğu sönük, müphem bir hayal gibi olmalı bu ihtiyarın rüyaları. Az sonra boğuk sesiyle teklifsizce okuduğu iki berbat şiirinden bu ihtiyarın ucuz bir sokak şairi olduğunu anlıyorsun. Şiirindeki onurdan bahsediyor. Onurdan bahseden yüzüne alay ederek bakıyorsun. Fark ediyor seni. Gözlerini dikip istihza ile tebessüm ediyorsun. Daha fazla onurdan bahsediyor. Nedense senin inadına yapıyor bunu, bakışlarından anlıyorsun. Ne onursuzluğunu gördü senin? Bu derme çatma mekanda nasıl bir onursuzlukta bulundun sen? Yanındaki kadınlara baka baka erdemden bahseden bir filozof  var diyor sonra. Sense içinden "her filozof biraz erdemden bahsetmiştir" diyorsun. Sigaranı söndürüp, mekanın mavi beyaz kareli masa örtüsüne buruşuk bir banknot atıp kalkıyorsun. Arkandan ihtiyarın boğuk sesi kadınlardan birine cevap veriyor; “Aa evet, Nietzsche, Nietzsche!”

*

Şimdi bu koku, bu taş, bu yazı, bu manzara, kadrini bilmediğin ama her bucağının huzur veren bir nimet olduğunu bir zamanlar gayet emin tecrübe ettiğin bir bahardan sesleniyor sana. Bir yanınla diyorsun ki; "ben bu baharın beni kucaklayan ve mahremiyetini bir zamanlar hiç tereddütsüz ayaklarıma seren merhamet dolu sıcaklığından artık büsbütün sürgün edilmiş bir bahtsız mıyım?"

Pişman değilsin, seni bu bahardan mahrum kılan efsuna aldandıysan aldandın. Her sessizliği bozacak sese, her hükmü yerle bir eden teşhise ve aklının içinde kendi kendisini çürütmeye her daim mahkum olan bu panzehiri ruhunla damla damla içtiysen içtin. Ne geriye dönebilirsin artık, ne de pişman olabilirsin.

Senden çekildi bahar. Buz gibi yağmur damlaları ayıltıcı ve sızlatan şiddetiyle etinde büyüyor şimdi. Güneş sana yabancı... Oysa belki de, bu baharın seni aldatan ve bir parıltılı şenliğin içinde büyüyen mahzunluğu ile sana hiç bir mutluluğun daim olmadığını ihtar eden o sahici zamanlarında, sen daha da kendine yakın ve daha da yalnızdın. Oysa bu bahar artık sana yabancı olsa da, simdi hiç bir tarife ve tasnife muhtaç olmadan büsbütün tüm hakikatiyle bizzat kendinsin. Aynada yansımanı değil kendini izliyorsun. Yaranı kendin sarıyor, ufukta uzanan yel değirmenleri ile değil, kendinle dövüşüyorsun. Şimdi senden duyulan ses bir taklit değil, gecelerin içinden, kendi dudaklarından duyduğun fısıltıdır.

*

Karşında enine doğru genişleyen ve biraz da bozuk bir S harfini andıran apartman... S harfinin başı ile göbek kısmının girintisinde apartman pencereleri. Bu pencerelerden zemin katın üzerindeki pencere, S harfinin baş kısmının çıkıntısına bakıyor. Muhtemeldir ki manzarası; sıvası dökülmüş, solgun bir duvar. Ufacık bir aralıktan gördüğün o pencerenin yanında bir örümcek yuvasını andıran bir buğu, bir karartı... Bir örümcek olsan, güneşin her gün ince bir hesap sonucu pek kısa bir vakit aydınlattığı bu kuytuda yaşamak isterdin sen. Oranın aydınlığı eksilten ve biraz da onu sağaltan gölgesi çekmektedir çünkü seni. Gözlerin oradayken her şeyin ama her şeyin, en zorlu ve dikkat gerektiren hesapların bile muhasebesini pek kolay yapabilirsin sen. Orada, o karartıda yaşayan örümceğin ne talihli olduğunu düşünür ve onun tüyden ince ağlara hükmeden sezgisine öykünürsün. Hayatındaki tüyden ince ağlara hükmetmek istersin. Bir işçi sabrıyla ve emeğin kutsallığını bilerek yapmak istersin bunu. Şahane, geometrik, her biri başlı başına bir hendese harikası olan ağlar devşirirsin kendinden. Rutubetli ama onurlu bir yaşamak dilersin... Ama ansızın biri, koca cüssesi ve karanlık gölgesi ile gelir ve bir parmak hareketiyle dağıtır seni ve tüm eserini. O dünyaya yararlı biridir artık. Eylemi tamamlanmış, faydası ispatlanmıştır. Artık ne kuytu kalır, ne incecik hesapların şuuru çıldırtmaya yetecek hazzı.

*

Bir yankısın sen, bir şeylerin yankısı... Hayatın tekrar, tekrar, tekrar, tekrar, bir çarpışın sancısı...”*

Bir yankısın sen, bir yanlışın yankısı... Durup düşündüğün yerler, elin çenende bekleyişlerin, perdeler ardından yüzüne saldıran rüzgar, dönüp duran pervasız ve gamsız mevsimler... Muallakta kalmışsın...

Alnında sildiğin terler mağrur... Diyelim ki, karar vermişsin...

Bir bakışta bir oradasın, bir burada. 

Bir yankısın sen... Kavganın, çığlığın, kanın, gencin ve ihtiyarın yankısı...

Nicedir yağmurların sesinden ürkmezsin sen... Nicedir bir bıçak savrulmaz gövdene... Gövden böyle bir emniyetle yankılanır şehrin eski mahallelerinde...

Anlamışsındır.

Ayrı düşünülemeyecek kadar bu kutsal devinimden, ellerinden ve kaderinden hiç bir vakit ayrı görünemeyecek kadar varsındır. 

Bir yankısındır sen... Doğumun, ölümün , hazzın ve günahın yankısı.

......yankılanma bizi kendi varoluşumuzu derinleştirmeye çağırır.”**

*

Huzursuz, tedirgin, mütereddit ve dargın bir yalnızlıksın sen. Bir sövgüden, bir yergiden, bir kavgadan farkın yok. Işıklı salonlarda, alkışlar arasında alnındaki teri siliyorsun. Çıkıyorsun oradan, o çok sevdiğin anıtsal mimarinin yanından geçiyorsun. Adamın biri bağıra çağıra telefonla konuşuyor. Sesi yırtılabilir, göğsü daralabilir, derdini yine de anlatamayabilir o. Yaptığı tüm fedakarlıkları bir çırpıda duyuyor, gerilen kaslarını ve boğazında öfkeyle şişen kan dolu damarlarını görüyor, bu boğucu yaz akşamında ona üzülüyorsun.

Şehrin biraz kuytularına daldın mı, korkulara gebe gölgelerle dansın başlıyor. Şarap şişeleri ve kaldırımlara unutulmuş bir çuval gibi yığılıp kalmış adamların arasından yürüyorsun. Kahkahaları kulağına yığılıyor otel önündeki kadınların. Lağımlar, ambalajlar, izmaritler, sevişmekler, yaşamaklar, safralar, tükürükler ve kanlar arasından geçiyorsun.

Şehrin meydanına çıkıyorsun. Bir zamanlar idamlıkların, ihtilalcilerin, yaygaracı insanların, şimdi ise; aşkların, tedirgin çehrelerin, parasızlıkların, aldanışların meydanı olan bu meydana. Tarihin meydanına çıkıyorsun. Meydanlarda yoğrulan fikirleri, işlenen günahları, edilen kavgaları, yapılan icatları, masum ölümleri ve mutlak hayal kırıklıklarını, yani büsbütün bir trajediyi yaşayan ve yaşatan insanları düşünüyorsun. Bir ressam olsan, en koyu tonlarda bir meydan tasvir ederdin. Müphem siluetler çizerdin. Ortaya konduracağın o devasa mermer havuzun etrafında birer yaprak gibi sermest ve hür dururlardı bu siluetler. Tasvir ettiğin bu meydana derinlik etkisini; o havuzun ve siluetlerin arkasına çizdiğin, geniş sütunların taşıdığı revaklı ve üzerinde kara kuzgunların konduğu sivri bir kemer vasıtasıyla yükselen bir tapınak ile verirdin. Tapınağın önünde seyrek ağaçların gölgelerinin indiği taştan zeminde, yılgın ve bedbaht gövdeler otururdu. Her birinin başı önünde ve her biri oturduğu yerde bir vecd halindeymişçesine dururlardı onlar. 

Kül rengi, ölgün bir ışıkla aydınlanırdı bu meydan. Görenin ruhunda şu teşhis yankı yankı büyürdü: "İşte muhtaç olduğumuz sadeliğe bürünmüş, trajedinin, nedametin, sefaletin, umudun, karanlığın, zamanın, tarihin, insanın, fikrin ve Tanrının meydanı! İşte mutlak yazgımız!"

Sen bu meydanı içinde taşıyorsun. Onu her an ziyaret ediyor, bin renk ve bin şeklin bir bütün olduğu bu ahenkte çıplak, yavan ve bir hakikate yakışır şekilde dolaysız olan, tesiri müthiş şiddetli bir kutsiyet buluyorsun. Bu kutsiyet, gürültüden, hareketten, süratten arınmış, ancak mahşer gününün ilk telaşından sonra ruhları saran teslimiyetin hüznüne benziyor. Büyük bir felaket gününün ardından gelen uykular gibi... Bir yeni ölmüşün başında geçen gecenin ardından gelen sabahlar gibi ya da. Mana verememek ile mananın en keskin çizgilerinin yanıp söndüğü bir medcezir, bir göz yanılsaması, bir telaş ve sükûnet.

*

Belki de bir daha göremeyeceğin o adımları izliyorsun. Az sonra çarşaf gibi kağıtlara yazmanın hürriyetine kapılacaksın. Geç kalınmış şeyler seni devasa bir kapının -aslında asırlar boyu bekleyeceğin bir hiçliğin- önüne getiriyor. Bir daha göremeyeceğin adımları son kez izlediğin andan itibaren sen de içini adımlamaya başlıyorsun. Balkonunun manzarasını teşkil eden ağaçlara bakarak kahveni içiyorsun. Göz ucuyla seni süzüyorlar. Geç kalınmış bir gün...

Akşam olunca günün geç kalınmış olduğunu anlayabiliyorsun. Bu bile ebedi ıstırap için yeterlidir. İçini adımlarken zamanın aslında senin kendinden bağımsız bir şekilde, gözlerinle gördüğün, konuştuğun, öylece beklediğin bir şey olduğunu anlıyorsun. Zaman, sen içini adımlarken hükmünü yitirmemiş midir?

İçini adımlarken nereye yetişmeye çalışıyorsun sen?

Tökezleyip, gözlerinin gördüğü şu ucube ağaçların dallarına takılarak içinden düşüyorsun...

Düşüş varsa zaman da vardır. İçindeki adımlar da zamana riayet ediyor. 

İçin şimdi dünyadan, gördüğün, konuştuğun dünyadan bağımsız değildir. Adem içinden günahkardır, ama günahın müsebbibi elmayı konuştuğu, konuşacağı dudakları arasından, yani dışından dişlemiştir.

Adem içinden günahkardır. Ama içini de yanına alarak düşmüştür.

Düşüş varsa zaman vardır.

Adem düşünce zaman başlamıştır.

Senin belki de bir daha göremeyeceğin adımlar, Adem’in, Havva’nın, insanlığın, kanın, savaşın, acının, yalanın, çiçeklerin ve hoş kokuların; ışıklı salonlarda, plazalarda, konaklarda, mabetlerde attığı adımlardır.

Dipnotlar

*İlhan İrem'in 1987 tarihli "Ve Ötesi" albümündeki "Yankılar" şarkısının sözleri.

**Gaston Bachelard, "Mekânın Poetikası", İthaki Yayınları, syf: 14.


Temmuz

Ruhumuzun en girift ve mahrem yerlerini keşfetmek arzusuyla içimize yaptığımız uysal bir yürüyüş mü, yoksa şehirlerin hengamesi ortasında ya da tabiatın engin yalnızlığında yaptığımız bir yürüyüş mü daha makbul? Yoksa her ikisini de birbirlerine incecik bir bağ ile tutturmaya namzet bir sezgi kabiliyeti mi mevcut?

Hatırlıyorum, uzun yıllar önce bir akşamüstü Jean-Jacques Rousseau'nun "Yalnız Gezerin Düşlemleri" kitabının son sayfasını çevirdiğim gibi soluğu uzak diyarlarda alma hevesine kapılmış, bir şeyleri hayatın olağan akışında yarım bırakmanın ateşli ayartısına teslim olmuştum. Oturduğum yerden kalkacak, güneş sarı bir demet halinde son yangınını üzerime boşanırken yola koyulacak, yürüyecek, yürürken düşünecek, düşünürken anlayacaktım...

Hareket yaşamın en kat'i delaletlerinden biri. Yaşamı, donup kalması an meselesi olan bir teslimiyetin, ağır ağır ilerleyen, neredeyse olduğu yerde mıhlanıp kalacak imkanlarının içinde, kararlı, çevik ve hür bir şekilde büyüyen hareketler ile tanırız. İlerleyen, kıvranan, yavaşlayan, sürat kazanan ve bir devinim ile tekrarlanan hareket bize yaşamı sunar. 

Bir heykeltraşın, yekpare bir taşın mukavemetinde hareketin en hususi kıvrımlarını araması, tabiatın harekete meyli, zamanın daimi bir hareket halinde akrep ve yelkovan marifetiyle ilerlemesi, teslimiyetin uyuşuk tavrına karşı bir direniş ve varoluşa dair bir mücadeledir adeta.

*

Şimdi bir solukta trene yetişiyoruz. Yağmur başladı başlayacak. Bulutlar başımıza mı değiyor?

Trene biniyoruz. Bir durak sonra iniyorum. Şehrin meydanına çıkan merdivenlerden çıkıyor, seni ve tıpkı bu tren yolculuğu gibi yaptığın ve yapacağın tüm yolculukları düşünüyorum. 

Şehrin meydanındaki işportacılar kadar yağmuru tanıyan yoktur. Hepsi tezgahlarının başında...

Onların o derin ve hassas muhasebe sezgilerine güveniyorum. Yağmayacak. Yağacak olsa aceleyle tezgahlarını toplar evlerinin ya da köhne birahanelerin yolunu tutarlardı biliyorum.

O gece bulutlar başımıza değmemişti. Bir kavgadan çıkıp gelmiştik. Yağmur yağmayacaktı. Senin bir daha yapacağın hiç bir yolculuk o gece ki tren yolculuğuna benzemeyecekti.

Ben karanlığın yolunu tutacaktım. Karanlık benim yolumu tutacaktı. 

*

"Dil hânesini yık koma taş üstüne bir taş

Sen yap anı iller ana vîrâne disünler"

"Disünler" diye diye mırıldanarak, perdeyi çekiyorum. Dil hânesini de diyorum, vîrânesini de.

Gönül evimi de biliyorum, virânemi de.

Tozlu rafların arasında dolaşıyorum.

Üzerimize yığılan ve hiç bir telkinin kudretinin bizi teskin etmeye yetmediği, yaşama dair mütemadiyen duymak ile mükellef olduğumuz kaygıları eski kitapların arasından selamlıyorum.

Sana hiç vermediğim bir mektupta "Ceres" diye hitap ediyorum.

Ne de olsa sen kendi rüyanın mahremiyetinde mesutsun.

Seni de selamlıyorum Ceres!

*

Cilimboz bir gölge gibi akıyor. Herakleitos her şeyin daimi değ8şmeye ve akışa riayet ettiğini düşündüğü zaman Cilimboz deresi akıyor muydu bilmem ama bu dereyi görebilseydi başlı başına bu değişime ve akışa bir misal olarak gösterebilirdi. Parmenides'in ise Cilimbozu gördükten sonra fikri değişebilirdi.

Bunlar karanlığın içinde yolunu bulabilmek ve su ile alakalı avuntular.

Saat 00.00 civarı Pink Floyd dinlemişiz, folklorü tenkit etmişim. Günün aydınlanmasına tam bir saat varken Cilimbozu izlemişim.

*

Kirlenmeyi seviyorum. Ruhen ve bedenen insana yaşadığını anımsatan iki madde var: kan ve kir. Kirden ne anladığımıza bağlı elbet. Kir, maddeler arasındaki en göreceli madde.

Kirlenmekten korkmuyorum. Tozdan, çamurdan, düşmekten yorulmuyorum. Uzun yollara çıkmaya yerinmiyor, edilmesi mümtaz bir vazife olarak başımın üstünde dönüp duran ve beni tetikleyen harekete minnettarım. Ruhumu bilerek yıpratıyorum. Yıpranan şeyin yaşanmışlık kokan haline itimadım tam.

Sonu bir sabah vakti John Denver'in “Take me Home” şarkısına yedi kere eşlik etmenin ve gece boyu tam tamına on dört (buçuk) sigara içmiş olmanın tuhaflığıyla bitse bile.

*

Sürüklenmenin de bir diyalektiği var. Fail bulunduğumuz birçok eylemi bir nedenselliğe sığdırmanın telaşı içindeyiz. Büsbütün nedensiz bir şey olmadığına bizi hangi neden inandırmıyor?

Onu masada Bertrand Russel'ın iyi bir kitabını okurken buluyorum. Sonra çay ve sigara içiyoruz. İki günlük öyküsünü anlatıyor. Ben bir nedene bağlıyorum başına gelenleri. Mantıklı buluyor. Dirseğini masaya dayamış, eli alnında öylece duruyor.

*

Tepelerin ardından doğmak üzere olan güneşin kızıl yangını ile aydınlanan metruk köy evleri. Kuyruklarını kıstırmış kara köpeklerin gölgeleri. Köşe başlarında akmayı unutmuş çeşmeler. İnsan böyle bir sabahta, böyle bir yerde ne harika ölür. Ölüm diyorum da, hemen meydandaki caminin bir zamanlar süt beyazı olan ama şimdi kum rengi musalla taşına varıyorum. Bu musalla taşından kaç tabut omuzlanıp kaldırılmıştır? Kaç kişi bu musalla taşının yanında göz yaşı dökmüş, kaç kişi başı önünde bir vedanın yalın gerçekliği ile kahrolmuştur?

"Bir sabah vakti ölmek isterdim. Bir sabah güneş kızıl yangınıyla içimi dağlayacaktır. Kanım metruk bir köy meydanında akacaktır. Asırlar önce ölenler gibi, galibiyet ve mağlubiyetlerde, şatafat ve sefaletlerde ölenler gibi öleceğimdir."

Ben bu düşüncelerle az ileride yabani otlara fırlatılmış ağzı paramparça olmuş, o her musalla taşı yanında ve mezarlıkta rastlanan plastik, mavi sürahiye bakarken, köşe başından bir meczup koşa koşa yanımıza geliyor. Sararmış benzi kapkara elleriyle karşımda dikiliyor. Çarpık dudaklarını kaplayan sakallarının içinden konuşuyor: "Yaşayacak mısınız?"

"Dünyada şarkılar misali yaşayansın sen, sen insansın..."

*

Şehrin kuzeyinden hareket eden ve yılankavi rayların üzerinde süzüle süzüle şehrin merkezine ilerleyen trenin son kompartımanındayım. Bu kompartımanda benimle birlikte 4 kişi var. Bayramlık kıyafetlerini giymiş genç bir çift ve kulağında kulaklığı ile -boş olmasına rağmen neden cam kenarına oturmayı tercih etmediğini anlamadığım- kolları dövmeli asi tavırlı bir genç. Saat sabah 7.54. Önümde Baudrillard'ın Cool Anılar- I. II. açık duruyor.

Trenin geniş camlarını parlak bir yangına boyayan güneş yüzümün orta yerinde duruyor. Camın lekeli yüzeyinde kirli beyaz, kırmızı, bazen yeşil parıltılar. Sırayla yanıp sönüyorlar. Tren tünelleri süratle geçiyor. Bir karanlık, bir aydınlık... Bu tüneller başımı döndürüyor. İneceğim istasyona varıyorum. Tenha... Yürüyen merdivenlerin otomatik yükseltisine bırakıyorum kendimi. Bu metal basamaklarda durarak yükseliyorum. Zihnimde Julia Dream çalıyor.

Evime her zaman uyandığım saatte varıyorum.

*

Denizin de bir nabzı var. Bu bulutların, rüzgarın, karşı kıyıların da bir nabzı var. Tabiatın nabzı değil bu lâkin. Manzaranın nabzı sadece. Tabiatın nabzını duymak zor. Onu biz, kendi nabzımız sustuğunda duyacağız.

*

Ses hiçbir yerde iz bırakmaz. Ama sessizliği parça parça edebilir. Biz paramparça sessizliklerin ortasında otururken masada küller, pencerede perde kımıldar. Ses bir vardır bir yoktur. Gelir, bir an onu işitmenin hazzıyla mesut oluruz. İz bırakmaz. Daima akan ve anlık bir şiddettir o. Bir ünleme, bir yakarış, bir varsayım, bir ürpertidir. Ne kadar yumuşak olsa da uyaran bir yanı vardır sesin. Ne kadar yavaş ve durağan olsa da sessizliği parça parça bölebilir o. Gürültüyü sesten saymıyorum.

Gürültü zamanı ve mekanı yoğunlaştırır. Hatta öyle yoğunlaştırır ki, biz bu ağır ve yadsınan kıvamın dışına taşmak zorunda kalırız. İnsanı tarihin dışında kalmaktan gürültüye katlanamaz oluşu korumuştur. 

Gürültüye karşı savaşımımız sürer. 

Gürültüye dahil olduğumuz anlar kendi benliğimizi unuttuğumuz ve kitle psikolojisine kurban gittiğimiz anlardır. (Kötü konserler, trafik, spor faaliyetleri)

*

O cafenin penceresi ile kar manzarasını katiyen ayrı tutamam. Sanırım ki şu an, Temmuz'un ortasında dahi o pencereden baksam, ağaçlar karla kaplıdır. Sabah vaktidir. Ağır kış gecesinin karanlığını yırtarak uyanan ve gerinen tabiatı izliyor ve bekliyorumdur. Bekleyişim temenniler içinde büyüyordur. Yanıma o eblehlerden ya da sinsi puştlardan biri gelmemelidir mesela. Zaman geçmemelidir. Üşüyen ellerimi ısıtmak için dirseklerimi masaya dayamış, kollarımı göğsümde bağlamışımdır.

*

Hiç unutmam, bir akşam vitrin vitrin uzanan ağdalı ışıkların arasından, ıslak kaldırımlarda yürüyoruz. Rasyonel olmaya gayret ederek bu akşamın romantizmini umursamıyorum. 

Hayır, bu akşamın dokunaklı halini aklıma yazdım. Sanıyorum ki bir akşam vakti hiç kimse böyle yürümemiştir. Ağdalı ışıklar bir gövdeyi hiç bu kadar canlı kılmamıştır. Bir bütün olarak hareket eden hiç bir nesne böyle bir ahenk ile salınmamıştır. Kendimi yalanlayabilmeyi istiyorum. Bir şahit istiyorum... Işığın, akşam vaktinin ve vitrinlerin sırrına vâkıf, kendimi yalanlamaya beni mecbur kılacak bir şahit... Reddedilebilmenin de bir ayartısı var. 

Yeteri kadar rasyonel değilim.

*

Feragat etmenin hüznü ve bir imtiyaza sahip olmanın hasretiyle pişman olanlar.

Mesuliyetlerin ve mecburiyetlerin arasında bir hayal gibi salınan emekçiler.  Geçmiş zamanın iklimine taze bakışlarla yenik düşen arzu nesneleri. (Nostalji ve moda)

Harekete geçiren değil bizzat harekete geçen ve kendisini çağlar boyu mütemadiyen doğuran acı. Devasa kapıların altından geçiyor, bir kitabı yarım bırakıyor ve tirajı yüksek(?) gazetelerin, o, "her insanın rafine zevkleri olduğuna" okuyucularını inandırmaya yemin etmiş haftasonu eklerine göz atıyorum.vO zaman beni bir umursamazlıktır alıp gidiyor. Fotoğrafını çekmeye niyet ettiğim sabah yağmurlarıyla ıslanmış mezar taşlarına, emekçilere, cücelere ve arzu nesnelerine sırtımı dönüp ezelî acıyı özlüyorum.

Bu ezelî acıyı imkansız bir çift gözde arıyorum kimi zaman. Kimi zaman hayale sığmayan, imkansız bir hürriyet duygusunda.  Her şey bir imkansızlık duygusundan hâsıl olmuştur nasıl olsa... Yaratılış bile.

*

Kalabalık, çözülen ve yeniden birleşen kımıl kımıl bir tecelli. Ayrılan, kavuşan, akan, parlayan, patlayan, yanan, duran, donan, madde üzerinde tahakkümünü kuran ve ona bir şekil bahşeden her şey kalabalık için de mümkün. Kalabalık soyuta benzeyen en somut şey olabilir ayrıca. Bazen şeffaf bir cam gibi yayılır şehirlere; bazen aklın içinde kabuslar gibi, tüm korkulu şeyler gibi gümbürdeyerek çoğalır o. Zaman, bir toprak gibi gerilir ve çatlar kalabalıkların ortasında. Kurumuş bir yaprak gibi çıtır çıtır ufalanır avuçlarımızda metanet. Kalabalıklar doğurur ve öldürür.

*

Bir çiçek nasıl açılır, nasıl salınır, nasıl büyür? Bazen güneşin çekingen aydınlığı altında; yüzü öyle açılacak, öyle salınacak, öyle büyüyecek sanırdım. Onun bir çiçek olmadığına, toprağa anaç oluşu inandırırdı beni. Toprağa, zamana, kedilere, yalnızlığa, kainata anaçtı o. Reddederdi bunu. Oysa içinde yüzen ve onu ürpertici dokunuşlarla uyandıran dengeye mağlup olurdu çoğu zaman. Merhamete mağlup olurdu mesela. Benim erkek yüzüme, içindeki gizli inanca, yolculuklara mağlup olurdu. Reddederdi bunu. İnsanlık tarihi kadar eski hüzünlerle muhataptı. İnsanlık tarihi kadar eski çiçekleri andırırdı. 

*

Beni bir rüyadan aptal bir telefon çağrısı uyandırmıştı. Tam da o sisli yerlerde, mühim bir derde çare bulurken hem de... Eski kitapların bulamadığı çareleri, rüyalarımda aramıştım. Ekseriyetle unutmuş olsam da rüyalarımı, her şeyi deneyebilmek hürriyetine sahiptim. Tüm "hatırlamak kudretimi" rüyalarım için kullanmayı deniyordum. Zaten elimde bir tek rüyalarım kalmıştı. 

*

Hamza Soysal'a.

Bir veda haberinin insanın yüreğine ansızın gelip çöken o kapkara iklimini içimde saklayarak, bir tüy gibi âfâkî uçuşan bembeyaz kar tanelerinin arasından bir hayal gibi salınıyorum... Dokunsalar ağlayacağım. 

"Acaba dolmuş seferleri aksadı mı?"

Zihnimde bir anlığına beliren bu sual içimdeki kapkara iklime mağlup oluyor. Umursamaz bir tavırla dolmuş durağını geçtiğimi, çocukluğumdan beri aşina olduğum o ufacık mescidin önünde anlıyorum. Çoktan vermiş olduğum kararı kendime itiraf ediyorum: "Eve yürüyerek gideceğim..."

İki yanından sanki semayı çatılarında taşıyormuşçasına üzgün ve mahcup gecekonduların uzandığı dar sokaklardan geçiyorum. İşte gri bir rüyanın içinden, kar tanelerini kubbelerine incecik bir tül gibi toplamış Yeşil Cami ve Yeşil Türbe... Bu manzaraya karşı dilimden dökülen, eski püskü bir talebe defterinden aklıma kazınmış şu şiirin ilk mısralarıdır: 

"Bütün saadetler mümkündür... / Şu kapının açılması / İçeri girivermen..."

Bütün saadetlerin, hayalimizin cezbedici sınırlarında bir mecnunluk vehmi ile dolaştığını ve her an bizi dünyaya bağladığını, edilen şeyin bir kavuşma ümidi olduktan sonra ayrılığın pek bir ehemmiyeti olmadığını o zamanlar idrak edemiyorum. Farz ediyorum ki; kapılar artık ebediyen kilitli kalmaya ahdetmiştir... O kapılardan dünyamıza atılacak adımlar ise yeni bir dünyayı keşfetme arzusuna mâlik değillerdir artık.

Bilmem kaç sene sonra bir mezar taşından okuduğum "Saadet" kelimesi bana o günlerimi hatırlatıyor. Servilerin dallarına konmuş kuşların titreyen göğüslerinden geçen zamanın nabzını duya duya, eski püskü talebe defterinden o zamanlar aklıma düşen mısraların devamını, bu eski kabristanın bir bahar sıcaklığıyla ısınan ve içinde asırlık ölülerin vücudundan kalan yadigarları saklama bilgeliğine nâil olmuş toprağına bakarak tamamlıyorum:

"Bahar, kuşlar, gündüz / Ve bütün dünya / Bir an için gürültüsüz..."

Ve ben, bütün saadetlerin mümkün olduğunu, kabirlerde asırlık ölülerin taşlarını heceleyen iki bahtsız olsak dahi mütemadiyen gülümsemiş olmamızdan anlıyorum... İki bahtsız olarak şehirlere, yaşayanlara, ölülere, kendi içimize ve cümle aleme gülümsüyorduk... Gözümüzü kapattığımızda bir körden farksız olduğumuzu, gözümüzü açtığımızda ise devrânın tüm cüssesiyle, içinde öğütüp de kaybettiklerine karşı kayıtsız olduğunu görüyorduk. Ana, baba, evlat, insanlık ve bizde yâd edilebilecek hatıralar bırakıp da kaybolanlara ve tüm kayboluşlarımıza karşı ebedî bir sabahta buluşmayı temenni edişimizde saklanıyordu mukadderat...

Yalnız kelimelerle değil, kalbimizle de, her kabrin başında eski püskü talebe defterindeki o şiirin son mısrasını tamamlıyorduk:

"Ölüler! Hepimiz için yalvarın Allah'a..."

*

Zıt kutuplar arasında gidip geliyorum. Bütün zıtlar arasında mesafe yakındır, tatmin ise uzak. Güneş, alnımda eski bir ölümü uyandırıyor yaşarken. Bunu şu tahlile bağlıyorum:

"Yaşamı mevsimsiz bir libas gibi üzerimde taşırken, mesela bir kara kış ortasında sadece incecik bir gömlek, ya da eyyâm-ı bâhurda şöyle kalın bir kaban giymişken, tam tekmil bir uyum beklemek abes. Benim için de güneşin alnımda eski bir ölümü uyandırması, ya da kara göklerin yaşama sevinci vermesi bu savruluşun en tutarlı ispatı."

Nihayeti beklemiyorum. Nihayeti biliyorum çünkü. Savruluşumun akıbetini biliyorum. 

*

Yüzümü eski duvarlara dönüyorum. İki cılız ses ardımdan sesleniyor. Derleyip, toplayıp bir yaşam sunuyorum bu iki sese. Biri gelecek güzel günleri bekliyor. Diğeri ise güzel günlerin bir türlü gelmemesinden ve geçip giden ömürden muzdarip. İki sesten biri bir gün olmayacak. Gün gelecek, ben onu son kez duymuş olduğumu, artık bir akşam vakti duymayınca anlayacağım. Şehirlerin gürültüsüne, gökyüzüne, bir gece vakti pencerelere vuran yağmur damlalarına karışacak o ses. Tanıyamayacağım.

*

Hani ateşimin 40 dereceyi bulduğu çocuk gecelerimde, hastalığın şiddetiyle hiç doğmamayı istercesine nasıl sığındıysam annemin yumuşak karnına, öyle sığınacağım ölüme.

*

Tepecikleri kavî çıkıntılar halinde gökyüzünün göğsüne dokunan dağ ile başı istemsizce yatağın kenarına sarkmış bir ölünün yüzü, nasıl esrarlı bir menbâdan birlikte çoğalıyorlar, nasıl bu kadar tereddütsüz benziyorlar birbirlerine. Dağın çıkıntıları gökyüzüne, ölünün yüzü ise havada asılı kalmış son nefesinden tüten buğuya değiyor.

*

Çarşı ortasında züppe görünümlü bir genç, bir omuz darbesiyle ihtiyar simitçinin tablasını deviriyor. Genç bir gövdenin mağrur duruşuna karşı ihtiyar bir gövdenin mahcubiyeti... Kesik kesik parlayıp sönen yazıklanmalar... Bu manzaranın içine süzülerek usul usul zehrini akıtıyor zaman. 

Tezatlar zamanın zehridir.

*

Muhakkak anımsarsınız... Çocukluğumuz, yaşadığımız acı tatlı anıların yanında bulutlara hayret etmektir biraz da. Bir bahar akşamında güneşin güne veda edişini ilan eden o kızıl yangın, ne olduklarını bugün dahi tayin edemediğimiz ve tahayyül kudretini tahrik eden akisler uyandırır bulutlarda. Bulutlar gözlerimizde bir tasvire bürünür. Artık onlar sadece bulut değil, bilinmez bir elin semaya çizmeye yeltendiği ulvi şekillerdir. Her an salınarak; ilerleyen, büyüyen, dağılan, yaşayan, ölen, yani büsbütün meçhul rüzgarların kaderine riayet eden şekiller....

Yetişkinliğimizde çocukluğumuzdaki kadar bulutlara hayret etmiyorsak eğer, bu, gözlerimizin tahayyül kudretini tahrik etmeyecek kadar hakiki ve ne olduğunu artık bir bakışta tayin edebildiği sıradan ve bilinen şekillere maruz kalmasındandır. Artık hayret; bir bakışta, bir şekilde, bir teşbih lezzetinde ruha hücum eden ve insanı düşünmeye sevk eden ibretin hürriyeti değil, olmuş olanı seyretmenin mahkumiyetidir. Yetişkinliğin, geçen zamana pay edilen yaşanmışlığı ve âşinalığı, insandaki el değmemiş o berrak cevheri böyle kıymetsiz kılar.

*

Kaybolmayla sınanmayan hiç bir eşya hakiki manasını bulamaz. 

Sigara tabakamı duvarın üzerine koyuyor, bezgin iskeletiyle yanıma gelip de sanki ezelî bir meçhulde kendisine sessiz bir son aramaktan yorulmuş o mahcup gözleriyle yüzüme bakan bir sokak köpeğiyle ilgileniyorum. Az sonra bezgin iskeletini ömürlük bir çile gibi sürükleyerek uzaklaşıyor yanımdan. Bir sigara yakmak için duvarın üzerine bıraktığım tabakamı arıyorum. Bir an bulamadığımı sanıp kaygılansam da nihayetinde buluyorum. 

Artık bu sigara tabakası kayboluşla sınanmış ve hakiki manasını, günün sarf edilmekte hiç bir tereddüt gösterilmeyen sıradan eşyasının arasından devşirmiştir. Bu sigara tabakası kaybolduğu an; o köpek, bu duvar ve zamanın durgun yüzeyinde berrak bir damlanın aksini uyandıran bu an da kaybolacaktır. Artık eşya ve onun kayboluş ihtimali arasında vuku bulan her olay, birbirlerine bir örümcek ağı kadar titrek ve hassas sebeplerle bağlıdır.

Eşya, "bilinmeyen" anlamından çoğul olarak türeyen kökenine (şey) sadakatini; bilinmemeye, bulunmamaya temayül eden kayboluşlarla göstermeli.

*

Uykudan uyanıyorum. Uyanmadan az evvel gördüğüm ve yekpare bir şekilde hatırlayamadığım rüyamdan mahzun bir cümlenin günüme sarktığını, ilk kahvemi içerken bilmem kaçıncı kez tekrarlayışımdan anlıyorum:

"Ben seni kalabalıktan uzak, saten bir örtüyle kaplı, o geniş ve yuvarlak masadaki küskün çehrenle hatırlıyorum."

*

Bu sokaklar beni yalancı çıkarıyor. Işıklı aynalarda, vitrin camlarında sancıyan yüzüm, otomobillerin umarsız akışı, kedilerin peşlerinden tıpır tıpır sürüklediği yağmur damlaları. Bu sokaklar beni yalancı çıkarıyor. Çünkü ben bu sokaklarda hayat yok derdim. Ben bu sokaklarda hayat olsun istemezdim. Çünkü mazinin içinde, sağlam gövdeleri ve mağrur başlarıyla esas hayatı örenleri tanıyordum ben. Sanki yerkürenin içinden incecik bir bıçak hüneriyle, binbir bilek kıvraklığı ve hassas dokunuşlarla oyulan has mimariyi tanıyordum. Sonra bu sokaklardan yola çıkanları tanıyordum. İstikametin hakkını verirlerdi onlar. 

Tanış olduklarıma binaen bu sokaklarda hayat yok deme hükmünü kendime hak tanıdıysam ve yalancı çıkmayı göze aldıysam, bu, zamanın kendisine göre şekillendirdiği ve göreni kendisine göre hoşnut kıldığı sokaklarda eski bir yalnızlığı özlememdendir.

*

Doğrulduğu zaman esaslı doğrulan öfke.

Süsen çiçeklerini damarlarında taşımaya her an hazır; dikkatli, çevik ve kararlı gövde.

En ufak ihtimalden dahi tedirgin olan ruh.

Tenin; duraklarda otobüslerden, hastahane koridorlarında beyaz kaloriferlerden beklediği sıcaklık

Uykuyu bölen zaruret.

İçine yuvarlandığımız yaşamak.

Talih, tebessüm, maraz.

Mukadderat. 

İp kopunca, ince bir bilekten kaldırıma bir hışımla boşalan inci taneleri.

Alnında açılan geniş yaraya rağmen, kanayan tüm alınlar için bir savaş kararı alan baş.

Yaşamak, günden güne ölmek. (ne sıradan ama)

*

Şimdi ben bu yaz mevsiminde, içimde binlerce kuşku ve tek tük beyazlamaya başlamış saçlarımla, geçen kış babamın gövdesini kemiren ve onu yeniden tabiata döndüren toprağın gizli telaşını düşünüyorum. 

Dalından düşmüş sarı bir yaprak gördüm mü, felaket huzursuzum. Bir de son rüzgarı eserse başımda bu sıcak mevsimin, iyiden iyiye bedbin olacağım.

*

24 Temmuz

Dün akşam bana dediklerini tüm gece düşündüm. Dediklerini kendimde tam olarak fark ettiğim anı hatırlıyorum. ..........'nin beni misafir ettiği gündü. Kahve yapmaya gitmişti. Plakları vardı. Biraz karıştırdım. Aylin Urgal'ın "Sen Yarattın Beni" plağı gözüme takıldı. Aldım, usulca pikaba taktım. Dışarıda yağmur vardı. Kış mevsimlerinde akşam geceye yanaşırken günün son aydınlığı bir apartman duvarından nasıl mecalsiz, nasıl rengini yitirmiş görünür bilirsin. Aralık kalmış perdeden karşıdaki apartmanın duvarına takıldı gözüm. Akşam oluyordu. O an kainatta, o apartman duvarı kadar rengini yitirmiş bir manzara yoktu benim için. Bir müddet aldatıcı renkler arasında ciddi bir gerçek gibi yükselen o rutubetli apartman duvarını izledim. 

Hani plağın dönmeye başladığı ilk an vardır. İğneye değer, sancıyla dönmeye başlar. "Yardan Haber Yok" parçasını dinlemek istiyordum. Alelacele buldum o parçayı. Sonra doğruldum ve koltuğa geçtim. İçimde bir şey devrildi. Ama devrilen bu şey, şiddeti ve içimde yarattığı gürültüyle o güne kadar içimde devrilen hiç bir şeye benzemiyordu. Tıpkı benim, bir zamanlar geçmişin o tatlı rivayetleri arasında dönen dilim ile şimdilerde her sözü kara bir haberi hatırlatan kelimelerim arasındaki tezat gibi, büsbütün başka bir şeydi bu. Bir sigara yaktım. Derin, çok derin bir nefes çektim. Artık ben, eski ben değildim. Ya dünya eski dünya mıydı?

Hani o, ...........'de bağıra çağıra bilmem ne üzerine, bilmem neler için tetkiklerde bulunduğumuz, yumruklarımızı sıkarak bildiklerimizi müdafaa ettiğimiz günler. Hani o bir çırpıda çözemediğimiz düğümler. Artık ne kolay, ne sancısızdı tüm bunlar. Aslında içten içe seni de rahatsız eden bir iki müstehzi tebessüm ile çözülüp gidiyordu. Az sonra elinde kahve kupalarıyla kapıdan gözüktü. Yüreğim titredi. Hani bahsettiğin o mistik heyecanım ortaya kusurlu bir şey gibi dağıldı. Toplamak istemedim. Ben ezelden harâb haldeydim. Alışkındım. Ama demin içimde devrilen şey şimdi müthiş bir sancıya dönüşmüştü. Ben eski bir rüyamı, şimdi şu incecik yüze bakarken yaşadığım mahcubiyete benzeyen o teslimiyetimi yitirmiştim. Kelimelerim çoğaldıkça manam azalmıştı.

İçimde "bir hiç için yaşadığımıza" hükmettiğim epey olmuştu ama ilk kez bir mana için yaşanılacağını o an keşfetmiştim. Her gece usul usul içimize yayılmasını ümit ettiğimiz çocukluk uykusuna benziyordu eski hislerim. Artık kaybolan bir inayet gibi kıymetliydi onlar.

Ama senin bana o, ............. lokalinin müreffeh bahçesinde dediğin gibi, aramızdaki dostluğun zeval görmediğine eminim. 

Şimdi dostluğumuzu ebedi bir sır gibi mühürlediğin kalbine hürmet ve en derin sevgilerimle. 

Ezelî ve ebedî dostun.

*

Bir baygınlık gibi anemoia.

Kusursuz vertigo.

Ani tedirginlik.

Bir şehri bir uçtan bir uca, güneş tam tepedeyken yürümek.

Eski, çok eski bir fotoğraftan gördüğüm o köprü.

Köprüden akan suya bakışım.

Alnımdan süzülüp, gözlerimi yakan terim.


Ağustos

Patlayan dudaklar, sızılar, gerilen kaslar, sarsılan etler. Nefes nefese, zamanın içinde, yoğun bir sessizliğin çevrelediği kıvrak yaşamı muhafaza eden incecik bir zar sustalı bir çığlıkla yırtılıyor. 

Gün doğacaktır.

*

Muhtemelen, azgın denizin üzerinde bir türlü konamayan kara bataklardan gözlerini alamazlardı tırnakları uzun ve ayakları kirli keşişler.

Muhtemelen Sappho son şiirini ölerek yazmıştı.

Ateşgedelerde o hiç sönmeyen ateşler, bu çağın, insan göğsünde çarpıntı uyandıran vehimlerinin mutlak habercisiydi. 

*

Bitkin ve müzmahil bir şekilde aynadaki yansımana bakıyorsun. Wittgenstein'in bir eseri geçiyor aklının ucundan. Alıyor, okumak için oturuyorsun ama kapağıyla yüzleşince çekiniyorsun ondan.

Kendi kendine soruyorsun, "Benim için kelimeler ne ifade ediyor şimdi?" Onlar da seninle birlikte sürüklenen ve çokça kullanılmış bir eşya gibi artık. Boyaları soyulmuş, yer yer paslanmış ve küf tutmuş bir eşya düşün... Her gün defalarca kullandığın bir kelimenin o eşyadan bir farkı yok. Bir alet gibi vazifesini görüyor ve sen onu ellerinle diğer aletlerin yanına koyuyorsun. (Wittgenstein Felsefi Soruşturmalar kitabında buna benzer bir takım teşbihlerde bulunuyor.) Artık kelimeler, aksamların işleyişine yapılan sıradan müdahalelerde işine yarayan basit aletlerdir. Bu yüzden kapıları açmaya yarayan anahtarlardan farkı yok kurduğun cümlelerin. Çünkü senin yeni kelimelerin yok. Lügatların içinden tutup çıkaracağın kelimeler işine yaramaz. Sen kendinle bütünleşmeye muktedir yeni bir tını arıyorsun.

"Yarınlardan Perşembe,

Tutkulardan intihar,

Ve ölmekten bir gün daha,

Vardı önünde..."*

*

Bir yerde durup beklemenin tadını aldıktan sonra o yerde gelmesini beklediğinizin hükmü yitmeye başlar. Artık siz beklediğiniz yerin bir parçası olmaya doğru meyledersiniz. Mekan sizi kendisine katarak, bir araçtan ziyade bir amaç olmaya heveslenir ve bunda da muvaffak olur. Biraz da istihza ile söylenegelen "Beklerken burada ağaç oldum" cümlesi de, aslında insanın kendi ruhunun incecik köklerini, beklenilen mekanın görünmez, saydam toprağına teslim ettiğinin üstü kapalı bir itirafıdır. Bu yüzden gelmesi beklenen geldikten sonra, beklenilen mekan ile tüm bağların kopması insanın içinde gizli bir mahzunluk uyandırır.

*

O, tam da mühim bir cümleyi vurgularken mesela, sol tarafta kapalı olan giyotin pencereye başımı çevirip dışarı bakarak sözünü bir baş hareketiyle kestim. Kendimce onu aşağılıyordum. Kibir değildi bu. Ciddiyetsizlik değildi. İçimde uyanan bir devinimdi. Eski görünümü kazandırılmış şeylere karşı nefretim şimdi böyle durumların eskiden beri süregeldiğini düşündüğüm için asırlık bir yadırgamaya dönmüştü.

Eve geldim, sinirliydim. Eski kitaplarımın arasında Pierre Loti'nin “Aziyade” romanını bulunca koltuğa çöküp okudum, okudum... Başımı kitaptan kaldırdığımda saatler geçmişti, sinirimden eser yoktu. Eski görünümü kazandırılmış bir şeyden ziyade gerçekten eski bir şeyi hissetmiştim belki de.

*

Akşam sarhoşu muydu o çocuklar? Hisar mahallesinin iki yanından gecekonduların ve harabelerin aktığı daracık sokaklarında yürürken gövdelerimizi bisikletleriyle sıyırarak süratle geçiyorlardı yanımızdan. Bana, gençliğin bir çırpıda geçip giden zamanına nispeten mekanın gençlik yılarında ne denli geniş, uzun ve kat edilmeye muhtaç olduğunu anlatıyordu o. Bir sokak lambasının solgun ışığına takılıp sokağın üzerine düşmüş harabelerin gölgeleri uhrevi bir tecelli ile donup kalmış ve her biri hayal alemine mahsus birer abide gibi uzanmaktaydılar önümüzde. 

Dekoru değil, gerçeği görmek istiyordum.

*

Kadehler dolgun parmakların arasında oldukça zarif. Kravatını gevşetmiş, yüzü sinekkaydı traşlı şu adam, teni ışıl ışıl parlayan kadın ve onların benzeri diğer insanlar arasında kirli sakalım ve yakaları açık gömleğim ile oldukça huzursuzum. Ne işim var burada?

Biraz sonra hafif tempolu bir müzikle ortada salınmaya el ele giden çiftler. Salondaki herkesin parfüm kokusunu, şimdi çekildiğim bu tenha köşede duyuyorum.

Sen benim şarkılarımsın. İyi şarkı. Ajda Pekkan söylüyor. Loş bir ışık altında, masanın üzerine iki ölü gibi koyduğum ellerime bakıyorum. İç çekiyorum, bir sigara yakıyorum. Bir dakikada oluyor tüm bunlar.

"Sessizce sokulup, ağlar gibi yanımdasın."

Loş ışığın etkisiyle baygın gözler, parfüm kokuları çoğalıyor. Çiftler ortada romantik bir ritüeli yeniden canlandırırcasına huşu ile salınırlarken, böyle yerlerde en hayta tavırlarını gizlemeye çalışıyormuş gibi gözüken ama nedense tam olarak gizlememekten de haz duyan ve hatta en hayta tavırlarını; dirseklerine kadar sıvadıkları gömlekleri, yüzlerine kondurdukları sersem gülücükleri, kararlı baş hareketleri ve dudaklarının arasından istemsizce kaçmış süsü verdikleri küfürlerle ortaya koymaktan çekinmeyen adamlar, cam kenarlarında baş başa vermiş ciddi, çok ciddi meseleleri konuşuyorlar. Yükselen benzin fiyatları, şirket tarafından ödenmeyen primler, park yeri kapma mücadelelerinde ya da komşular ile yaşanan anlaşmazlıklarda çıkan basit kavgaların mahkeme tutanakları.

Yüzümdeki zehirli tebessümün farkına, sol yanımda beliren karartının nezaketle perdelenmiş müstehzi sualiyle varıyorum:

"Pek eğleniyor gibi değilsiniz?"

Alnındaki perçemi, abiye kıyafetinin açık bıraktığı omuzları ve küçücük çenesiyle yanımda dikiliyor. Belli belirsiz bir dudak hareketiyle ne onaylıyor, ne de reddediyorum. Sadece bu "eğlenceli" akşamda havada kalan, anlamsız bir mimik... İstediği cevabı alamayan bir kadının yüzü dünyadaki en ilginç yüzlerden biridir. Uzaklaşıyor yanımdan.

Vedalaşmam gerekenlere acele bir veda... Çıkıyorum.

Karşı kıyıda ışıklar sönmüş. Karanlık denizin, ayakkabımın ucuna değdiği bir yere oturuyorum. Başımın üstünde yükselmiş ay, hemen önümde kıvranan kapkara deniz. Marmara açıklarından esen sıcak bir rüzgar gövdemi deliyor. Karanlık, su, hava ve yıldızlar bir bütün olarak gövdemdeki delikten içeri süzülüyor. İçimde dolan bu yeni aleme, omuzlarıma çöken gece eşlik ediyor.

Mekanı ve zamanı, içinde, omuzlarında taşıyabilmenin hüzünlü ve ağır külfeti.

İsa'nın Golgotha tepesine çıkarken kendi çarmıhını kendi içinde ve omzunda taşıması gibi.

"Sen benim şarkılarımsın" dilime dolanıyor. Çöp kutularından başlarını uzatan kaygılı kedi gözleri arasında, ellerim cebimde bu şarkıyı mırıldanarak yürüyorum. 

Çarmıhım içimde ve omzumda.

*

Dün akşam uykuya dalarken daha önce hiç yaşamadığım, ama uyandığımda ne olduğunu hatırlayamadığım bir hissin hayretini ve heyecanını yaşadım. Aklımda kalan tek imge; karanlık bir odada, metal renginde, yarı açık bir kapı.

*

Derin sezgi, uysal yalnızlık, huzurlu akşam. 

Kant, transhümanizm, simülasyon ve birbiri ardınca yakılıp, demir kül tablalarına söndürülen sigaralar. Beş kişiyiz.

*

Yaz mevsiminde, güney akşamlarının açık bir yara gibi sızlayan sıcakları. Güneydeki o köyde, bir akşam vakti yaşıtlarım olan çocuklarla derenin kıyısında faltaşı gibi açık gözlerimizi bir noktaya dikmiş duruyoruz. Derenin öbür yakasında ufacık bir parıltı. Karanlığın içinde esrarlı bir göz gibi bize bakıyor. Yerden bir taş alıp hışımla atıyorum o parıltıya. Yanımdan bir infilaktan korkar gibi iki büklüm kaçışıyor çocuklar. Kaşlarımı çatıyorum. Parıltı yerinden kıpırdamıyor. Az sonra çocukların arasından en zeki olanı yanıma temkinle yaklaşıyor. Gözlerinde beliren korkulu sislerle, "Lan in midir cin midir bilmiyoruz ki!" diyor. Misafirim burada. Üstelemiyorum. Ellerimi cebime sokup ağır adımlarla uzaklaşıyorum yanlarından. Ardımdan, üstü başı yağlı pirinç taneleriyle kaplı, yüzü kirli ve bugün biraz da engelli olduğuna hükmettiğim çocuğun acı çığlıkları... Acımasızca dövüyorlar onu. Köy meydanından geçip, misafir olduğumuz beyaz badanalı, o ufak köy evine dönüyorum. Geceleri yatağımın altında kertenkeleler cirit atıyor.

Aylardan Ağustostu.

Dönerken bizi almaya gelen arabanın kirli camlarından yüzüme vuran sabah güneşi. Güneş ışığının kavuran sıcaklığıyla hafifçe aralayabildiğim gözlerimin arasından sarı bozkır akıyor. Sonra otobüs terminali... Bizi şehrimize götürecek otobüsün -tahminimce o zamanlar üniversite öğrencisi olduğunu düşündüğüm- esmer hostesi. Yüzü solgundu, nazenindi ve güzel bir kızdı.

Aylardan Ağustostu.

*

Artık iyiliği ya da kötülüğü değil, iyilik ya da kötülük yapmış olanı görüyoruz. Artık durum değil, sonuç önemli insanlık için. Mesela herkes Tayvan üzerinden büyüyen Çin ve Amerika gerginliğinin sonuçlarını görüyor şimdiden. Ukrayna ile Rusya meselesinde de aynısı olmuştu.

Sonuçlar ivedilikle tayin edilmeli. Hiçbir ihtimal ya da sonuçlara direkt tesir edecek bir olay yaşanmamalı insanlık için.

Gelişimin, hazin ve kendi sonunu hazırlayan kibri bu. Nitekim salgınlara karşı ne kadar hazırlıksız olduğunu anladığımız sağlık sistemlerini unutmuş olamayız.

*

........... hastanesinin girişine, iki metrelik daracık bir patikaya dizdikleri banklardan birinde oturuyorum. Güneş henüz tepede. Önümde, diğerlerine nispeten daha zayıf olan bir çınar ağacı... Onun yapraklarının sıcak bir nefes gibi esen rüzgarla kımıldayan gölgeleri bu daracık patikanın özensizce döşenmiş taşlarında sarı ve siyah bir deniz gibi dalgalanıyor. Şekilsiz, sadece kımıldanan, sıcaktan bulanmış manzara. Berrak hiç bir şey yok oturduğum yerde. Benimle aynı hizada bulunan banklara oturup bekleyen insanlar da bulanık. Sıcak bir buğunun, bir nemin ardından görünüyorlar. 

Artık berrak olan her şeye ulaşmak için -asgari de olsa- bir bedel ödenmeli. Çünkü kamusal alan, yaz günleri içindeki nezaketi eksilten saatlerden kendisine düşen tahammülsüzlüğünü bir sonraki gün için bu bulanık atmosferin içinde saklar. Berrak olan neticeye ulaşmak için, bekleyerek ve bulanarak -asgari de olsa- bedelini öder insanlar. Kamusal alanda bekleyişlerimiz, bulanık olan her şeyin içindeki tahammülsüzlüğü seyreltmek için üzerimize düşen bir vazifedir. 

Yoksa mümkün müdür; bir saat olan öğle molalarını iki saate taşır mı hiç yurdumun vazifelisi? Bulanıklık azalsın, yaz günleri daha berrak olsun diye feragat etmektedir mesai saatlerinden.

*

Balkonumda oturuyorum. Lacivert bir leke gibi akşamın üstüne yayılmış ve her biri yaz güneşinin son aydınlıklarını örtmeye niyet etmiş şu bulutlara bakıyorum. Uzak bir yerlerden müzik seslerini taşıyor akşam rüzgarları. Klarnet ve org tınılarının yankısını delip geçen bir adamın sesinde: "Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı...

Tenimde nemle büyüyen ateşler... Apartman camlarından akseden ölgün aydınlıklar... Sızlayan sesler... Gözlerimde, ötelerden gelip de usul usul yayılan uyku.

Şimdi şarkı; akşam gölgeleri ve insana her an çalkalanmaya hazırmış vehmini veren yıldız katili bu sema ile tam tekmil bir rüya halini alıyor.

Rüya ve akşam.

Artık rüya, kendi çeperi olan uykudan sıyrılıp, akşamın kuytularında salınan bir çift mahzun gözün uyanık iken baktığı ve gördüğü; dertli bir başın ise her sesten sıyrılıp eski bir şarkıda bulduğu hicrandır.

*

Onlar beni tanıdılar mı bilmem? Ama ben onları tanımamak için epey çaba sarfettim. Çünkü tanımak ve tanışmak geleceğe düşülen bir kayıttır.

Bu çağda, bu ciddi mesuliyeti idrak etmeden tanıyor ve tanışıyor insanlar.

Tükenmesi mutlak olan şeylerin çabucak tükenme ihtimaline aldırmadan.

*

Ellerini yüzüne kapatarak sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Tabakamdan bir sigara ikram ettim ona. Büyük bir sersemlikten uyanırcasına doğruldu ve aldı. Titreyen elleriyle yaktı. Sakalları terden mi, gözyaşlarından mı ıslaktı bilmiyorum. Kızaran gözlerini gözlerime dikip "Hiç iyi değilim" dedi. 

"Anlat bana" diyerek cevap verdim.

Dilinden küfür kıyamet bir hikaye döküldü. Sinirlendi, tebessüm etti, ağlamaklı oldu. On beş dakika içinde duygu değişimlerinin tufanında savrulduğu sancılı bir yolculuktu bu. Bana anlattığının farkında mıydı bilmiyorum... Bakışları masaların üzerinde, kendi ellerinde, başımın üzerinde, kelimelerini arıyor, bazen gözlerimde duraklıyor ve sonra bir iç çekişle yeniden etrafımızda uçuşan kelimelerin peşine takılıyordu. 

Sonra kendi içimde gizlediğim ayrılıkları, umutları, utançları düşündüm ona bakarken. Ben hiç bir zaman böyle ifade edemedim kendimi. Her acımın, kapağı marifetli bir mücellit elinden çıkmış kalın bir kitaba benzeyen sayfaları arasına; solgun bir gül gibi duran ve yıpranmış sayfalar arasında ansızın rastlanılınca insan yüreğinde bir tebessüm uyandırmaya kâfi  o emsalsiz inceliklere benzeyen ufacık istihzalar kondurdum başkalarına anlatırken. Kendi duygumun yalın ifadesinin bir tek bende sırlı kalmasına, tüm dikkatin o acı sayfalarda değil de, bu solgun gülün hatırasında toplanmasına dair aldığım istemsiz bir tedbirdi bu. Tüm makus olayların insanı bir çırpıda çaresiz kılan o çarpıcı şiddeti sadece benim olmalıydı.

Ben bunları düşünürken o bir anda yerinden kalktı. Başını önüne eğdi. Çökmüş omuzlarıyla bir ölü gibiydi. Usulca ellerini cebine soktu ve yürümeye başladı. O gözden kaybolduktan sonra dalgın yürüyüşünün ve karanlık gövdesinin asılı kaldığı köşe başını izledim bir müddet.

*

Stromae, “Formidable” şarkısının klibinde insanlığa insanlık ile "istifra" ediyor. Ayıltıcı bir sarhoşlukla, hakikati pekiştiren bir yalanla yapıyor bunu. Yağmur altında bağıra çağıra söylüyor şarkısını.

Her birimizin içindeki ironiyi, ancak yağmurlarda salınan bir çaresizlikle ve serkeşlikle ortaya koyuyor. 

Henüz içmeden sarhoş olanların masumiyeti.

"Formidable, formidable

Tu étais formidable, j'étais fort minable

Nous étions formidables

Formidable"**

*

Küçücük, muhkem ve bir yuvada olabilecek en mahrem şefkati taşıyan yaşam... Orada soluk alıp veren, sıcacık yataklarda günü doğuran, ciddi işlerin, tiyatral erbabları; zamanın peşinden, onu yitirme kaygısıyla sürüklenenlerdir aslında.

Bu kimseler beni ve benim gibileri eski bir dramanın talihsiz bir kahramanı olarak görürler.

Oysa drama, benim ve benim gibilerin böyle savruluşu ve gece yarıları soğumuş kaldırımları adımlayışı değildir. Drama, hayatına ehemmiyet katanların, muhkem yuvalarda, kaidelerle hapsolmuş zihinleriyle pek de makbul olmayan, yalancı bir vecd hali ile zamanın peşinden sürüklenişidir.

Savrulmak ile sürüklenmenin farkı burada gizlidir.

Savrulan, kendisini savuran rüzgarlara baş kaldırdığı için savrulur. O rüzgarlar ki, görünmez bir elin maharetiyle tayin ederler istikametlerini. Savrulan, görünmez bir el ile mücadele ederek galibiyet ve mağlubiyet arasındaki nihayetsiz gerilimin kahramanına dönüşür. Rüzgarlar onu, her zaman gitmek istediği yönün tersine savurmaya ahdetmiştir. O ise buna karşı kendi iradesini müdafaa etmeye çalışır.

Sürüklenen ise, kendisini sürükleyen şeyin kudretine kapılmış, kendisini sürükleyen şeye tüm varlığını teslim ettiği için onda kaybolmanın acziyetini ve sefaletini yaşamaktadır.

Kaderin peşinden sürüklenişi anlatan şarkılar ve şiirler bu yüzden kusurludur. Ulviyet, aciz sürüklenişte değil, kutlu savruluşta mümkündür.

*

Ne kadar da mükemmel, yeni çıkmış bir otomobili almak için altına girilecek bir kredinin faiz oranının bu denli az olması. On sekiz isimli kahvenin karton bardakta sıcaklığı, Rus bombalarının ağır bir koku yaydığı Ukrayna şehirlerinin hayalet gibi salınan hatırasından bir şeyler taşımıyorken üstelik.

Elimden gelseydi, o beyaz yakalı pezevengin yüzünü dümdüz ederdim. Haksızlığa karşı bir mücadelenin ilk belirtisi olmazdı bu üstelik. Tekerrür eden bir tarihin nabzı atardı, onun yüzüne savrulan yumruklarımı kollarıma bağlayan bileklerimde. Onun kahvesi sıcak değildi ve aşağılık dudaklarını yeteri kadar yakmıyor diye her imtiyaza sahipti o. Şikayetçiydi... Çünkü kahve keyfi, o genç baristanın ahmaklığıyla mahvolmuştu.

Bir müddet onu izleyip, usturuplu bir küfür mırıldandıktan sonra sigaramı tutuşturdum. Başımı kaldırdığımda, karşı kaldırımdaki ihtiyar yere tükürüyordu. 

Ne, vals yaparmış gibi yürüyen o kadın, ne, şu saçlarını avuçlarının arasında öğüten erkek, ne şu tarihî saat kulesinin etrafında toplananlar... Hiç biri, yitip giden zamanın farkında değil.

Ya sen Scy? Gözlerini alelacele ufka tutuşturduğun ve usulca güz yangınına dönen bu mevsimin içinde neyin farkındasın? Şiddetin nabzıyla ilgilenip, safra safra büyüyen mide ağrıların ve yazdıklarınla sen neyden sorumlusun? Her akşam ailelerin şımarık çocuklarıyla gelip de keyif çattıkları, yanından eski bir derenin aktığı o lokalde oturup sade bir kahve ile kendini şımartıyorsun.

Geceleri boynunu bükerek otururdun. O zamanlar senin kahvelerinin soğuk olmasından şikayetçi olanlarla işin yoktu. İmrenirdin en küçük sorundan büyük bir şatafat devşirenlere ama sende bu tür bir davranışın mantığı bulunmazdı. Senin zararın kendineydi.

Sakalını kaşırken, onun gibi kaşıyınca kendini yadırgadın. Onum ölüm raporunu imzalayıp bir nüshasını aldığın günün ertesi, bir de siyah gömleğin ve siyah pantolununla onu gömmek için mezara girdin. 

O günden sonra şikayetçi insanlarla, gecelerle ve kendinle kavgan başladı. 

*

Yüzünde o kadar keskin bir kasvet var ki, bendeki kasveti dağıtabilecek olduğu için güzel. Her şekli ve ifadeyi aşabilecek bir belirsizlik.

Ya da bu, güzel olan her şeyi kasvetli görme eğilimimin bir aldatmacası.

*

Ağaçların sık dalları arasından görünen, günün son maviliği. Beni çeken bu maviliğin yarattığı boşluk hissine kapılıp gidiyorum. Biri gelip, iki omzundan tutup sarssa, bu mavi boşluğa düşeceğime eminim.

*

Elinde bir şey kalmadı.

Artık lobotomilerin cerrahi bir müdahale olarak yapılmadığını biliyorsun. Artık lobotomi yüzümüzü akıttığımız monitörlerin parlak ışıkları.

Sinyaller, ışınlar, gölgeler, bürokrasi, yandaş ajanslar, tinerciler.

Ceketi kola alıp, bıçağı tutan ele savurmak eski bir savunma yöntemi. Oysa artık insanlar sanal kavgalarda gövdelerini savuruyorlar. Çünkü yeni bir gövdeyi jelatininden ve dijital aymazlığından çıkarıp giyebilirler üstlerine.

*

Dört bir yana yayılan gürültü, içimde dövünüp duran zaman. Kendime sormaktan korkuyorum; bir zamanlar tebessümle geçtiğimiz sokaklardan yeniden mağrur ve hür geçebilecek miyiz? Bir daha görebilecek miyiz duvarları sarmaşık kalabalığı o ahşap evleri? Eve geldiğim gibi kaleme sarılıyorum. 

Saat üç çeyrek:

"Çünkü ben seni o caddede öylece bırakırken, sanki olduğun yerde yığılacak, ıslak kaldırımlarda eriyip gideceksin sandım. O gece gözüme uyku girmedi. Bir kitabın arasından çıkan ve buruşmuş bir kağıda aceleyle çiziktirilmiş acını gördüm. O kitabı, o gün olduğu yere koydum ve kapağını bir daha hiç açmadım. Sevgi ile nefretin, rahmet ile gazabın, günah ile sevabın ve varlık ile yokluğun arasındaki şiddetli bir harpten ibaret olan şu hayatımda, bir ateşkes gibi umut ve yaşamak yüklüydü senin acın. Bu ateşkesi bozamazdım. Kendimi, başımı, ellerimi şu çetin harbimden ve yok oluşumdan kurtarıp; sana, senin acını korumak için o efsunlu yalnızlığına uzatmıştım sevgili dost. Öylece kalmalıydı."

*

"Null", boşluğun boşluğu. Bugün metropollere yeteri kadar null yetişmediği için, masmavi denizin içine salınan kanalizasyon borularını ilk gördüğümüz an şaşırıyor, ekonomi ve tüketim arasında gidip gelen hayatlarımıza ehemmiyet atfediyoruz. Artık içine kapanan, içine doğru delice büyüyen, hatta esrik bir vecd halini alan histerik ve yanlış yargıların insanlarıyız. Durum tahlilleri son kerteye yetişmiyor. Oysa başlangıç "null" halinden hüküm kazandı. Son ise "too full" ile olacak.

*

Teleferikler, Uludağ'ın yamaçlarından konduruldukları yerde duramayan haylaz noktalar gibi kıpır kıpır inip çıkıyorlar. Ahmet Vefik Paşa tiyatrosunun önündeki banklardan birinde oturuyorum. Güneş ardımdan, yani Ulucami tarafından vurduğuna göre bu mevsimde saat akşam 6'yı gösteriyor demektir. Ve yine demektir ki, benim gibi adamlar için Bursa'nın kendileri için hatırası olan sokaklara güneş hep bu saatlerde hüzün dağıtmaktadır.

Aslında bakarsak, yaz mevsimlerinin iflah olmaz hüzünleri insanlara hiçbir vakit tesir etmez. Sıcağın ve bir parça rahatlık hissinin verdiği haz ile keşfetmeye hasret gözlerini şehirlerin üzerlerinde iştahla dolaştırır onlar. Mevsim, vakit ve şehir, onlara hüznünü kapatmıştır. Çünkü onlar keşfetmeye değer şeylerin gelip geçici manzaraları ile oyalanmaktadırlar.

Tahminimce şu an oturduğum banklara, benim bu bakışlarımı taşıyan kimse oturmamıştır. Hayır, kendime bir övünç payı çıkarmıyorum bundan. Bilakis, hiç kimse ne heybetli bir göğüs gibi gerinmiş şu Uludağ'ın nefti yeşilinde kıpırdanan teleferikleri doldurmuş insanları düşünecek kadar bedbahttır, ne de gelip geçen otomobillerin ve insanların arasında bu denli yalnız hissedecek kadar öteki.

Mevsimlere, şehirlere, vakitlere başka bir gözle bakmalı.

*

Açık yeşil üstüne dolgun puntolarla: "bilmem ne" öykü yarışması afişi.

Şuurlar artık öyle yıpranmıştır ki, entelijansiyanın yegane işi şuurlarda hayali katmanlar oluşturup onlara nitelik atfetmek ve aralarında, kazananı çoktan belli müsabakalar düzenlemek olmuştur. 

Bu müsabakaların seçici kurullarında ise, avangartlığı üzerlerinde emanet gibi taşıyan gövdeler yer alır. Bu gövdeler, gösterilerini sergilemek için birbirlerini ve -hakikaten- nitelikli şuurları bir çekişme halinde parçalamaktan geri durmazlar. 

En çok parçalayan, en avangart!

*

Ömrümüz birbirine düğümlenen sivri dillerin, küflü dudakların, lekeli alınların, kaypak gölgelerin arasında geçiyor. Sahte şatafat medeniyeti bu. Boyası serseri yağmurlarla akan, çerçevesi nefesten ince rüzgarlarla dağılan, ruhu, ufuktaki hakiki yangına öykünüp de, ancak bir kibrit ucu kadar tutuşmaya muktedir olan büsbütün adi bir nizam...

Kitap tavsiyeleri, sakız falları, yakası çoktan açılmış piyasa... 

Zincir marketler, zincirlenen ürünler.

Tek merhaleli tiraj, reyting ve "like" hileleri.

*

Hırsızlık ile suçladıkları kadını yaka paça tutuyorlar. Çığlık çığlığa ağlıyor kadın. Apartmanların pencerelerinden uzanan meraklı başlar, hırsızlık iddiasıyla suçlanan kadının çevresinde dalga dalga büyüyen kalabalık. Katiyen bırakmıyorlar kadını. Polisi arıyorlar. Dakikalar geçtikçe kadın daha da telaşlı... Çığlıkları daha da tehditkar ve kalabalık daha da işgüzar. Her kafadan bir ses çıkıyor ve o ses daha kesilmeden kalabalık derhal tiraz ediyor. O da ne? Kadın her kafadan çıkan sese derhal itiraz etmenin bilgeliğini yaşayan kalabalığın bu boşluğundan faydalanıyor ve yakası deminden beri çekiştirilmekten açılmış kirli bluzunu toplayarak süratle koşmaya başlıyor. Bir anlık şaşkınlık ve derin bir sessizlik...

Şaşkınlığı üzerinden atan kalabalık, gayet bilge tavırlarıyla kadının kaçışını ve birbirini tenkit etmeye başlıyor bu kez:

"Bir tutamadınız kadını!"

"Böyle kaçılır mı canım?

"Yanlış yoldan kaçıyor!"

" Ne yanlış yolu, döndüğü o sokak ana caddeye çıkıyor!"

*

Geniş camlara çekilmiş kum sarısı güneşliklerin eleğinden geçerek odanın içine usul usul dağılan güneş, eşyanın üzerinde uyandırdığı parıltılarla altın tozuna dönüşüyor. Bu altın tozunun değdiği her yerde göz alıcı, sarı ve sıcak izler... Değmediği yerlerde ise, eşyayı içen büyük ve serin gölgeler.

Bir sokak ötedeki camiden rast makamında okunan ikindi ezanı, bahçedeki çocuğun tiz sesine karışıyor.

Gözlerimi gözlerine dikip, "Kendimi daha da doğuda hissediyorum." diyorum. Yanıbaşımda kıpırdanan iri gözlerini daha da açarak bizi saran bu hissi idrak etmeye çalışıyor. 

Kum sarısı güneşliklerin elediği altın tozunun belli belirsiz kıpırtılarında gölgeler, ten ve zaman yıkanıyor şimdi. 

"Sanki" diyorum, "Kapıdan dışarıya adımımı atsam, bir pazaryeri curcunası içinde kalacağım gibi..." Tebessüm ediyor.

*

M...... istasyonunda durunca tren, gözlerimi muhakkak kapatırım. Bu istasyon bu tren hattında kurulmuş yanlış bir istasyondur çünkü. Bu istasyonun raylarında trenin çelik dişli tekerlekleri tiz bir küfür gibi çınlar mesela. Bu istasyonda tekinsiz kişiler bekler. 

Onunla iki kere karşılaştım burada. Bu istasyonun merdivenlerinden tam tamına iki kere çıkarken gördüm onu. İkisinde de gözleri yağmurluydu.

*

Zamanın kırılması öyle sancılı ki, kendi dünyamızın dehlizlerinde, sesimizi karanlığın ve yokluğun göğsüne iliklemektedir. 

Şuurumuz, idrak etmeye yeltendiği zamanın parçalandığını, değiştiğini ve artık eskisi gibi olmadığını gördüğü an, dünya üzerinde sadece bir kez tecrübe ettiği merkezi yitirmek üzere olduğunu fark eder. Bu, durgun suyun yüzeyinde  birbirini tekrar eden dalgaların, görüngülerin sarkazmını da yanlarına alarak, -fizikî kaiderle- yüzeyi ve yansımayı dağıtmasına benzemektedir. Çoğalan ve dağılan her şey; birliğin görünen yanına aittir. Bu yüzden, bu dünya sarkastiktir ve mutlak bir nizama tâbi değildir.

İbn Arabî'nin, kısmen de olsa dediğini tekrarlayan Berkeley ve tüm kainatı daimi bir yaratımın süreğinde görenler, bu sarkazmın farkına varan keskin şuurlardır.

Şu karşı durakta bekleyen sakallı adam bir anda, olduğu yerde dağılıp gidebilir. Yalnızca sesini duyduğum ve geçmişte de diğer otomobilleri hem görüp hem de seslerini duymamın tecrübesiyle bir otomobil olduğuna hükmettiğim şey, belki de yaratımın sürekliliğinin sancılı hissiyatından ve süratinden başka bir şey değildir... Belki de daimi yaratımın mucizevî tezahürü kendisini; gündelik faal sesler, faal görüntüler ve faal tecrübelerin içinde saklamaktadır.

Tecrübelerin ve gündelik hayatın sınırlarını zorlayan görünmez bir elin mutlak faaliyeti... Kutsal sarkazm!

*

........... caddesinin altgeçidi, akşam dokuzdan sonra kaykay akrobatlarının meskeni olur. Altgeçidin ortasındaki iki basamaklı merdivenlerde uçuşurlar ve kaykayları, onlar yerden bir, iki metre yüksekliğe ulaşınca ayaklarından kaçıp gider. Uzuvlarını, havada yüzüyorlarmış gibi telaşla sallayarak, mermer zemine büyük bir gürültüyle düşerler. Düşmenin diyalektiğini iyice kavramış ve tüm bedenlerine bir merhem gibi yedirmiş olduklarından mıdır nedir bilinmez, bu düşüşler zarar vermez onlara. Düşmeyi de bilmeli.

*

Artık kaygıya dair ne varsa geleceğe vadeli. Anın insanlara sunduğu pek bir şey yok nasıl olsa... Gelecekte çekilmeye karar verilmiş acılar, gelecekte yaşanmaya karar verilmiş aşklar, gelecekte, her daim uzak bir gelecekte bekleyen ölüm.

Bugünden çok gelecekte yaşıyoruz denebilir mi? Pekala denilebilir... Hatta gelecekte yaşamak mevcut düzende daha mı kârlıdır insan için? Elbette...

Acı olan şu ki, gelecek de kendi geleceğine vadeli. İnsanoğlu geçmişte, defalarca kez zamanı parçalamaya kalkıştı. Bir çok kez bölmeye ve yeniden, toplamaya çalıştı onu. Onun üzerine sistemler, yaşamlar, ölümler, ekonomiler kurdu. Ama bir türlü zamanı parçalayamadı. Zaman, vahşi tabiatını hep muhafaza etmeye muvaffaktı çünkü. Toplumsal infialler, bireysel intiharlar, buhranlar, insanın zamanı bölüp parçalamasının beyhudeliğinin ebedi mağlubiyetine yazgılı tezahürüydü. İdeolojiler, savaşlar, yanlışlar, zamanı parçalayamamanın doğurduğu sancılardı yalnızca... 

İnsanoğlunun zamanı parçalamaya dair yeni hamlesi sanal zamanlar yaratmaktır şimdi.

Oysa yağmurlu bir günde, perdeleri çekilmiş evlerin metruk odalarında ölecek olanların, köşe başlarında yığılıp kalanların, başını ellerinin arasına alıp kara kara düşünenlerin, soluk benizleriyle fabrikaların gümbürdeyen makineleri arasında, bellerindeki onulmaz sızılara rağmen dik duranların, kaldırımlarda sonbahar yaprakları gibi savrulanların ve düşmüşlerin göğsünde derin bir nefes gibi büyümektedir zaman. Geçmiş, gelecek ve sanal değildir üstelik, katı ve çarpıcı bir andan ibarettir o.

Zamanı parçalamaya çalışmak insanın kibridir.

Bir zamanlar, biraz da yanılarak şöyle yazmışım:

"Gelecek artık gelmesi beklenen bir mefhumdan ziyade yaşanan an içinde düğümlenen bir problem. Hatta geleceği an içinden soyutlayıp, yeniden gelmesi beklenenin arasına katmak imkansız.”

*

Karşıdaki tepe karanlık göğsünde neler saklıyor?

Gecenin içinde, çakal sesleri ağaçların gövdelerine çarparak çalkalanıp duruyor. Ben geleceği; karşıdaki tepenin karanlık göğsüne, çakal seslerinin telaşına, gördüğüm her rengin, işittiğim her sesin içine ağır ve kıvamlı bir zehir gibi süzülürken zaptetmeye, anın, berrak ve katıksız akışını tutarak, yeniden ait olduğu yere iade etmeye çalışıyorum."

*

Issız sokakta ardımdan seslenen tekinsiz tip... 40 yaşlarında... Dönüyorum... Sallana sallana, yüzüne kondurduğu adi bir tebessümle gelip tokalaşıyor ve bilmem hangi şehirde berber olduğunu ve beni o şehirdeki bir müşterisi sandığını söylüyor... "Helal et, yanılmışım." diye de ekliyor. Tokalaşırken tuttuğu elimi bırakmıyor. Bunu görüp, avcumdaki elini sıkmaya başlıyorum. Onunla aramızda görülmez bir mücadele başlıyor. Onun o gülen sahtekar yüzünün, benimse avcumdaki eline uyguladığım baskının ardındaki gizli tehditler yavaş yavaş aramıza yayılıyor. Niyetini fark ettiğimi anlıyor. Dikkatli bir şekilde, gözlerimi ayırmadan, sırıtan yüzünün çizgilerini inceliyorum. Bundan rahatsız oluyor. Soluğu hızlanıyor, belki de pişman oluyor. Aceleyle ağzından şu sözler dökülüyor: " Abi bir kahvaltılık alır mısın bana?

Bu cümle dudaklarının arasından çıkar çıkmaz nasıl rahatladığını hissediyorum. Avcumdaki elini daha da sıkıyorum şimdi. Hiçbir şey söylemiyorum. Bir anda elini kurtarıp, "Pardon abi" diyerek arkasını dönüp gidiyor. 

*

Wallace Collection'ın "Daydream" parçası, penceremdeki bu taze sabah güneşiyle eriyip içime akıyor. 

Kendimi, pek nadir anlarda, başımızda esen tatlı umutların avuntusu yerine, hülyaların her türlü bekleyişten uzak, o koşulsuz ve hakiki saflığına teslim ediyorum. 

Yıllar önce eski bir defterime karaladığım ve sonra bir edebiyat dergisinde rastladığım şu dizem aklıma geliyor.

"Günler bir hülya vehminde tütüyor"

Yıllar önce, Ağustos'un 19'undaki bu hülyalı ve yalnız sabahım için mi yazmıştım bunu? 

*

BBC'nin haberine göre Çekya ile Almanya arasında akan bir nehirde artan sıcaklıklar ve kuraklık sebebiyle sular çekilmeye başlayınca üzerinde "Beni görünce ağla" yazılı 15. ve 16. yüzyıla tarihlenen bir kaya ortaya çıkmış.

"Beni görünce ağla...

İhtar ve pişmanlığın tarihi insanlık kadar eskidir ama aynı ihtar ve pişmanlığın kamusal reklamı son yüzyılda revaçta... O yüzden bu kaya, 15 yahut 16. yüzyıla tarihlenmiş gibi gösterilen ama bir yanıyla geleceğin içine, onun mahremiyetini bozma pahasına da olsa umursamaz bir şekilde yerleştirilen bir reklam ayartısı ve doğal akışı tehdit edecek kadar da tehlikeli bir kamusal yanlışlıktan başka bir şey değildir.

İnsanlık, ihtar ve pişmanlığın; ihtar edene ve pişman olana kazandırdığı medenîlik imtiyazını son yüzyılda keşfetmiştir. Nitekim sanat da bu imtiyazın bir aracı haline gelmiş ve ifade etmeyi -yahut ifade edenleri- ifade etmek gibi beyhude bir gayretin içinde, manasız bir kısır döngüye kapılmıştır. Belki de Gombrich'in şu meşhur "sanat yoktur yalnız sanatçılar vardır" sözünü günümüz için okumak gerekmektedir.

*

Kara kalem bir portreden bakan kaygılı yüzüm. Şöyle geniş ve lüks çerçevelere yerleşen imgeler arasında, kendi imgemin yanlış bir betimleme, yanlış bir tarif ve bir tür noksanlık olduğunu duyumsuyorum. Kırılarak (asla koparak değil) önüme, ayaklarımın ucuna yuvarlanan zaman gibi. Arsız, teklifsiz, cesur bir serzeniş. Beklediğini alamayan, arzusunda vahşi bir umarsızlık tüten ve dünyayı yiyip tüketen bir şey bu. Zaman ve benim yüzüm.

Zaman ve benim yüzüm; gün geçtikçe yıpranan, üzerinde biriken kainatın tortusunu büyük sancılarla rüzgarlara kurban eden ölgün bir yıldız. 

*

Kirli camlar ardında, usulca yatırılmış ölünün üzerinde yaşamın son kirini temizlemeye didinen gassalların elleri ile tersanenin birinde, yüksekten düşüp can veren bir işçiye tazminat ödememek için güvenlik kemeri takmaya çalısan bürokratik eller arasındaki dehşetli fark kıyameti getirebilir.

Ölünün başında bürokratik ellere karşı savrulan yumruklar, tersanenin içinde yankı yankı büyüyen haykırışlar, az önce gerçekleşen ölümün şaşkınlığı ve telaşı içinde öfkenin de eridiği arbede...

Ölünün etrafında yaşanan arbedenin esas manası şudur ki; bu bürokratik elleri engellemeye çalışarak kendi arkadaşlarının bedeni çevresinde toplanan diğer işçiler, aynı zamanda ölümün yalın gerçekliğini de muhafaza etmeye çalışmaktadırlar. Artık ölüm, gerçekleşmesi, gerçekleşme şekli ve kendi imgesiyle, arkadaşlarının başına geldiği gibi onların da başına gelebilir ve onlar da ölümden sonra tazminat kaygısı taşıyan bürokratik ellerin hedefi olabilirler. İşçiler, bu arbedede, yalnızca kendi arkadaşlarının ölümünü değil, kendi ölümlerini ve kendi bedenlerini de korumaktadırlar böylece. 

Doğal yaşamın akışı içinde, hepimizin aşina olduğu -bireysel- ölüme / ölüye yalan söyletecek bürokratik eller henüz mevcut değildir. Ölüm imgesi, bir tek kıyamet gününde bu denli "savunulacak", "korunulacak" bir mahremiyete bürünebilir... Çünkü kıyamet, ölüm ve yaşamın kesin çizgilerle ayrılması ve insanlığın (belki de son derece bürokratik bir metafiziğe karşı mücadele ederek) bir bütün halinde mağlup olması ve ölümü tecrübe etmesidir.

Gassal ise yaşamın son kirini temizleyerek, doğal akışın sürekliliğine işaret etmektedir. Burada sembolik olarak gizlenen şey; temizlik değil, ölümü yaşam ile aynı merhalede ele alan bir kutsiyetin yüceltilmesidir. 

*

Gün sona ermiş, perdeler çekilmiş, huzur dolu evlerde, istirahatin ve tatlı sohbetlerin vakti gelmiştir. Oysa bazı evlerin perdeleri hiç çekilmez. O evlere güneş uğramadığı gibi akşam da uğramaz çünkü. O evler mevsimlerin, günlerin ve saatlerin ortasında öylece durmaktadırlar. Her odasında gölgeli çehreler, bir garip atalet ve yılgınlıkla dolaşmaktadırlar. Eksik birileri vardır bu evlerde. Gurbete gitmiş bir baba, tahsile gitmiş bir evlat yahut ölüme gitmiş bir anne.

*

Bazı geceler yıldızsız olduğu için güzeldir. Körfezden yüzüme değen rüzgarın tatlı kıpırtılarına aldanmadan bu ufukları gözlüyorum. Telefonlara gönderdikleri smsler ile yarınki şiddetli yağışa ve sel riskine karşı uyardılar insanları. Yıldızsız bir sancı var şimdi gökte. Yarın bir sel olacaksa eğer, bu seli göğsünde saklamaktan usanmış gibi duruyor gökyüzü.

Ya da bana öyle geliyor. Tabiatın tıpkı bir insan gibi usanmasını, en ufak meselelerden serzenişte bulunmasını görmeyi isterdim. Onun öfkesini gördük, sükûnetini, her kış beyaz bir uyku ardından sezmekteyiz. Ya serzenişi?

Belki de tabiatın serzenişi, yıldızları gizlemek gibi sinsi bir mızıkçılıktan başka bir şey değildir.

*

Bir var, bir yok. Varlığın, ansızın geçmiş zamana ait,  varlığıyla malum olanın ise birden yok olması, yaşadığı hayatıyla, dilde büsbütün geçmişe dair ifade kalıplarını giyinip, berrak bir hayal olarak karşımıza dikilmesi ne tuhaf! 

*

Savaşları, ölümleri, yarım kalan hevesleri ve ansızın ferah bir salonda atılan kahkahaların havada bıraktığı o incecik hüznünü yaşamak için doğmuştur insan. 

İnsan tüm tezatların ortasına doğmuştur. 

Daima tercih etmesi gereken seçeneklerin mesuliyetiyle, istediğini bir türlü elde edememenin mahzunluğu, aşağılık bir yüktür sırtında insanın.

Bir yanda bezirgan sofralarında tıka basa doyan, diğer yanda bezirgan sofralarını kendi canıyla donatan yine insandır. 

Bir yanda, güzel akşamlarda, güzel elbiseler içinde salınır insanlık, diğer yanda kirli çaputlara sarılmış, güzel akşamları aydınlatan mumlar gibi eriyip gider.

Bir yanda, gecenin bir vakti başını ellerinin arasına almış, ufuklarda titreşen zamanın kaygısıyla, yarını düşünen, düşünerek yaşayan yine insandır.

Diğer yanda sallana sallana döndüğü köşe başlarında, damarlarında dolaşan o sıcak, o zehirli yakutu bir hamlede yere döken de insan.

Bazen şahane bir tablonun renkleri arasından tebessüm eder insan. Bazen isimsiz bir taşın altında, onu tanıyan son kişinin de ölmesiyle, ebediyen unutulur. Hayalinin usul usul süzüldüğü zaman kapısı onun üzerine kapanmıştır artık.

*

Hayvanlar ile nesneler arasındaki aşılamayan mesafe, hayvanları cümlelerden uzak kıldı. Günümüzdeyse insanlar ile nesneler arasında açılan uçurum, insanları basiretten uzak kılmakta.

*

Bankaların promosyon kuyrukları arasından geçmeye, kamusal hizmetleri kuruşu kuruşuna ödemeye ve her kuytuda, serseri bir bıçakla ölme ihtimalinden kurtulmaya çabalarken; yükselen ve pompaya yansıyan benzin fiyatlarının yanında, esas bu çağda doların dalgalanmasına bırakılmıştır ölüm.***

*

Kıpırdanan dalların yapraklara ulaştırdığı can suyunun sızısı, yağmayan ve yerini (şimdilik) vahşi bir güneşe bırakan yağmurun aldatmacası...

Belediye otobüsleri, insan sesleri, uğuldayan rögarlar...

Şehirle aramızda gizli bir mücadele var. Ne ben ona karışabiliyorum, ne o beni göğsünde saklayabiliyor. Sadece seyrediyorum onu.

Ben bu seyre başımı, uysal çocuklar gibi teslim etmiş avunurken, bir anda karşımda gördüm onu. Sessiz bir gerçek gibi önümde dikiliyor, ölgün gözlerini gözlerime dikmiş öylece duruyordu. Benzi sararmış, dudakları çatlamıştı. Bir felaketin içinden çıkıp gelmiş gibi değil, baştanbaşa bir felaket gibiydi... Hiç konuşmadık. İnsanın bir felaket hakkında söyleyeceği çok fazla bir şey yoktur yeryuzünde. Bana kalırsa tüm felaketler üzerine bir şeyler söyleyebilecek tek kişinin Eyüb olması muhtemeldir.

Felaketler gelir, bizi aşina olduğumuz şeylerden sıyırır, belimizi büker ve sonra kinayeli bir şekilde sabrı tavsiye ettikten sonra giderler. Oysa onun diğer felaketlerden bir farkı vardı... O bana sabrı tavsiye etmedi... Gözlerini ve felaketlere mahsus fırtınasını toplayıp gitti yalnızca.

*

Ben bu kaldırımlarda kendimi taşıyorum. Koca bir dünyayı taşıyorum; gözlerin bebeklerini, sözlerin hükümlerini, elde edemediklerimi, biriktirdiklerimi yüklenmişim yürüyorum. Ufuklar içime yağıyor, ayakkabılarım eskiyor, yüzüm kararıyor, ses etmiyorum. Bana kaderin çetrefilli kıvrımlarını hatırlatan bir duvara sırtımı vermişim nefesleniyorum. Önümden kara köpekler geçiyor. Ensemden belime soğuk bir ter damlıyor. Bir yerlerde satır satır yazılıyor, tek tek tahrîr ediliyor pişmanlıklarım. Duvardan sırtımı kurtarıp son bir gayretle ilerliyorum. Şehir, ışık ışık istifrası ve çıplak reklam panolarıyla; sürat ve hazzın en müthiş yerinde çatlamamak için bir köşeye kıvrılmış uyumaktadır şimdi.

Köprüler yükselen sudan, zaman donup kalmaktan ve yaşam sona erememekten korkuyordur artık.

*

Tatlı bir telaşın incecik bileklerinden aktığını duymuştum. İçine damlayan bir zehirdi bu. İlk gençlik yıllarımıza bizi döndüren, uysal gecelerin içinde bir çılgınlık vehmi gibi ansızın yankılanan bir çığlıkla tesiri artan bir zehir. Fakat ben artık bu zehirle yaşamaya muktedir değildim. Gövdemde bin yıllık sancılar varken katiyen dayanamazdım. Yine de her şeyin sebebi bu değildi büsbütün. Ben çocukluk uykularımı daha en güzel yıllara ulaşmadan kaygıya teslim etmiş, kendimi bir zaman cennet hayaliyle avutmayı denemiştim. Benim sözlerimden yayılan giz, mesela senin de dediğin gibi, "konuşma dilimin bazen yazı dilimle örtülmesi", perdeleri çekik odalarda kararan çehremin eski bir elemi hatırlatması bundandır. Senin duvarları aşmaya, kapıları açmaya, hudutları geçmeye yeltenen kararlılığın; benim eski elemimin içinde, çocuksu tavırlara bürünen masumiyetlere karşı uyanan tebessümlerden bir tebessüm uyandırmıştı. 

Yolculuklarında katettiğin yolların iki yanından akan bozkırların ortasında tek bir ağaç görürsen beni hatırlayacağını biliyorum. Eski elemler ki, tabiatın ortasında tek başına kalmış ağaçların gövdelerine bir bıçak vasıtasıyla kazınmış isimlerden ve satırlardan okunur. Farzet ki bu satırlar da, bin yıllık sancılara yurt olmuş şu gövdeme kader vasıtasıyla çiziktirilmiştir ve bu günler mazi olduğunda okunmayı beklemektedir.

*

Babamın her sabah indiği bu yokuştan, bir sabah vakti ben çıkıyorum şimdi. Nereden mi biliyorum babamın her sabah bu yokuştan indiğini? Sabahlardan bir sabah, mevsim yine böyle yazın son günlerini çağırırken bu yokuşta karşılaşmıştık onunla. O aheste aheste iniyorken yokuşu, ben yokuşları pek sevmediğim için telaşla çıkmaya çalışıyordum. Birbirimizi karşıdan fark edip, başımızı aynı anda yere eğdik. Yokuşun tam ortasında karşı karşıya gelene kadar ne bir tebessüm ettik birbirimize, ne de bir şey söyledik. Bir mecburiyet olarak karşıya karşıya geldiğimiz an ise sadece yarım bir günaydın duyuldu ikimizden de... İki yabancı gibi yolumuza devam ettik sonra.

Bu yokuştan sabah vakti çıkıyorum ya, bu sabah aslında benim için sıradan bir sabah değil... Dünyada yaşadığım ilk sabahın yıldönümü olan bir sabah. Çünkü rivayettir ki, sabah ezanları okunuyorken doğmuşum... Şöyle bir düşününce; takriben az önce sabah ezanı okunduğu için, o gün nasıl hayat yokuşunu tırmanmaya ilk kez bu saatlerde adımımı attıysam, bugün de aynı saatlerde evime giden bu yokuşu sökmeye çalışıyorum. 

Yokuşlar biter mi? Bitmiyor...

Babam mı? O bu yokuştan iki yıldır inmiyor. 

Dipnotlar

*Hümeyra'nın, 1990 çıkışlı aynı ismi taşıyan albümünde yer alan "Tutkulardan İntihar" adlı şarkısının sözleri.

** Stromae'nin 2013 çıkışlı "Racine Carrée" adlı albümünde yer alan "Formidable" şarkısının sözleri. Türkçesi: "Mükemmel, mükemmel... / Sen mükemmeldin, ben ise acınacak halde... / Biz mükemmeldik... / Sen mükemmeldin... / Ben acınacak halde..."

***İsmet Özel'in "Üç Frenk Havası" şiirinin "Capriccio Ölüm" bölümüne atıf: "Doların dalgalanmasına bırakıldı bu çağda ölüm / geceleri şehrin varoşlarında ikâmete mecbur edildi / gündüzün kimlik soruldu ona  / sağcı mı solcu mu olduğu sorusuna cevap verdi / seken bir kurşun kadar / kurşunî bir kış denizi kadar bile / taraf tutmayan ölüm.


Eylül

İnsan bir tek kendisini yahut kendisine ait olanı bilmelidir. İnsanın kendi yaşamından başka bir yaşamı, kendi tecrübelerinden başka bir tecrübeyi, kendisinden başka herhangi bir şeyi bilmesi, gelişim arzusunun getirdiği bir şımarıklıktan başka ne olabilir?

Geliştik. Gelişiyoruz. Gelişme bağlamında atılan her adım kendimizden ziyade çevremize yöneltiyor bizi. Kendi ufuklarımızdan çektiğimiz bakışlarımız, başkalarının ufuklarının hudutlarında dolaşmayı kendisine hak biliyor. Böylece komşunun bahçesindeki çimenin yeşilliğini, başkasının göğündeki yıldızın parlaklığını ve başkasının işlediği günahın vahametini bilmeyi, sıradan pek sıradan bir iş olarak görüyoruz. Merak da 19. yüzyıldan beri kutsallaştırılıp, elzem bir ihtiyaç olarak konuluyor önümüze...

Tüm yeşillikler bizim!

Göğümüzdeki her yıldız emsalsiz aydınlık!

Günahsa, en büyük günaha biz girdik.

*

Mum ışığında merhamet dileyen, nedamet dolu gözler. 

Bir suyun, bulanık, değdiği her yerde rutubetli bir acı bırakan zehir gibi bir suyun akışına denk, akan, aktıkça arınacağı yerde bulanan şuurlar. 

Mum ışığında merhamet dileyen bu nedamet dolu gözlerin gerçekliğinden kopup, bulanık şuurların akışına kapıldığımız an aynalarda neler görürüz?

Nabzın titrek atışlarından taşmak isteyen kanın kıvrak ve histerik ateşi, asırlardır kanayan yaraların içinden akmak için kutlu bir yol bulmuştur kendisine.

Artık ne sigaraların tütünü kâr edecektir bu kanı dindirmeye, ne birbiri ardınca, sabırla ve özenle atılan dikişler iki yakasını bir araya getirebileceklerdir bu yaraların. Ateş ve kan aynada aynı gözükmektedirler. Onlar birbirini tamamlamakta, birbirleriyle yaşamaktadırlar. 

Oysa yaralar, aynalarda şeffaflaşan maziden başka benzeyecek bir şey bulamazlar. Şeffaflığın hükmü olmadığı için yapayalnız ve zamansızdırlar. En son çare, en mahrem, en abes bir uzuv gibi görünürek, tıpkı vahşi bir hayvan gibi bizi kendilerinden uzak kılmak isterler.

*

Yaz boyu, insanların kalbinde, evlerde, sokaklarda, sayfiye yerlerinde rehavet ile sarılarak muhafaza edilen ve böylece yavaş yavaş olgunlaşan hüzün,  Eylül ayında hakiki lezzetine ulaşır. Dökülen yapraklar, sarının istihzası, arada bir yağan yağmurlar, olgunlaşan hüznün lezzetini kutlamak içindir.

*

Estet, en hür mahkumdur.

Etik, en mahkum hür.

Bu kavramlardan çelişkili bir şekilde bahsetmemin sebebi, bu kavramların ihtiva ettikleri mana bakımından bir tezat halinin gerilimini en güzel şekilde yansıtmalarıdır. 

Oysa bu kavramların iç içe geçtiği, hatta birbirleriyle yer değiştirdikleri olur. Ama tezatlık ihtiva eden durumları sabittir. 

Estet, haz, günah ve hayranlığın sularında yüzerken, faal ol(a)mamasından dolayı mahkum; etik ise mesuliyetleri bilen ve onlara bittabî uyarken hürdür. Çünkü mihrakını pratik hayattan ve hareketten almaktadır. Estetin zihni ise haz, günah ve hayranlık arasında yüzmenin durağan ve telaşsız kaderini yaşar.

Estet, kader...

Etik, irade...

Estet, oluş; etik, varoluştur...(?)

*

....... bahçesinden çıkmış eve giderken ardımdan nasılsın diye seslendi. Yanından geçmiş ama fark etmemiştim onu. 

"Yukarı mı çıkıyorsun beraber çıkalım?

Bu delikanlıyı nereden tanıdığımı hatırlamıyorum... 

Muhtemelen o da beni nereden tanıdığını bir türlü kestiremiyor. Ama birbirimizi her gördüğümüzde muhakkak selamlaşıyor ve hal hatır soruyoruz.  Yukarı çıkarken bana eşlik etme fikrini belli belirsiz bir baş hareketiyle onayladıktan sonra yanımda yürürken teklifsizce konuşmaya başlıyor:

"Bugün üçte uyandım inanır mısın? Uyuyamıyorum bir türlü düzelmiyor." Onun kendisini bana şikayet etmesini engellemek için, bir gözüm yanıbaşından geçtiğimiz camiinin haziresinde üzerine yıldız yıldız akşam güneşinin serpildiği mezar taşlarında dolaşırken, yaşadığımız devrin ve buna bağlı olarak dünyanın bunalımından bahsetmeye niyetleniyorum. Sözümü yarıda kesiyor... "Hayır" diyor, "Zaman geçmişe nazaran daha iyi... Hatta bu devir kendi imkanlarıyla insanları daha da aydın kılıyor. Büyüklerimiz bizi korkuttu, çok korkuttu..." Belli etmeden göz ucuyla yüzüne bakıyorum. Çakmak çakmak gözleri, terliklerinden fırlamış ayak parmaklarında, kendi adımlarını izliyor...

Yutkunup kendinden emin bir sesle ekliyor sonra:

"Şimdilik çalışamıyorum, uyku düzenim yok... Ama muhtaç kalırsam girer bir pastahaneye dünden kalmış birşeyler ister, yer ve doyarım..."

İlk aralıktan ona veda ederek alelacele dönüyorum. Yaşamın bu denli umutsuz ama yine de aydınlık oluşuna katlanamıyorum. Varlık bu delikanlıda basit bir meseleden ibaret. Bir mesele dahi değil hatta... Teslimiyetin çılgınlığını hatırlatan, saydam ve yalın bir vehim.

*

Sokakta, beyhude geçen ömürlerin izlerini taşıyan yüzleri görmenin külfetini size anlatamam... Şânizâde Ataullah Efendi'nin sürgünde iken affedildiğini yazan fermandaki bir noktanın hükmünü*, "Evet" ve "Hayır" arasında kopan şiddetli fırtınayı size anlatamam.**

Adımları rahat ve geniş gövdelerin, tebessümleri çizgi çizgi büyüten dudaklarının yanında, ani bir sancıyla iki büklüm olanları, kaldırımlara düşenleri, bir parça ekmek ile doyanları, karanlık bir odada, avare gölgelerle sabahı edenleri anlatamam.

Gecelerden bir geceydi. Yüzlerce kalp, yüzlerce yıldızın altında yeryüzünü sarsarak atıyordu. Yüzlerce dağ yıkılıyor, yüzlerce deniz taşıyor ve anaların rahminden yüzlerce çocuk doğuyordu.

O çocuklar ki, "Evet" ve "Hayır"ın arasındaki zorlu tecrübeye serdiler boyunlarını, o çocuklar ki, karanlık odalarda göz bebekleri büyürken, sabahı pencereden giren ilk solgun ışıkla bildiler, o çocuklar ki, bir nokta üzerinden bin ölüme yürüdüler.

Bu yürüyüşten sağ kalanların yüzleri, boşa geçmiş bir ömrün izlerini taşımaktadır şimdi.

*

Kapı ansızın açılmadan önce sımsıkı kapalıydı. Anlık bir çekiş kuvvetiyle açılacağını sanmazdım. Üst kısımdaki buzlu camında gördüğüm ışık, turuncu, kirli ve mahcuptu. Bu kapı ebediyete kadar kapalı kalmalıydı.

Bazı kapılar, arkalarında en vahim felaketleri saklamaktadır. Yalnız felaketler değildir üstelik kapıların ardında saklanan. Bazen bir mahcubiyet, bir ölüm, bir gençlik hatası da saklanabilir kapıların ardında.

Eşiğinden geçtiğimiz varoluştur kapılar. Göğe açılanları da vardır, cehenneme açılanları da. Ardında iyi yahut kötü diyebileceğimiz ne olursa olsun kapılar, eşiklerinden itibaren yeni olanın bilinmezliğini ve bu bilinmezliğin kaygısını taşırlar. (Kaygı, modern dünyanın malıdır ve bahsettiğim kapılar da son derece modern kapılardır aslında.)

Bir odanın kapısından sırtımızı dönerek çıkalım. Ardında bıraktığımız oda, kapıdan çıktığımız andan itibaren bıraktığımız gibi değildir. Hep yeni, bilinmez ve ötekidir.

*

Gözü yaşlı, ayakları çıplak, nedamet dolu bir ruh, kızıl gökyüzüne uzanan o devasa sütunlardan birine sırtını dayamış, başını ellerinin arasına almış kederli ve mahcup oturuyor. İnsanlar, kirli sandaletleriyle yanı başından aceleyle geçip gidiyorlar. Yargılanacak olana karşı ilkel, hayvani bir güdünün peşinden sürükleniyor onlar. Az ilerideki tozlu merdivenleri iştahla tırmanıyorlar.

Dökülecek kan, henüz dökülmeyen kanın teminatı.

*

Çoktan çözülmüş bir kurdelayı bağlamaya çalışıyorum. 

Hüzne özen gösterilmeli...

Her gece uyumadan evvel cümleler kuruyorum:

Ardına bakmadan dönüp gidiyor biri...

Çoktan ölmüş birini uğurluyorum...

Yokluğa saygı gösterilmeli...

Her gece uyumadan evvel nasıl pişman oluyorum...

Bir zamanlar diri, taze ve kıvrak elleri,

Düşündükçe mahvoluyorum...

Çoktan uyumuşum, hatırlamıyorum...

Uyanabilmeli.

*

Çocukluğumdan beri her lazım olduğunda vesikalık fotoğraflarımı çektirdiğim ve bir abla ile erkek kardeşinin işlettiği fotoğraf stüdyosunun merdivenlerle inilen kapısında soluğu alıyorum... Kederli gözleriyle, yıllardır ekmeğini paylaştığı kardeşinin, bayramın son günü öldüğünü söylüyor ablası. "Beni bırakıp gitti" diyor. 

Bu ablayı, mazide çekilmiş fotoğraflar, fiyat tarifeleri ve masaüstü eski bir bilgisayardan müteşekkil daracık stüdyoda ve bu stüdyonun bulunduğu iş hanının geniş camlı kapısının ardında son sürat akan hayatın içinde de yalnız bırakan bu erkek kardeşi çok iyi hatırlıyorum.

Cılız bir vücut. Köşeli bir yüz ve o yüzde renkli iki büyük göz. "Çok zayıftı" diyor ablası. "Doktor dayanamaz dedi, dayanamadı da garibim." 

Bir ölüm haberinin yarattığı şaşkınlığın vahametini ardımdan bırakmayı umarak bir an önce terk ediyorum stüdyoyu. Merdivenlerden çıkıyor, stüdyonun bulunduğu iş hanının kapısına geliyorum. Otomobiller, insanlar gelip geçiyor. İş hanının hemen yanındaki ufacık oyuncak dükkanından gelen oyuncak sesleri otomobillerin ve insanların seslerine karışıyor. Kendimi dışarıya atıyorum. Ölüme karşı yaşamı duyumsuyorum.

*

Kierkegaard "Ya / Ya Da" adlı eserinde kederin antik çağa, acınınsa modern çağa ait olduğunu söylüyor. 

Ne doğru tespit!

Aslında şöyle bir bakınca kedere daha yakın olduğumu hissetmem, antik çağa komik bir öykünüşümden ibaret olabilir mi? Hayır. Keza antik çağ bir kaç müstakil eseri dışında bende derin bir iz bırakmamıştır. Sanırım kederin incecik, hudutları müphem ve devasına acıdan daha uzak olan hali, içimdeki iklimi mütemadiyen cezbediyor.

Akşamın çöp arabalarıyla gümbürdediği bu vakitte, acıdan ziyade ancak keder beni böyle aynı sokaklarda defalarca dolaştırabilir ancak.

*

"İçimizdeki Eylül" adlı bir yazı kaleme aldım ve o yazıda şöyle dedim: "Eylül, her sene mühim bir olayı da muhakkak kendisiyle beraber getirmektedir çünkü."

Bu yazıya son noktayı koyduktan bir gün sonra Britanya kraliçesi II. Elizabeth vefat etti. Eylül beni haksız çıkarmadı. "Londra Bridge" bir Eylül yangınıyla yıkıldı. Aslında bir kez canlı olarak gördüm onu. Bursa ziyaretindeydi. Koza Han'ın kapısından çıkarken, güvenlik için oluşturdukları geniş dairenin Atatürk Caddesi'ne uzanan sınırından bakıyordum. Ufak tefek ama televizyon ekranlarında gördüğümden daha asil bir kadındı. Havada süzülüyormuş gibi attığı ufak adımlarıyla yapayalnız bir hayalet gibiydi.

*

Yığılan kelimeler, kollarından tutup sarsamadığımız, sürükleyemediğimiz, tazeliğini yitirmiş kelimeler. Yarın olacak. Gün güzel gülüşlerin üzerine doğacak. Yarın bitecek. Hatıralar kalacak. Kelimeler yeniden, yeniden bir köşeye yığılacak.

Zaman pişman olacak. Gecenin ortasından eski bir hüznü taşıyan bir rüzgar geçecek.

*

Yağmurun sızladığı bir sabah... Yağmur sızlıyor. Su birikintileri, çamurlar, ıslanan omuzlar, zaman sızlıyor. Nerede kavurucu yaz güneşlerinde esneyen, bir soluk gibi usulca tene yayılan sıcacık esintiler.

Her şey yaza veda ediyor.

*

Mercan Dede'nin "Su" albümünü aldığım ve dinlediğim günü hatırlıyorum. 2004 yılıydı.

Mevsim yaz... Eve geldim. Imperial kaset çalarımıza taktım. Dinledim, dinledim... Hiç tatmadığım bir lezzetti bu. Hava kararana kadar kaseti döndürüp durdum. Arada kasetin kapağını, inceliyor, kulağım dönüp duran albümde, öylece oturuyordum. Suyun hüznünü, sevincini ve virdini o gün anlamıştım. Yükselen, taşan ve sonra ilahi bir sızıyla durulan, yumuşayan, akan, arınan ve arındıran su. İçimde kıvranan yaşam suyunu o gün keşfettim. O gün erişkin olmuş, o gün su gibi akarak kendimden öteye, öteden de öteye ulaşacağımı  ve çoğalacağımı anlamıştım. Kainat ve insan su gibi akıyordu.

*

Nefaset değil, nesafet lazım. Kaidelerin bolluğu ve yararlılığı üzerine konuşmaktan vazgeçmek, onları noktası noktasına uygulamak yerine, insaniyete uygun olanın tarafını tutmak lazım.

Üzerinde durup sigara içtiğim bu bayırdan, bir yaz boyunca her gün aynı saatte çıkmıştım. Doğrusu nefaset dolu günlerdi. Ama o günler, nesafetin ötelenmesine, Lacan'ın ifade ettiği gibi fertlerinin sayısı kuru bir veriden başka bir şey ifade etmeyen yanlış bir aile kurgusuna, kamu kibrine ve daha baştan benim tarafımı tutmayan talihe mağlup düştü. 

Bugün bu bayırda, insan hayatındaki bir parça nefasetin, nesafet olmayınca beyhude olduğunu bilerek duruyorum.

*

Fizikte Ramoto modeli denen bir şey var... Tekil olanın, diğer tekil olanlarla birlikte bütünleşme ve faz farkını en aza indirme eğilimi bu... Tabiatın ulaşmak istediği doruk mu? Müteal bir harmoni mi? 

Kanımızın akışı, damarlarımızda aynı sürate ulaşsa, kalbimiz aynı şiddette çarpsa? Ne şiirsel, ne vecd dolu bir son hayali!

*

Kainat mevcudiyetini tekerrürden alır. Saniyeler, saatler, günler, aylar, mevsimler tekerrür eder.

*

Minibüs denizin kıyısından akan virajlı yolda kıvrıla kıvrıla ilerliyor. Yolculuğum ayakta... Benimle birlikte ayakta yolculuk eden adam inatla elindeki adi romanı okumaya çalışıyor. "Okuduğu romanın adi olduğunu nereden biliyorsun?" derseniz, itiraf etmem gerekir ki şöyle bir göz ucuyla, ayaktaki yolculuğuma katlanmak için bir paragraf kadar onunla birlikte okumaya çalıştım. Basit cümlelere derin manalar vermeye çalışan hokkabazın birinin kaleminden (kaleminden demek de bir alışkanlıktan ibaret artık. Keza böyle romanlar bilgisayar tıkırtıları ile ortaya çıkmış romanlardır.) çıktığı belliydi. Minibüs kıvrılarak ve arada bir yoldaki mıcırlara bulanarak salınıyor gibiydi. Öylece, belli bir süratte sabit, sonsuzluğa akıyordu bu minibüs. Buna emindim.

Aslında ben bu sabah bu minibüsten farksız uyanmıştım diyebilirim. Boşluğa akar gibi yola çıkmış, yürümüş, trene ve minibüse binmiştim. Sevmiş, sevilmiş, üzmüş, üzülmüştüm... Mesela trenden inince, önlerinden geçen kadını, yüzlerinde bir festival havası ile izleyen yavşak adamlar, meçhul talebeler, sessiz düşünceler görmüştüm. 

Ayrıca o güzel kitaplıkta Sartre'nin Bulantısını görmüştüm ki gördüğüm en güzel ikinci şeydi. Birincisini söyleyecek değilim. En güzel şeyler muhafaza edilmeli. 

Şimdi bu minibüsteyim. Bu minibüs sonsuzluğa akmıyorsa eğer beni şehre ulaştırır. Sadece ben sonsuzluğa akıyorsam benim yüzümden bu minibüs ve içindekiler de benimle birlikte bir müddet sonra sonsuzlukta kaybolacak demektir. (Sonsuzluğa benimle birlikte adi bir romanın da gelmesi felaket canımı sıkıyor.)

Saat beş civarı şehre ulaştım. Yuvarlak gözlüklerimi taktım. Evime dönüyorum.

Sonsuzluk, vehim. 

*

Muğlak Bir Mütâlâa

-İnsan her daim kendisine yakışanı yapmaya muktedir bir varlıktır!

-Hayır... İnsan her daim kendisine yakışanı yapmaya muktedir bir varlık değildir... Çünkü doğmak, yaşamak, yani büsbütün var olmanın neresi insana yakışıyor?

-Hassas muhasebelere meylettikçe, böyle ucu kadere dokunan şeyleri düşündükçe kendini yitiriyorsun...

-Kazanılmayan şey yitirilemez...

-Yitirilmiş her şey kazanım değildir. Bazen yokluğunu da yitirir insan.

-Bunlar mecaz, edebiyat, teşbih... Kader anlayışına da taban tabana zıt şeyler... Yokluğun kaderi olmaz. Bana, var olan her şeyin bir kaderi vardır diyeceksin...

-Yokluk "yok" olsaydı ondan bahsedemezdik değil mi? Öyleyse var ve onun bir kaderi de var.

-Bahsettiğimiz şeyler bir kibrit çöpü gibi... Hangisinin diğerinden farklı ya da hangisinin bir kibrit çöpü olup olmadığını anlamak için teferruatlı bir tetkike ihtiyaç var. Kibrit çöplerini tek tek inceleyecek kadar hem de... Kuruntulardan ibaret şeyler.

-Ama bir farkla... Kibrit çöpü, kibrit kutusundaysa, yani demek istediğim ona sığıyor ve kendisini kutusundan dışarı çıkmasını gerektiren bir farklılık arz etmiyorsa ona kibrit çöpü dememek, ondan şüphe etmek akla ziyan. Kainat içinde devinen ihtimalleri yok sayamayız değil mi?

-Siz böylesiniz... En ince tetkikleri en kaba tahlillere bağlayıp, neticesini ancak muğlak bir varsayımın hudutlarına bırakır ve sonra o hudutlardan eşyanın, zamanın, mekanın ve insanın akıbetini merakla gözlersiniz.

-Fakat acımasız bir tespit bu. Tasnife muhtaç olanı tasnif etmek pek tabî insanî bir erdem... Hatta entelektüel bir tavır. 

-Her şeye, hatta kendimize yakışanı yapmaya muktedir oluşumuz gibi mi?

-Evet.

-Sizin anlamak istemediğiniz, görmezden geldiğiniz kader öyle bir sırlar manzumesidir ki, siyah ile beyazın tüm farklılığını bir çırpıda siler, günahı sevap, sevabı günah kılabilir. Tasnif yahut teşhis mümkün değildir. Görünene aldanmamak gerek. Daima devinen illiyet mühim...

*

Birkaç sene önce şehir tiyatrosunda izlediğim Reis Bey piyesinde,  piyesin konusunun geçtiği oteldeki resepsiyon görevlisini oynayan adam ile ihtiyar annesi, kol kola girmiş bir şekilde aheste aheste önümden geçtiler. Adamın elinde buruşuk bir eczane poşeti vardı. Sakalları uzamış, kalın ensesi terlemişti. Sahnedeki gibi değildi... Yüzünden sahnede olamayacak kadar ciddi bir mesuliyet ve hayata karşı mukavemetin ağır başlı sabrı okunuyordu. 

Biliriz ki sahne, üstünde hayata mukavemete yer olmadığı için sahnedir. Sahnedeki de, gerektiği zaman hayata mukavemet etmemeyi bildiği için sahnededir. Sahne akar, izleyenler bu akışı gerçek hayatın bir benzeri olarak izler. 

Farz edelim ki bu adam, ihtiyar annesiyle aheste aheste yürüyecek bir karakteri canlandırsaydı, rol aldığı piyeste böyle bir sahne olsaydı, rol yapmasına asla gerek kalmazdı. Tıpkı gördüğüm haliyle, katıksız bir şekilde yer alırdı sahnede.

Aslında mukavemet etmeden mukavemete ve insanın bizzat kendisiyle birlikte vuku bulabilecek durumlara öykünüşünün izleyici üzerindeki hazzı.

*

Masamıza yağan sararmış yaprakları ellerimle ufalıyor, yaprakların kırılan damarlarında biriken yaz mevsiminin tüm sıcaklığını avuçlarımdan uğurluyordum. Entelektüel ve aydın kavramlarının çevresinde dolanıp dururken, son derece aydın olduğunu düşündüğüm ama hayatına intihar ederek son noktayı koymuş birinden söz açtım... Gözleri belirsiz bir noktada dolaştı ve şöyle dedi:

"Aydınlığın alameti aklına intihar fikirlerinin gelmiş olmasıdır. Ama intihar ediyorsan aydın değilsindir."

*

İnsanoğlu her şeye bir isim bulduğu için tasnifi ve tabiri çoğaltmış, kendisiyle çevresi arasında gelişen gizli çatışmaya böyle üstünlük sağlamaya kalkmış ama muvaffak olamamıştır.

*

Kirlenmeden, arınmadan, utanmadan, usanmadan, yadırgamadan, yüz yüze ve buna rağmen, her şeye rağmen, yaşama, ölüme, komediye ve trajediye rağmen, bir bütün olarak bin yıllık yolu aşmıştık. Ağlamıştık.

"Neler neler yapıyorsun?" diyen bir şarkının içindeyim. Akşam tülleniyor. Gölgelenen kuytular arasından görüyorum seni. Bin yılda bir gelir böyle bir akşam. 

Ağladığımız akşam da, tüllenen bir akşamdı. Güneş sert geçen bir kış sonrası ilk kez o gün teşrif etmişti dünyamıza. Akşam tüllenmişti sonra. Teşrif eden sadece güneş değildi o gün. Benim ruhum da, senin ruhun da, vahim bir durum da teşrif etmişti güneşle birlikte.

Ah kimseler bilmeyecek, güneşin teşrifiyle dalında patlayan incirlerin, mazgalları geniş sokaklarda fare ölülerinin, güvercin pisliklerinin arasından mahcup ve mahzun yüzümle geçtim. Bin yıllık yollar yürüdüm. Bin yıllık bir sancıyla doğuyordu yeri ve göğü birbirinden ayıran ufuk... Çalkalanıp da ele avuca sığmaz, zehir yeşili bir sızı halini alan kalbimi bir sabah, henüz otobanlara dökülmemişken yılanlar ve denizlerin üstünden kalkmamışken gecenin nefesi, bir hiç uğruna feda ettim.

Korkular ve dualarla, titrek çakal seslerinin yankı yankı büyüdüğü ormanlara teslim ettim gözlerimi. Bin yıllık ölümler, bir dakikanın çevresinde dönüp duran vedalarla hemhaldi. 

*

İran'da Mahsen Amini adlı genç bir kadın, saçı görünüyor diye polis şiddetiyle öldürüldü.

*

Şimdi Altıparmaktan geçerken aklıma ne geldi... Eski Altıparmak böyle değildi. Şimdi bir sürü dönerci açmışlar ve yol kenarındaki işletmelere ait olan bazı tabureleri pembeye boyamışlar. Mesela yürürken mavi neonların altında kirleniyor insan. Burç sinemasını geçmişim çoktan, Capella'ya kıvrılan yokuşlardan birine gelmişim de haberim yok. Gün ufukta sütlü sarı. Kırmızı otomobilin sürücüsüyle kavgaya tutuşasım geliyor, adam sen de deyip yürüyorum. 

Bol musikili bir akşam yaşıyorum. 

Alkış, protokol, sanatçı, ses, çalgı, klip.

Sonra gece... Bir yıldız ölünce arta kalan karanlık gibi bir gece.

*

Sanat, kendisini kullanarak kendi benliğini anlatmak isteyeni istifra ediyor bir bakıma. Bu yüzden kitlelerin, onda kendilerini bulabildikleri ölçüde kalıyor. Ne büsbütün öznel, ne de tamamıyla nesnel oluyor.

*

Karşı kıyıda yanan deniz fenerlerinin su üzerinde uyandırdığı bulanık cehennem. Denizin üstünde yoğun, büyük ve gecenin karanlığında mor mor salkımlanan bulutlar. Rüzgar, denizden söküp sürüklediği suları kayaya ve oradan da yüzüme öyle bir şiddetle çarpıyor ki... Başımı paltomun yakalarına gömüp dudağımda kuru kalmasına bizzat gayret ettiğim sigaramla zor bela yürüyorum. 

Gecenin, sonbahardan kışa dönen gecenin, soğuk ve tuzlu deniz suyuyla ruhuma çaldığı efsun bu. Tabiatın; su, hava ve safi ıssızlıktan terkip ettiği, elem yortusunun ikramı.

*

Putin, uzakdoğu uyandığında açıklama yapacaktı.

Şiir gibi: "Uzakdoğu uyandığında."

Oysa yakın, uzak, kuzey ve güney doğular, bir fısıltı gibi esrik ve yumuşak, katmerlenen yalanlarla uykuya dalmışlardı. Batılar da öyle. Piyasalar hep uyanıktı. Sermaye ve tüketim de uyanıktı üstelik. Mesela silah tüccarlarının gözüne katiyen uyku girmezdi.

Benim aklım ermiyor, havsalam almıyor. 21. yüzyılda cephe savaşları hala nasıl mevzubahis olabiliyor? Milenyumun başından beri globelleşen dünya denilip duruluyor. Yoksa doğuların ve batıların (asla "doğulular" yahut "batılılar: değil, "doğular" ve "batılar" yalnızca) gördüğü bir rüya mıydı şu globelleşen dünya?

Artık dijital platformlarda, ortak paydalarda buluşan insanlık, nasıl cephe savaşlarında karşı karşıya gelmeyi tarihsel bir gerçeklik olarak görüyor ve değişen konjonktürü bir türlü anla(ya)mıyor?

"Tarih tekekkürden ibarettir" diye yöneltilen itirazları duyar gibiyim. Oysa görüyoruz ki, tarih kısır döngüden ibaret yalnızca.

Ve Putin "uzakdoğu uyanınca" açıklamasını yapıp, Rusya'da kısmî seferberlik ilan etti.

Şimdi tüm Doğuların ve Batıların uyanma vakti.

*

Ben bu düzeni bilirim. Bu düzen ki, ara sokaklarında belanın tam tekmil beklediği bir düzendir. Ormanda tavşan uğursuzluk getirir, şehirde yaşamak ise baştanbaşa uğursuzluktur. 

Havada asılı kalamaz paçavralar ve kendini taşımaya mecali olmayan ağaçlara yeltenirler. Kuzgunlar leşlere muhtaçtır, yalancılar doğrulara... Bu misallerin hepsi düzen ile alakalıdır.

*

Nitelikliyi niteliksizden ayırmak.

Kasıt / Maksat

*

"İncecik, sanki üzerine bastığımız yerin yüzeyinden ya da başımızın üstünde dönüp duran kumruların kanatlarından süzülen, yerini ve tavrını tayin edemediğim bir hüzün..."

Yağmur soğuk, hırıltılı ve dolgun bir ses halinde sancı sancı göğsümde dolanıyor. 

Sabah vakti adamakıllı ıslandım.

Öğleden sonra, kedilerin tedirgin adımlarının yansıdığı su birikintilerinden geçiyordum.

Yağmur sonrası mezarlıklarda dolaşırdım bir zamanlar. 

Bu kez, önümde uzanan su birikintilerinin arasında başım önümde aheste aheste dolaşırken; üzerinde ıslak süsen çiçekleri ve çamurlu toprağıyla bir mezarlığın kenarında kalmış, başındaki servilerde ötüşen serçelerin neşesi ve yağmur sonrası açan güneş ile aydınlığa kavuşmuş olan kendi mezarımın başında dolaşıyor gibiydim oysa.

"Artık fark etmeden teslim olmuş, içimde gitgide incelen varlığı, üstüne bastığım yere ya da kumruların kanatlarındaki telaşı dindiren sükûnete hediye etmiştim. Yeri ve tavrı, ölümü düşünmekti bu hüznün. Ölümü geçmişte de düşünenlerden mirastı o..." 

"İnsan zayıf yaratıldı."

*

Limak Filarmoni Orkestrası'nın eşlik ettiği Tenor Murat Karahan'ın yorumladığı bir Zeki Müren bestesi olan Beklenen Şarkı'yı dinliyorum. Sanıyorum ki bu yorum, bu şarkıyı çepeçevre tahlil etmek için biçilmiş bir kaftan adeta...

Beklenen Şarkı'da güfteler bir sevgilinin diğerine; zarif, şiirsel ve tedirgin ricaları etrafında şekillenen kaygılarından ibaret.

Gözlerinin içine başka hayal girmesin...”

Ne büsbütün hüzünlü, ne büsbütün umutlu... Lâkin fevkalade estetik. Bir yükselip, bir düşen, ama bu hareketleri birbiri ardınca yumuşak geçişlerle yapan, ruhu yükseliş ve düşüş arasındaki muvazenede usulca kucaklayan bir şarkı. İnsan bu kucaklayışın tesiriyle gözlerini kapatıp, kendisini meçhule teslim edebilir.

İstersen yum gözlerini, tıpkı düşünür gibi...

Yalnız güftenin, "Kıskanırdım seni ben, kendi gözümden bile" kısmında usulca düşen nağme, sanki bir zaman içimizi titreten bir aşkın en mahrem hatırası; "Nasıl verirdim seni bir gün yabancı ele" kısmı ise seher vaktinde gözümüzde canlanan bu mahrem hatırayla bîtap yüreğimizin, bir baygınlık vehmi içinde, anne sesindeki ninnilerle örülen huzurlu uykuları arayışı haline gelmekte.

Biz bu arayış halinde dönen mahmur başımızı, hemen ardından gelen yükselişe ve umuda teslim edip, "Sana gelen yollarda daima beni bekle" ricasıyla, evvela içimizdeki, sonra ufuklardaki günün doğuşuna şahitlik etmekteyiz.

Güftedeki "Benden evvel başkası, seni görüp sevmesin" kısmı ve onunla yükselen nağme ise tedirgin yüreklerimizin yükseliş ve düşüş arasındaki nazenin serüvenine noktayı koymakta.

Bana sadece estetikten ibaret bir şarkı sorsalar, hiç tereddüt etmeden bu şarkıyı örnek verirdim."

*

Benim muhasebelerim kuş tüyü gibi. Evvela, döne döne süzülerek, kendisine müsait bir zemin buluyor, orada duruyor, hareketi sönüyor. Kıpırtısız, cansız bir hal alıyor. Ardından ufak bir esinti görmeye görsün, havalanıyor, aheste aheste süzülüyor ve gözden kayboluyor. Bir elim çenemde birikmiş sakalımda, diğeri önümdeki masada yaptığım ve bu kez "eureka" dediğim her hesap, hayatın içindeki başka bir cereyanla unutulup gidiyor.

*

Ne gariptir ki, yüzümde mahrem bir heyecan ile açtığı tebessümü, birkaç saat sonra yara farz edip, dikmeye çalışıyor. Ya korku, ya pişmanlık, ya da kendi yarasını tedavi etme gayreti.

Düzeni bozmama eğilimi.

*

Derenin, iki yakası birbirine iyice yakın olan bir yerinde kurulmuş eski köprünün üzerinden geçtikten sonra önümde uzanan ve geniş caddeye çıkan sokağa bakıyorum. Bir sigara yakmalıyım. Bu köprüden geçtikten sonra bir sigara tellendirmek gibi bir huyum var... Hay aksi! Çakmağım evde kalmış. Sokağın köşesine sığınmış olan o eski bakkala doğru, bir çakmak ya da kibrit almak için yöneliyorum. Kapıdan girdiğim anda eski raflara itinayla dizilmiş bisküviler gözüme çarpıyor. İçerde hepimizin bildiği, ekmek, deterjan ve şekerden müteşekkil tozlu bakkal kokusu. Kapının hemen üzerindeki ufak televizyon ekranının pürüzlü ışığında bir kadın kıyamet gibi bağırıyor. Sunucu mini elbisesi ile gayet aydınlık, onu teskin etmeye çalışıyor. 

Gözümü televizyondan kurtarıp bir çakmak alacağım diyor ve köşedeki çakmaklara uzanıyorum. Bakkal gözünü televizyondan asla ayırmadan, adeta ezbere bir şekilde çakmağın parasını alıyor, kasaya koyuyor. Ağzı beş karış açık televizyona bakmaya devam ediyor. Bakkalın gözleri en iyi ihtimalle, televizyondaki mağdur kadının acısını içmeye hevesli gözlerdir. Trajediye duyulan açlık ve başkasının başına gelene karşı duyulan o iştahlı ihtiyacın ayartısı.

Ya da televizyondaki sunucunun mini elbisesi sadece.

*

Ben mağlubiyetimle yaşıyorum. Galibiyet anlık bir parıltı, gün geçtikçe tarihin tozlu raflarında eskiyecek bir şeydir. Ama mağlubiyet, mağlup olunan anda başlayıp, anın içini yoğunlaştırdıktan sonra geleceğe de bir mesele halinde taşınır.

Galibiyet kazanımdır, mağlubiyet ise durum.

Şüphesiz mağlubiyetim her yerde benimle birlikte, benden bir parça o. Çelik rafların parıltısına küfredercesine, şehrin sokaklarında öfkeden ateş kesilip yürürcesine, sızlayan parmaklarını sabunlu sularda sızlanarak ovarcasına ve tenimde çoğalan güneşi aceleyle toplayıp, en uzak fezadaki, en ufak yıldızı tutuştururcasına benimle birlikte. 

Galip olsam çelik rafların parıltısını alnımda gülünç bir onurla taşır, şehrin sokaklarında tatlı bir hayal gibi dolaşır, sızlayan parmaklarımı sabra yorardım. Tenimde çoğalan güneşle, en uzak fezadaki, en ufak yıldıza dahi mağrur durmasını bilirdim. 

Dipnotlar

*Osmanlı hekimi ve tarihçisi Şânizâde Ataullah Efendi sürgünde iken affedildiğini belirten fermandaki ıtlâkına (affedilmesine) ibaresi itlâfına (öldürülmesine) şeklinde okunmuş ve bu sebeple idam edilmiştir. Arap harflerinde (f) "ف" üstünde tek, (k) "ق" üstünde görüldüğü gibi iki nokta bulunmaktadır.

**İbnü’l-Arabî, henüz on beş, on altı yaşlarındayken İbn Rüşd’ün dikkatini çekmiş, İbn Rüşd kendisiyle tanışmak istemişti. İbnü’l-Arabî, İbn Rüşd'ün kendisine, “Senin keşif ve feyz-i ilâhîde bulduğun şey, mantığın bize verdiği şey midir?” diye sorduğunu, ona hem “evet” hem “hayır” diye cevap verdiğini, “Bu ‘evet’ ve ‘hayır’ arasında ruhlar yerlerinden, boyunlar cesetlerinden fırlar” deyince de İbn Rüşd’ün benzinin sarardığını, titremeye başladığını, birden sanki elli yaş yaşlandığını söylemektedir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥât, I-IV, Bulak 1297, I-XIV, Kahire 1392-1413/1972-92. (nşr. Osman Yahyâ, II, 372-373).


Ekim

Tarifsiz ateşler içindeyim. Vücudum kırık dökük bir hurda gibi atıldığı yerde bir o yana bir bu yana sallanıp duruyor. Evde öylece oturuyor, baba yadigarı duvar saatinin çoktan durmuş olan akrep ve yelkovanını izliyorum.

O gece ateşim artmış, gecenin bir yarısı uyanıp ateşlerin yığılarak ağırlaştırdığı göz kapaklarımın kısacık aralığından karanlığı izlemiştim. Sanki karanlığın ince zarı, göz kapaklarımdaki ateşlerle erimiş, zamanın içinde gayet geniş ve her yanı berrak olan yeni bir mekan doğmuştu.

Şimdi sabahın içinde bir hayalet gibiyim. Eskiyen sakallarım ve yüzümle, tabiatın, aydınlıklara doğru gerine gerine uyanmasını bekliyorum.

Tabiat telaşsız, kaygısız, beyaz çarşafları, parlak camları ile iyi havalandırılmış bir odadan sabahlığını giyip arz-ı endam edecek gibidir şimdi.

İki büklüm gölgeler kapısından çekilecek, ölüm onun emrine amade olduğu için eteğine tutanan her şey ölümden muaf olacak. Kimse en ufak bir kaygıya kapılmayacak. Gözlerimdeki ateşlerle eriyip yeni doğan mekandan, her daim taze ve diri oluşuyla işte böyle çıkacak tabiat.

Ve ben sabahın içinde eski bir hayalet olarak onu tam da böyle izleyeceğim.

İşte gölgeler çekiliyor, ilk güneşin billur parıltısını başına taç yaparak geliyor tabiat. Soluk, rutubetli ve daracık dünyalara sığınma vakti geldi benim gibi eski hayaletlerin. Tarifsiz ateşlerle mahmur olan başlarımızı, emsalsiz bir uyanışın, farkındalığın ve ölümün göğsüne yaslamalıyız şimdi. Orada kabullenmeli, ateşlerle içimizde uyanan bu çetin idraki ve yeni doğan mekanın hayretini orada dindirmeli ve gözlerimize böyle berrak çizgiler halinde görünen tabiatın uyanışını orada yeniden unutmalıyız. Her şey bildiğimiz gibi kalmalı.

*

Geride kaldı. Metal küllükler, vadelenen korkular, bir yanıp, bir sönen sigaralar, içilen garip kahveler, saçlarının akışında hüzün gizli kadınlar, bıçkın erkekler ve tüm bunları gördükçe içimde karıncalanan aydınlık, geride kaldı.

Ben şimdi, caddelerde parıldayan su birikintileri ve sancılı saatlerin arasından gölgemi sıyırıp, kış gecelerinde durmadan ağlayan yağmurlara tüm kuvvetimle sarılacak ve şehrin varoşlarında aheste aheste dolaşıyor olacağım. Yollarımı gözleyen kara köpeklerde, köşe başlarında yığılıp kalan tekinsiz tiplerde, gecekonduların kırık camlarında ve o camlara asılmış kirli perdeler ardından görünen sofralarda, dağınık yataklarda ve açık televizyonlarda bir yuva hasreti bulacağım. Benimle birlikte bu hasreti duyacak biri daha olmayacak. Buna niyetlenenlerin birçoğu hayatın o parıltılı, o çekici, o kurallı yanına aldanıp gitti. Bazı kasvetler, bazılarına özgüdür sadece.

Oysa böyle düşünmemiştim. Loş ışıklı o odada soluklanan bir kış akşamında, "Melancholy Man" dönüp duracaktı köşedeki pikapta. Ben sisler bulvarında* bahaneler, vehimler ve eziyetler düşleyecektim kendime. Parıl parıl bir çift göz takip edecekti gözlerimi. Sadece eski kitapların, mesela 90 basımı bir kitabın sayfaları arasındaki bir anektodu tartışacaktık sonra. Ben başımı alıp gitmek istemeyecektim hiç.

*

Ağır bir bunalımın eşiğinde kıvrılmış, uyuklayan zihinler. Vesaireleri kısaltmasız yazmaya ve başlıkları okumaya pek niyetli değilim. Ama bu zihinlerin türevlerini uzun uzun anlatabilir, onlar üzerine başlıklar atabilir, onlar hakkındaki başlıkları umursayabilirim.
Çünkü eşikte kalmak, arafta kalmaktır. 

Arafta kalan kadar ilgi çekici ne var?

Arafta kalanın üzerinden mesuliyetler ve aitlikler silinir.

Baudrillard'ın İmkansız Takas'da bahsettiği Zar Adam da araftadır zira. Ama Baudrillard, kitabının ilerleyen sayfalarında arafı inkar etmektedir.

*

Seni görünce kışı gördüm. Çünkü sen yanında emsalsiz soğuklar getirdin, biliyorum. Telafisiz yanlışlar getirdin. Mesela ufacık bir aydınlığa tevessül eden ve sonra, aydınlığın asla gerçek bir aydınlık olmadığını anladıktan sonra, içi nedamet ateşiyle dolan beni getirdin mesela. Bir süredir kendimle karşılaşmıyor, bir süredir kışı bilmiyordum.

Metro çelik raylar üzerinde akarken, metronun büyük  camları ardından görünen göğe bakıp: "Gök ne kadar da beyaz..." dedin. "Bir yanı karanlık, bir yanı beyaz.

"Sen karanlık sevmezsin ki" dedim ben. "Artık seviyorum..." diye alelacele cevap verdin.

Sen bir yanı karanlık, bir yanı aydınlık göğü getirdin.

*

Nasıl bir vehim bu? Ben olmayacağım, sen olmayacaksın, kimse olmayacak... Çoktan mezarımızı doldurmuş olacağız. Bizden sonrakiler bizden devraldıklarıyla devam edecekler yaşamaya. Güneş doğacak ve batacak. Ne basit ama ne görkemli...

Lütfet talih, geçtiğim sokaklarda beni hatırlayacak kimse kalmasın. Yatağımda yatacak, sesimde çoğalacak kimseler olmasın. Ne iyiliğim, ne kötülüğüm kalsın geride...

Bir gamzeyle çeldin gönlümü, bu canı da al
Kan oldu gönül ve can, nâm ü nişanı da al
Küçük bir iz bile kalsa dünyada benden
Onu da al, hiç çekinme, onu da al (Ahmed Gazâlî, Sevânih'u-l Uşsâk)

Çünkü imge olmak insanın cehennemidir.

*

Eşya bir başka hal alabilir. Madde hiç görmediğimiz, bilmediğimiz bir hale bürünebilir... Her şey olabilir. Ruhlar geçtikleri yerlerde çamurlu izler bırakabilir. Dünya, aşina olunan her tavrını, her ihtimalini, topyekûn kendisini, köksüz bir değişimin kollarına bıraktı.

*

Birkaç adım ilerledikten sonra az önce attığım sigaraya yeltenen mahcup gencin silueti, sokak lambasının aydınlattığı banka kapısının geniş camlarında büyüyor. Bir an olduğum yerde kalıyorum. Süratle dönüyor ve "at onu elinden" diyorum. Yüzü büsbütün kararsız, korkulu, şaşırıyor. Parmaklarının ucundan yere düşen küt ve sönmeye yüz tutmuş kıvılcımı gözlerimle takip edip üstüne basarak sigara tabakamı ona uzatıyorum:

"İçinden al, istediğin kadar al."

İnce uzun parmakları titreyerek bir dal sigara çekiyor tabakamdan. Gel bir çay içelim diyorum. Hafifçe başını sallıyor. Şimdi eski tabureleri ve işgüzar yüzlerinde küfür gibi keskin çehreleriyle ellerinde tuttukları çay bardakları ile dolu çelikten askılarını sallaya sallaya yanımızdan gelip geçen çaycıların sipariş nidaları arasında adını soruyorum. Çatallı sesiyle cevap veriyor. Yarım saat konuşuyoruz. Çift sayıların tekamülüne dair duyduğum o garip ve belki de saçma inançla tam dört adet sigara veriyorum ona. Çünkü eksiksiz, pay edilebilen, bölünebilen ve insanın eline geçtiği andan itibaren zamana direkt tesir edebileceği bir yan var çift sayılarda. Onun elinde, zamanı fark etmesi, zamana nüfuz etmesi için dört sigaradan daha fazlası var böylece. Artık kendisi, hür bir şekilde, üzerinde akan zamana dair pay edebileceği, keyfi olarak kullanabileceği bir şeye sahip.

*

Bir gölge kendisini bulutlara asmayı arzu ederken, varlığına sebep olan ışık demetinden başka kendisini asmaya yarayacak bir ip olmadığını keşfetti. Günün ilk ışığıyla doğdu, harekete geçti. Varlık sebebinden, yani ışıktan bir demek aldı. Mahzun yüzüyle apartmanların gövdelerinden sürüne sürüne çatılara, oradan dağlara, oradan göğe ve nihayet bulutlara ulaştı. Kendisini asmak için müsait ve tenha bir buluta girdi... Ama hayretle elindeki ışık demetinin paramparça olduğunu gördü. Şimdi onu, bulutların aydınlığında var edecek başka bir aydınlık yoktu. Büyüyerek, ağır ağır ilerleyen ve gittikçe dolan bulutun içinde eriyordu. Artık gölge değildi. Işığın içinde kaybolan ve bulutun korkunç kıvrımları arasında dağılan yansımasını son kez gördü. Ölmüştü.

*

Gün sadece kendisine ait, bir tek kendisinde var olabilecek nevrozlar doğuruyor. Bir çerçevenin zamanla yerinden oynayıp, bir günün saatleri içinde ansızın yere düşüp paramparça olması ya da bir toplu taşıma aracının gecikmeli tarifesi o güne dair bir nevrozu tetikleyebiliyor. Artık aylara, hatta yıllara yayılan ve teşhisinden sonra hep aynı seyirde ilerleyen rahatsızlıklar yok. Artık anlık ateşlenen ve sonra birdenbire soğuyan başların, kıvılcımı sadece yirmi dört saatte dumanlanan tedirgin ruhların ve günlük sancıların içindeyiz.

*

Yalnız kalmanın tedirginliği ile kitabın kapağını kapattım. Yanımda oturan uzun saçlı, siyah giyimli ve bir hayli zayıf olan genç adamın telefonda babası ile konuşmasına kulak misafiri olmak beni yalnızlığa dair garip bir tedirginliğe sevk etti. Aslında onun babası ile konuşmasında yalnızlık ile ilgili bir şey söz konusu değildi. Ödenen faturalar, birilerine ödenen gereksiz paralar... Harcamalar. Ama sol yanımdan akan tabelalar, kubbesi bir tepsi gibi yayvan ve hareketsiz duran bir modern zaman camii, önümde oturan pembe giyinmiş kadınlar ve az önce annemin uykulu çehresine ettiğim vedanın hayali, yanımdaki genç adamın telefonda babası ile yaptığı görüşmede çözülüyor ve kitaba dalmış aklımın incecik zarını yırtarak içine süzülüyordu.
Şimdi sonsuz yalnızdım.

*

Ne bizim cennet ve aydınlık üzerine hasbihallerimiz, ne ardımızdaki otomobillerin korna ve motor seslerinde eğrilen ve iplik iplik yollara serilen yağmur, ne yaşam kavgamız, ne köşedeki polis arabasının mavi ve kırmızı çakarı, ne her biri müthiş bir iş başarmış yahut başaracakmış gibi mağrur ve kibirli yürüyen şu insanlar, ne hece hece söktüğümüz ve bir bürokratın çocukça merakının üzerine kurulan "Marifetname"nin anlattıkları, ne de benim nikotin tokluğum kalacak geriye.

Bugünlerde bu fikre meftunum... Geriye bir şeyin kalmaması şehvetle ve ihtirasla kuşatıyor beni. Tutkulu, sancılı ve esrik bir şey bu. Ben bizlere dünyada bir mevki addetmekten yoruldum. Biliyorum sen de öylesin. Bizden geriye en ufak bir kırıntının dahi kalmayacak olması, toplanıp, buruşturulup bir kenara atılışımız, terk edilişimiz, aldığı nefesi o aydınlık sabahlara yettiremeyen yılgın ve solgun bedenlerimiz bizi biz yapıyor.

Üzerime bir gömlek, altıma bir pantolon, omzuma bir çanta... Her cesaret gerektiren meselenin bir kahramanı olması gereğine harfiyen uyarak çıkıyorum evden. Hani o anlattığın  üçkağıtçı adamın yaptığı gibi zamanın üzerimdeki hükme varacağı duruşmaya kocaman bir bez parçasını yüzüme sarıp çıkmıyorum. Yüzüm ve gönlüm apaçık ortada. Geriye bir şeylerin kalmaması fikri, taksirsiz ve üzerinde mutabık kılınacak bir cürüm.

İmza ve kanaat yetkini, kapında sıralanan bön bakışlar yerine bende kullanacağını bildiğim için müsterihim. Çünkü senin de geriye bir şeylerin kalmayacak olmasına dair tutkulu hislerini, ikimizin de gençliğin ilk bedbahtlığında aynı şarkıları dinlemiş olmamızda ayan beyan görmüştüm.

Sana bedbaht gençliğime dair bir şey anlatayım. Bir zamanlar yüzümde aknelerim ve esaslı fikirlerle  sızlamaya özenen şuurumla aşık olmuştum. Geriye bir şeylerin kalmamasına, kalmayacak olmasına dair duyduğum hislerim ilk kez o zaman filizlenmişti. O benim içimden akıp gidecek, defalarca tekerrür eden, hatta tekerrürürün dahi tekerrür ettiği yağmurlu günler yine gelecek, beni yaşam üzerinden kalkmaya güç yetiremediğim bir borcun mükellefi kılacaktı. İlk cürmüm bu. Sonra bedbaht gençliğimdeki noksanlıklarıma ve yaşam cürümlerime aşinasın zaten.

Neyse ki H.R.G'ın, E.B romanı var ki, yaşamdan daha saçma hatta daha rezil olduğu için biraz gülebildik.

*

Hepimiz bizden daha üstün ve asla tahakküm altına alamayacağımız bir dinamizmin parçasıyız ve onu sürdürmek için yaşıyoruz. Bütün katı kaidelerin insanı hür bir ölümden alıkoyan yasak tarifelerinin sırrı burada. Hür bir ölüm devinime çomak sokar ve onun kusursuz görünen işleyişini gölgeler.
Toplum dinamiktir ve hür bir şekilde ölümü tercih edeni öteler, ona psikolojik yaftalar takar.
Din dinamiktir ve hür bir şekilde ölümü tercih edeni günahkar addeder.

*

S..... ya da M.... Bu harflerden birinin başlattığı ve sürüklediği ismin sonunda muhakkak bir ....it var. Öyle bitiyor. Bir an kafa karışıklığı... Rustik bir cafede, sabah vakti çaydanlıkta fokurdayarak gözlerimi alan suyu ve düşündüklerimi şekillendiriyorum. (Madde kıvranarak dönüşüyor.) Kahvemi alıyorum. İçiyorum. Yola çıkıyorum. Yeni bir zamla karşılaşıyorum ve sonu it ile biten bir ismin S ve M harfi arasındaki hatırlamaya dayalı kafa karışıklığına maruz kalıyorum.

*

Bir zamanlar pozitif hiçlik adına bir şeyler söylerdim. Durur, güler ve geçerdim. İki gündür başımı adeta bir mengene ile sıkan baş ağrımı, bana vadettiği baygınlık vehmi için geleceğe taşımak istiyorum. Pozitif hiçliği esaslı bir şekilde keşfedişimin külfeti bu.

Köprüden geçerken dere yatağına düşen gölgemi takip ediyorum.
Yürüdüğüm sokaklarda kirli apartman kapılarının aynalı camlarında süzülen gövdemi görüyorum.
Gidecek olanların, gidecekleri o gizli vakti, hayatın içinden uzun uğraşlar sonucu tespit etmeye özen gösteriyorum.

Pozitif hiçlik kaygılardan başka ne olabilir?

*

........ yazacağı yerde twit atan......, "Kavga" kelimesini ağzını yaya yaya "kuavğaaa" diye telaffuz eden divan edebiyatı taciri, en süfli şeylerden ciddi ilgiler devşirmeye çalışan usanç kaynağı gövdesiz piçler, yüzünde aşağılık tebessümleri ve zarurî kibarlıklarıyla her işe burnunu sokan tipler.

(Bu bir Freudyen perseverasyondur.)

*

Büyük bir sarkaç, başımın üzerinde bir o yana bir bu yana salınıyor. Ve benim ağrılı başım, kendisine küfür gibi patlayan kalabalığın ortasından sıyrılıp, kendi çetin derdi ve bedbaht talihi ile ak yastıklardan kara hüzünler dünyasına dalmaya meylediyor.
Meylettikçe, arzu ettikçe ve geçmişin yaslı hatıralarından demet demet çözülen hakikati özlemeye devam ettikçe, bu ağrılı başın refahı mümkün değil.

*

Fiyasko taarruz, beyhude yolculuk, müddetli kaygı. 

Kayıtsız kalamayıp göz göze gelen ve yutkunan iki beden.


Örtüsünü aç, sonra buruştur ve  bir kenara at geçmiş günlerinin.


Bir bakıma huzursuz, elleri titrek, saçları taranmayı bekleyen kadın gülüşlerinin,


Ve senin,

 
Bir köşeye çekilip izlemeyi beklediğin bir kumpanya telaşında,


Islak kaldırımları adımlarken hissettiğinden yahut bir gece yarısı eski bir kitabın sayfaları arasında gözlerini kaybettiğinden daha fazla yalnız ve umutsuz olacağını biliyorum.

Fiyasko taarruz yaşamak. Gülüşlerin ve kumpanyaların ortasında kalmak.

Beyhude yolculuk ve müddetli kaygı ise henüz belirsiz.

*

Harekete geçmenin, aktif bir eylemde bulunmanın ve böylece dikkat çekmenin, geçmişin estetiğinden daha estetik bir mesele olduğunun iflah olmaz yanılgısı. Sorunlara dikkat çekmek adı altında imgesel bir reddedişin hazin gösterisi...

Harekete geçilecekse, sadece maddeye karşı değil, mananın (tüm müstekreh manaların) keyfiyetine karşı harekete geçmek gerek. Estetik olan budur.

Sanat, kapitalizmin seçkin(ci) zümrelerinin elinde oldukça, her kesimin ulaşmasının mümkün olmadığı bir hobi olarak addedildikçe ve zanaat kavramı ile arasına ciddi bir mesafe konulmaya devam edildikçe, geleceğin buhran yüklü dünyasında bu tür eylemler ne yazık ki çoğalacak.

İnsanoğlunun varlığı dünya üzerinde, her geçen gün bir kutsiyete, bir inceliğe, bir hatıraya zeval vermekten başka bir işe yaramayan ağır bir yüke dönüşecek. Bu olacak. Dün Eyüp Sultan'ın çinilerine inen çekiç, Mona Lisa'ya fırlatılan kek, bugün Van Gogh'un Ayçiçeklerine dökülen çorba ve daha neler neler!

*

Sen masum rüyalar gibi ve o rüyaların görüldüğü aydınlık sabahlar gibi, bu ahmaklığın, bu karanlığın içinde öyle güzelsin ki... Ben ise karanlıktan ziyade geceyim. Rüyaysam eğer gecenin en derininde düğümlenen bir kabusum ancak. O ulu caddelerde artık riayet edeceği kimsesi kalmayan trafik ışıklarının hep birden yandığı, belalı gölgelerin sokak aralarında volta attığı saatlerin içindeyim ben. Eksik bir davetten, damarlarında gezinen alkol ve gözlerinde şehvetle ayrılan meçhul lüksler zümresinin her bir ferdinin başında esen rüzgarım. Aslında belki sen öylesin. Ben bir yansımanın şaşırtıcı ve ayartıcı budalalığını yaşıyor olabilirim.

*

Hopper'ın tablolarındaki figürler gibi izleyiciye kayıtsız, kendisiyle meşgul, mesafeli, keşfedilmeyi bekleyen, tertipli. Bir insan böyle kutsal bir mesafeyi bir çırpıda hiç etmemeli.

*

(Libido / Zaruri libido = Ölüm korkusu / Yaşama İstenci: Erotik Diyalektik)

Bu formülün devasa afişler halinde caddelere, köprülerin korkuluklarına, gökdelenlere asıldığını bir düşünelim. Reklam çılgınlığı gibi... Seks shopların her daim binaların en üst katında olan tabelaları yahut açık adresini şehirde ancak birkaç kişinin bildiği genelevleri artık görünür ve bilinir kılacaktır bu formül. 

Yadsınmış, toplum tarafından öteki ve zararlı addedilmiş her şey, bir gün, bir pişmanlığın etrafında şekillenen bir durum olarak karşımıza çıkabilir. Gerçekleşmez demeyin, sosyolojik savlarla peşin hüküm vermeyin. Ne mutlak doğru vardır, ne mutlak yanlış.

Her şey olabilir.

*

Baş dönmesinin baygınlık vehmi, kan basıncının uğultusu, şehrin gürültüsü. Sönüp de içine çöken ruhani telaş...
Bakın artık yakaran kimse kalmadı.
Bakın artık masalsı tecrübeler silinip gitti.
Artık baş dönmesi, kan basıncı ve şehrin gürültüsü var.

*

Bir yerlerden miras kalmış huzurdan ve bir çeşit hormonal dengelerin sağlanmasının getirdiği olumlu gerekçelerden dolayı, ışıklar içinde yüzen havuzların çevrelediği ve içinde atılan her adımın nice estetik ve ferah teferruatlara açıldığı  konaklama merkezlerinde hür ve yarınına inanmış insanlar.

Şanlı sefalet ise bir yanda, kendi muzaffer bayrağını, insanlığın, kaderin sorgulanmaya en müsait toprağına dikmiş, nasırlı elleri ve bir türlü yettiremediği azığıyla yahut beyninde korkunç hummalarıyla yarına bakmakta.

Bakış kesilecek, kadehte şarap, tende ısı, dilde şiir, elde maharet, pazuda mukavemet ve kalpte huzur yitecek.

İnsanlığın kalın ve yüzeyi ince ince işlenmiş sütunu çatlayıp orta yerinden kırılacak. Çünkü bu sütun, kaderin sorgulanmaya en müsait toprağının üzerinde, şanlı sefalet bayrağının hemen yanında yükselmektedir. Bu sütunu şimdilik ayakta tutan inanç vesilesi, her gece elinde cılız bir mum ile iki büklüm gövdesini sürükleyerek yanına yaklaşan ve nemli gözleriyle onu kontrol eden geçmiş bilgelik hikayelerinin kahramanlarından alelade bir kahramandır.

*

Tetiklenen ve mücadele etme güdüsünü alevlendiren bir tavsiye, her sabah, aynı yerde, orta yaşı geçkin bir tanıdığımın selam veren sesinde yankılanıyor:

"Başını eğme hoca! Çeker, çeker..."

*

Tarla Kuşuydu Juliet, güzel bir ironi üzerine kurulmuş. Efsunu dağılmış, destanını soğurmuş bir aşk. Hakiki bir kavuşmanın yıllar sonrası...

Kadın ve erkek arasındaki mücadelenin, destan solunca ortaya çıkan binbir hırçın rengi...

Tiyatro için kullanabilirsek eğer, oldukça fovist.

*

Bütün akşam neşeleri, mütebessim yüzler, verilen sözler sabah olunca vazifelerin ciddi ve katı maskesini giyerler. Sabah vazifeye, vazife emeğe, emek yaşamaya düğümlenmektedir. Ya da onlar zamanın içinde sökük ve yıpranmış birer ip gibi sağa sola sarkarken, insan bizzat kendi eliyle, hangisini hangisine düğümleyeceğini her sabah yeniden keşfetmektedir.

*

Tabiat muhakeme gücümüzün çatlaklarından sızar ve o sızdıktan sonra ihtimaller başlar.

*

Bir tutam kahve, bir entelektüel nümayiş, bir mecburi hassasiyet... Gayretler arasında başım dik, ellerim çevik ve gözlerim henüz nemli değil.

Bill Withers, Soul Shadow!

Akşam güneşleri şu solgun, şu ucube iş hanlarının cephelerinden akıyor. Randevuya geç mi kaldım? Bir acıya kayıtsız mı kaldım? Ne fark eder... Bu umursamazlık, söylemekten pişman olacağım kelimeleri ağzımdan çıkmadan önce tutmasını bildiğim içindir.

*

Ne zaman "fenomen" yerine "numen" itibara kavuşursa o zaman refaha erişiriz. 

Bizi bekleyen, kendinden olan şeylerin münbit toprağı.

"Toplum bir kurtarıcılar cehennemi" idi... 

Artık toplum bir kurtarıcı fenomenler cehennemi.

*

Bir Adam Yaratmak...

Her izlediğimde beni tir tir titreten tek piyes. Ömrüm boyunca her fırsatta bu piyesi izleyebilir, kitabını okuyabilir, nefes aldığım müddetçe bu piyes hakkında konuşabilirim.

*

Soğuğu sırtına giymişti... Üşüyen parmaklarını birer yakut misali kan tutmuş, yüzü renkli vitrin camlarının arkasındaki mankenler gibi ifadesiz ve donuk kalmıştı.

Az sonra düşmemek için tutundu.

Adeta ölmemek için yaşamıyor gibiydi.

Bu sahne mücerret bir vehim haliyle gelip de içime kuruldu. Şimdi nereye baksam, incecik ve uzun yakut kırmızısı parmaklar görmekteyim.

*

Sen ahşap bir dekor ortasında, her biri kırılmış aynalara benzeyen yüzlere bakarak, gökte zühreye, yerde karanlığa sataşarak, hani Rilke'nin ilk okuduğundan bu yana, hiç düşünmeden, bir çırpıda yazdığına hükmettiğin, kalem ile kılıcı karşı karşıya getirdiği o meşhur hikayesinin bir benzerinin satır aralarındasın.

Bu hikayede imkansızlık had safhada. Kalem ile kılıç gayet didaktik bir şekilde karşı karşıya gelmiyor ama siyah ve beyaz gibi, karanlık ve aydınlık gibi, yaşam ve ölüm gibi tüm mühim tezatlar daimi bir inatla etrafında dönüp duruyor.

Sen şaşırmıyor, ürkmüyor, varlığını esirgemiyorsun bu akışta. Bu hikaye nasıl yazılmıştır diye fikir yürütmüyorsun.

Ananenin evindeydin. Mecburdun orada olmaya. Çoçuktun. Büyük bir hırıltıyla bayırı söken minibüslerin önünden geçtiği kahverengi camekanlı geniş balkonun duvarlarına başını yaslar, akşamı ve evlerine dönenleri seyrederdin. Bir tezat burularak döner, ruhunun henüz taze cildine gömülür ve oradan nice suali zehirlerdi. Hikayenin hikayesi orada mı başladı? Belki evet, belki hayır.

Sonra bir kadın kokusunda, genzi yakan bir şehvetin iç gıdıklayan sarhoşluğunda da bir hikaye aradın sen. Her cephesiyle yazgılı, hudutları çizilmiş, vadeli bir sığınak arıyordun aslında.

Güneş altında susuzluktan çatlamış dudaklarınla, ancak tutunarak katedilmesi mümkün bir tepeye tırmanıyordun. Kurumuş çalılar ellerini yırtıyor ve sert toprak tırnak diplerinde ufalanıyordu. Az sonra, ancak bir elin girebileceği ufak delikler keşfettin toprağın üstünde. Yükselmek için onlara ellerini sokuyor ve süratle bu tepenin doruğuna tırmanıyordun. Bir kırbaç gibi gövdesi, parlak derisi ve sinsi bir ıslığa benzeyen sesiyle bir yılan geçiverdi o deliklerden birine tutunmuş parmaklarının altındaki boşta kalan avcunun içinden. Şaşırdın. Ya yılan kendi tabiatına karşı gelmişti ya sen hikayenin tezatlarla dolu ihtimallerini henüz tüketmemiştin. Yılan ısırmakla yükümlü olduğu tabiatına tam bir tezat teşkil etmişti. Tezatlar sürsün diye bir tezat doğmuştu.

Yaşadın. Yaşıyorsun. Yaşayacak mısın? Bilmem...

Tezatlarla, ayna kırığı yüzlerle, içinde çalkalanan zamanla buradasın şimdi.

Ahşap dekorların ortasındasın.

*

La Moldau**

Mikrokosmos içinde mütemadi bir telaşla kıpırdanan öz yaşamın makrokosmosa erişme serüveni. İç içe geçmiş hayat. Devinen, halkalar halinde büyüyen, büyüdükçe kaderin sarhoşluğunda savrulan ihtimaller.

*

Daima kendisine çeken ve derin bir yaradan fışkıran kan gibi dehşetle büyüyen, onu dindirmeye kafi gelecek her eczadan mahrum olan bir vahametin içinde... Fare ölüleri, insanların basmamaya gayret ederek geçtikleri dışkılar, egzoz dumanları, alkolik naralar, küfürler!

Sırtımızı hangi köşe başına teslim edip de bir parça soluklansak?

Hangi ahşap konağın asırlık kapısını dayanıp da, ağlayıp, sızlasak?

Hangi ak mermerin mor damarlarında ebediyete sırlanmış rüyayı duyumsasak?

Bizi hakiki yaşam kabul eder mi?

Saat sabaha karşı beş dolaylarında eski bir rüyayı gerçek kılmak için uyanacaktım. 

Ak bir mermerin atan nabzını parmak uçlarımda duyacaktım. 

Sonra kara köpeklerin arasından, sabahın ilk aydınlığını kuşanmış bir vaziyette, nemli gözlerim ve titreyen göğsümle geçecektim.

Kendimi etin sıcaklığından kurtarıp, içimin azabına yolcu edecektim.

Belki az sonra ölecektim. 

Ufuklar göz bebeklerimi çalacaklardı. 

Arzın merkezine götüreceklerdi. 

Orada ruhumu tartacaklardı. 

Bakır şamdanlar içinde büyükçe, kahverengi iki mum; yanmayan, sönmeyen, erimeyen iki mum göreceklerdi ruhumu tarttıklarında. 

Yumuşak, ipekten daha yumuşak yerlerde arınması gereken alnımın, azotlu rüzgarlarda kirlendiğini, kuruduğunu, ufalanmak üzere olduğunu göreceklerdi mesela. 

Baldırlarım kan kesilecek, gövdem paramparça olacak, sesim, -ki bir zamanlar bir fısıltı iken ne çok söyleyen sesim- usulca sönecekti.

Ben bir hayal olacaktım. 

Bir hayal ben olacaktı.

Ak mermerler parçalanıp ufalanacaktı.

Anneme koşacak, onun ak saçlarından merhamet; bükülmüş belinden mukavemet, ihtiyar sesinden nedamet isteyecektim.

Bulamayacaktım.

*

Çehresi, ihtiyar ağacın dallarındaki sık ve diri çam iğnelerinin arasından süzülen sabah güneşinde yüzüyordu. Duru bir aydınlık... Yeryüzünde katıksız aydınlık bu olmalı. 

Gövdesi eğilmeye başlamış olan o ihtiyar ağacın, henüz kirlenmemiş topraktan devşirdiği sonra dallarına taşıdığı ve dallarındaki iğnelerde dirilen o hayat kudretinin, mevsimin son cömert ışığını saçan güneş ile birleşerek onun çehresine serpilmesi...

Bir ressam olsam bu sahneyi tasvir etmek isterdim. Işık bu sahnede erimeli. Açık bir sarının eşlik ettiği solgun gölgeler çehresinde belli belirsiz bir hareket uyandırmalı. Gözleri, ışık ve gölgenin bu zarif dansında ciddiyetle bakmalı bizlere. İncecik parmakları çenesinin altında düğüm düğüm, dudaklarında müstehzi bir kıvrım olmalı.

*

Ölümün ironisi bu olmalı:

Birdenbire gelmesi.

Sabah evinden güle oynaya çıkan adamın akşam ölecek olduğunu bilmemesi.

*

Sabah karanlığı...

Denizden esen rüzgarın, ileride ciddi bir kütle halinde duran fabrikanın geniş ve metal çatısını aşıp, otobana ve otobanın kenarında duran ve o an bir hayalden farksız olan gövdeme değdiğini hissediyorum. Ki o rüzgar az sonra, sabah ezanlarının garip nağmesini ara sokaklara taşıyacak ve kaldırımlarda beton tuzuyla solmaya yüz tutmuş yabani bitkilerin köklerinden, sokak köpeklerinin ıslak burunlarından, kedilerin karanlıkta birer yıldız gibi parlayan gözlerinden geçerek, nihayet dönüp dolaşıp yeni bir günü doğuran ufuklardaki kızıl azamete teslim olacak.

*

Dostuma şöyle yazıyorum:

"İnsanın tüm inancını yıkıla yıkıla yaşaması gerektiğine inanıyorum. Günahtan kaçmak bana müthiş bir korkaklık gibi geliyor. Günahı tecrübe etmemenin büsbütün riyakarlık olduğunu düşünüyorum. Bana kalırsa inanç  savrularak yaşamaktan ve sevap ile günahın arasındaki gerilimden besleniyor. Tekdüze, suya sabuna dokunmayan ve insanı arınışın çetin cereyanına atıp oradan saf ve duru bir şekilde kendisini kotarmasını bekleyen bir inanç yerine nedamet üzerine kurulu bir inanç daha sahici... Çünkü inanç benim nezdimde tecrübedir ve daima tekamüle bir adım mesafedededir. Hiç bir zaman tam olarak tekamüle erişmez o. Erişse eğer, inanç olmaktan çıkar ve ispata döner. İnancı ispat etmenin aşkınlığı, insanın varlık hudutlarının çok çok üstündedir. Kierkegaard gibi miyim?"

Dostum böyle cevap veriyor:

 "Üstadım, birebir uymasa da Nietzsche bu dediklerine çok yakın. Kaldı ki ona göre - ve bana göre de - İnsana has evrensel bir ahlak yasası yoktur. İnsan, kendine bahşedildiğini düşündüğü tüm duyguları yaşayabilme özgürlüğüne sahiptir. Buna kızgınlık, kindarlık, nefret gibi müstebit duygularda dahil. Fakat bu duyguları kendi hayatımıza yön vermek üzere görevlendirmek sağlıklı değildir çünkü ucu muhtemelen oraya buraya dokunur ve senin dışındakileri rahatsız eder. Bunları yine muhtemelen ............................... üzere yazıyorsun. Ben sosyolog, analitik felsefeci, filozof, mantıksal atomcu kişiliğim ile şunu söyleyebilirim ki, ciddiyetinin üzerine gitmeden, buna uygun bir meta aramamanı tavsiye ederim.  

.................... Filozofların çoğunun bile yeterli cesaret sahibi olduklarını düşünmüyorum. Hepsinin kendi muhakemesi ve sınırları vardı. Ama muhtemelen Levinas'ın şu sıralar sana iyi gelebileceğini düşünüyorum."

*

Bak salınıyorum. Ha şu parıltılı bir baş dönmesiyle akan yıldız, ha ben... Ne farkımız var? Ya şu tepelerden bir tepede, onu tutan topraktan katı gövdesini kurtararak uçuruma yuvarlanan kaya parçası ile her sabah kalabalıkların ortasına düşen benim farkım nedir? Muazzam düşüşler tahayyül ediyorum. Parmaklarımız, bu düşüşte geleceğe tutunmak isterken, çelik gövdesinde bilenen zaman ile oldukça mağrur olan o neşterler bir çırpıda kesti onları. Acıdan mı, şaşkınlıktan mı, düşüşten mi bilmem, eskisi gibi değiliz.

Muazzam sefillikler, düşüşler ve çalkantılar tahayyül ediyorum. 

Bir kapının ardındaki rezalet, bir cümlenin ardına gizlenmiş küfür ve çatlakların arasından akan güzellik. Silinen, cazibesini kaybeden, solan güzellik.

Ki o güzelliği biz, kutsi bir emanet gibi göğsümüzün etten ve kandan katmanları arasında muhafaza edemedik. Düştükçe içimizde yükseldi o. Çalkalandı ve içimize sığamadı bir daha.

En sonunda yırtıcı bir hakikat olarak göğsümüzü delip kaçıverdi. 

*

Ne de güzel garip kıldın dünyada beni.

Ne de güzel boşluğa bıraktın ruhumu.

Oysa ben ışık dolu, mor bulutların ve derinden tatlı bir fısıltı gibi gelen mucize haberlerinin ortasında, geleceğe dair kıssalar duyan ve seni öylece bilen bir hayal olmak isterdim.

Kuyuya düşürdün, öksüz ve yetim bıraktın. Savaşta mağlup kıldın, ölümü verdin.

Ölümü verdin. Açlığı, zulmeti ve ateşi verdin. Suyu verdin, nefesi verdin.

Nemi verdin.

Rutubeti verdin.

Akrebin zehrini verdin. 

Dünyayı ihtimaller üzerinde yükselen bir bilmeceler diyarı olarak verdin.

Eve dönüşlerin huzurunu verdin.

Aşk da verdin. 

Hastalık da.

Ben gümüş kubbelerin ortasında, şuurumda korku ve mahcubiyet ile duruyorum. Bu gümüş kubbeler yıkılacak, toprakta ufalanacak ben de ufalanacağım. Benim içimden sızan ağdalı, ateşli ve o devasa arzular, zamanın üzerinde nemli bir buğu olarak kalacak sadece. 

Duvarlar terlerdi, sesim kısılır, benzim sararır, ellerim titrerdi. Bilerek en karanlık sokakları tercih ederdim yürümek için. Dilimde sen vardın o zamanlar. Islak gömleğim ve mahmur gözlerimle kedilere sarılırdım. Sabahlara kadar o sokaklarda salınırdım ben. Sönük bir hayalden farksızdım. 

Kindî'nin dediği oldu. Yumurta içten kırılırsa hayattı, dıştan kırılırsa ölüm. Beni saran çeperi içten kırmaya yetmedi kuvvetim. En sonunda dünyada garip kılarak, ufak bir dokunuşla paramparça ettin onu. Hür kıldın. Şimdi hangi çeper beni yeniden sarar? Hangi ana rahmi beni kabul eder?

İçimde taşıdığım, kıvrak arzularla taşmak ve kendisini geleceğe taşımak isteyen yaşam özüm, hangi bedende konaklar ve doğurur kendisini.

Burada mevcudiyetim çözülür. Mevcudiyetim tam da burada vazifesini tamamlar ve çeker gider. Ne geçmişi vardır ne geleceği. O bir "an" olur. Bir an olur büyür, büyür, büyür ve cinnetin ortasında patlar. Artık ses, soluk ve varlık kesilir.

*

Ben karanlığı ve izbe mekanları, yamuk bir şairin kibirli şiirselliğine tercih ederim. Şair demek bu çağda, heveskâr ve arsız demektir. Artık zifiri karanlık ve izbe mekanlar daha şiirsel.

*

Azametli mahvoluş.

Damla damla tükeniş.

Ve bir omuz hamlesiyle, geçmişe ait kıldığım kalabalık.

Serzeniş.

Gözleri uykuyu arıyor. Aklı dakik değil artık. Elleri buruşmuş ve gözleri nemli.

Ben saçlarımı dağıtacak rüzgarlar arıyorum. Yağmur hangi sokağa yakışıyorsa oradayım.

*

Aşina olduğum saat.

O, ihtiyar duvar saatinin altında saniyeleri sayıyor.

Karanlıkta gözleri bir çift safir gibi parlıyor. Beni, benden çağırıyor.

Kısmen yabancı saat.

Uzun bir koridorun ortasında, duvarda asılı saatin altında tanışmış olmak, zamanın hükmüne dair en büyük işaret oluyor. 

Dipnotlar

*Attila İlhan'ın "Sisler Bulvarı" şiirinin şu dizelerine atıf: "eğer sisler bulvarı olmasa / eğer bu şehirde bu bulvar olmasa / sabah ezanında yağmur yağmasa / şüphesiz bir delilik yapardım / hiç kimse beni anlayamazdı / on beş sene hüküm giyerdim / dördüncü yılında kaçardım / belki kaçarken vururlardı."

**Çek besteci Bedřich Smetana'nın bestelerken Moldau nehrinin akışından ilham aldığı rivayet edilen eser. İlk kez 1875 yılında icra edilmiştir.


Kasım

Önce gözler mi var oldu, yoksa merhamet mi?

Ama her şey bu kadar müddetliyse, en önce ölüm var olmuş olmalı.

*

Sırma sırma işlenen mermerlerin hayallerinden, oturduğum bankın yanındaki asırlık ağaçtan kopup, ilk önce dizime ve oradan da yere düşen kuru bir yaprak çekip alıyor beni.

Yanımda oturup akşamı izleyen bir kedi...

Şimdi onunla kıyamete kadar burada oturabilir, kıyamete kadar tüm akşamları onunla izleyebilirim.

O da ne?

Az sonra elinde ciğer dolu siyah bir poşetle, ak saçlı bir adam görünüyor... Mahallenin kedileri onu tanıyor olmalılar. Bir anda müthiş mırıltılarla çeviriyorlar etrafını adamın. Adam, çöpçünün, her biri demin yanımdaki ağaçtan dizime ve oradan da yere düşen o yaprak gibi bir kadere ait olan diğer yaprakları süpürmediğinden şikayet ede ede açıyor poşeti ve her biri koca parçalar halinde hazırlanmış ciğerleri kedilere atıyor. Yanımda benimle birlikte akşamı izleyen kedi bir müddet bu manzaraya bakıyor. Sonra diğer kedilerin telaşının aksine ağır hareketlerle kalkıyor ve yanaşıyor adamın yanına. Ciğerini alıyor, uzaklaşıyor.

*

Ahmet Vefik Paşa'nın "Meraki" eseri. Moliere'in Hastalık Hastası'nın bir uyarlaması. Sahneye konulan oyun bir curcuna, alaturka değil alaturka özentisi sadece. Eminim geçmişte daha iyi oynanıyordu.

*

Gölgemi eritecek bu yağmur. Bir iz misali usulca silinmekten başka çarem kalmayacak. Ne önüme çıkan sokak köpekleri, ne nemli uykularımda başımı döndüren sersemlik, ne de nadiren salıverdiğim kahkahalar kurtaracak beni silinmekten.

Bulvarlar yağmur parıltısı. Bu bulvarların uzandığı tenhalar, başka bir şehre götüren yollar, kıyamet gibi dolu dolu başıma yığılan bulutlar...

Eriyeceğim.

*

İnsanlık olarak alçı ve sonra metal ve sonra fiber materyallerle sahte mevsimler yapmaya muktediriz artık. Sadece mevsimler de değil üstelik, sahte dirilmelerden, sahte mucizeler de yapabiliriz. Lazarus bir değil bin defa dirilebilir mesela.

Güneşin altında yeni bir şey yok. Ama güneşin altında aynı olan bir şey de yok artık. Yorgunluklar dahi aynı değil, söylenemeyenler de... Güneşin altında çeşitli materyallerden yokluklar ve yorgunluklar da yapabiliyoruz çünkü.*

Kültürel kıyaslar faciası. Meselelerin üzerine şimşek gibi hücum eden sahte ağızlar. O ağızları da insanlık yaptı. Evet insanlık. Herkes birbirinin söylediğine müthiş bir ehemmiyet duygusu ile yaklaştı. Manasız şeyler, mesela o hakiki laf salataları muteber düşünceler olarak gelip de orta yere kuruldular.

Şimdi fiberler aracılığı ile bu düşünceler de her yerde.

*

Varlığın başımızda rakseden kutsal kılıçlarını bilemiş olan masat ve o kılıçlara karşı müdafaamız için üzerimize giydiğimiz zırhları döven örs ve çekiç aynı yerde duruyor şimdi... Kirli camlarından tozlu bir sarının yağdığı o eski odada, köşeleri lif lif dağılmış o ahşap dolabın üst rafının orta kapağında.

Onların kıymetini zanaatında mahir olan hangi usta bilebilir artık?

"Benden bir parça esenlik beklemez misin?"

"Hayır, senden ölümden başka bir şey beklemem..."

Doğum da beklemem. Nitekim yeni bir doğum, eski bir ölümün tekrarıdır ancak. Artık hiç kimse, doğacak bir can için ahşap dolabın üst rafında, orta kapakta duran aletleri yeniden eline almaya tenezzül edemez. Yeni bir üslup yoktur insanoğlunda.

Belli belirsiz, uyur uyanık ve bir yanıp bir sönen ateşler içinde hatırladığımız, bir zamanlar bizimle yaşayan insanlar... Onlar da aynı üslubun ve belki de aynı yazgının, aynı zanaatın ürünüydüler.

Savaştık, savaşıyoruz. Hücum ve müdafaa ettik, ediyoruz.

"Benden bir parça sulh beklemez misin?"

"Hayır, senden zamanı durdurmanı beklemem..."

*

Kızıl damlalar, haki yeşil bir toprak üstünde birleşen ufuk yangını sır...

Gözlerime inen perdeyi çekemem,

Kalbimi sarıp sarmalayıp, 

Bilinmezlerin dehşetli korkularıyla,

Geleceğe taşır bilmecem. 

 

Gövdemden süzülür gün...

Beni bir mabedin kapısında, 

İçimde, vaki olması müddetli bir teslimiyete mahcup kılarak, 

Zaruri bir istikamet tayin etmeye mecbur bir halde, çaresizce,

Öylece bırakıp gider mi kader?

Oysa benim gövdem kanla dolmuştur. 

Kan gövdeyi, gövde yokluğu götürmüştür. 

Ben mabedin kapısında öylece durmuşumdur.

Geçmiş ölümlerimi saymışımdır.

Son derece zarif,

İnce çiçeklerle bezenmiş bir mazi hasretiyle,

Aydınlık koridorlara inanarak yürümek istemişimdir...

Kendimi bu mabedin kapısında bulmuşumdur.

Nerede o tertemiz ellerim?

Nerede gittiği yeri bilen ayaklarım?

Nerede huzurlu gecelerim,

Ve bir anne nefesinde ürperen uykularım?

Benim böylece kalakaldığım mabedin kapısı yağmur yurdudur, 

Biçimsiz gölgelerle doludur.

*

Lorem Ipsum

Başımın içinde dizgi dizgi dönen, rastgele kelimelerden müteşekkil öbekler. Harfleri yan yana getiriyorum, manaları değil. Manaları hiç kimse yan yana getiremedi henüz.

Henüz kimse manaların sessizliğe itaatkar olan dilini anlamadı. 

*

Geçmişin, henüz çeşitli olguları keşfetmeden önceki berrak nostaljisine mental pogrom uygulamaları. Şöyle bir on yıl evvelini iğdiş etme arzusu. Yeni bir sürate, yeni bir bakışa, yeni ve marjinal bir tavra, arzuyla, sıkıca sarılmak...

Zamana mukavemet etmenin tek çaresi bu.

Herkes yeni bir fikri, yeni bir kitaptan, yeni bir utanmazlıkla aparıp şuurlarımıza yeni bir reçete olarak sunmaktan memnun.

Çünkü olgunun kendisini değil taklidini taşımanın sözde külfeti toplum nezdinde şerefli ve aydın bir iş.

"Umur" diyeceği yerde "dumur" diyenlerin, ağlayacağı yerde gülenlerin ve dövüneceği yerde sevinenlerin, bilgiç gözleri üzerimize tedbir yağdırıyor.

Bakın bir adam, bir gökdelenin tüm ihtivasını, o gökdelenin camdan cepheleri ve çelik donanımıyla omuzlarına alarak taşımaya muktedir artık. Bir parça hakikatten daha hafif artık gökdelenler!

*

İşte buzdan bir kase, erimiş mavi... Yalancı güneş, tepemizde müstehzi yükseliyor. İnsanlık adına uyduruk destanların yazıldığı, nasihatlerin etrafta uçuştuğu, pek muteber günler!

İyi bir şarkı açıp, başım ellerimin arasındayken kelimeler döküyor, onları etrafa gelişi güzel saçıyor ve sonra topluyorum. Bunlar ya söylenmesi, ya da büsbütün susulması imkansız olan zorlu kelimeler.

*

Şimdi yedi kat gökten, yedi kat yerden ve yedi kat gönülden kopacak bir nida varsa, benim kulaklarım sağır. Çünkü ben bazı kapıların eşiğinde beklemeye mecburum. 

*

............'da  saatin altında, her sabah klasik müzik açtıkları radyonun yanında oturuyoruz... Schubert'in Schwanengesang albümünden, D.957: VIII. Der Atlas çalıyor. Piyano titriyor ve her titreyişinde biraz daha yükseliyor. Bu beste, baritonun sesinden doğup, onunla aramıza usul usul salınan gri bir buğudur şimdi.

Onun gözleri hüzünlü birer çocuk. Benim gözlerim, altında oturduğumuz saatin akrep ve yelkovanında mıhlanmış birer cinnet... Akrep ve yelkovan ilerliyor, ilerledikçe bilinmezi örüyor, o bilinmezi ördükçe kadere inanıyorum. Bu saatin akrep ve yelkovanı o kadar kararlı ki, her adımında uhrevi bir tavır var.

Talihim...

İşte benim billur mimarim...

Şahane hesaplarım...

Acılarım!

Benim talihim ki, onu bir akrep ve yelkovan, o uzun, o cılız vücuduna giyebilir ve sağdan sola doğru binlerce kez devinerek, onun da tıpkı zaman gibi bilinmezin çocuğu olduğunu ilan edebilir.

Benim billur mimarim öyle yücedir ki, akrep ve yelkovanın daima uğradığı o saatleri ifade eden rakamların köşelerinin toplamı kadar kutsi çilelerin çekildiği hücreler imar edilebilir bir vücudun içinde.

Şahane hesaplarım, bir mimari harikası olarak, bir yaşamın akışında mevcut olduğu kadar ihtimal doğurabilir.

Ve ben bu talihimi ruhuma, mimarimi vücuduma ve hesaplarımı aklıma nasipsiz bir hamal gibi yüklenip, akrep ve yelkovanın binlerce adım nihayetinde ördüğü son nefese ilerleyebilirim.

*

Farzet ki, her şey yeni başlıyor. Bu kez ruhunun heybesine ilm-i nücûm'u da koymuşsun. Bu kez bir flaneur gibi Heykel'i ve Setbaşı köprüsünü sigara içerek ağır adımlarla turlamayı değil, seher vakitlerinde yıldızların nasıl usul usul gözden kaybolduklarını seyretmeyi seviyorsun.

Söyle bir düşününce, senin mayan bundan farksız değildi aslında. Tek bir farkla, yıldızlardan değil de, gölgelerden devşirirdin içinin gizli kutsiyetini. Sonra sen akıp giden her şeyin üzerindeki sahte aydınlığı fark ettin. Gölgeler değil, karanlık vardı.

Şimdi Heykel ve Setbaşı köprüsünde sahte aydınlıkların farklı çehrelerdeki akislerini seyrediyorsun.

*

Artık münasebetlerimiz havada birer şeffaf balon. Birbirine temas etmiyor. Yaklaşmıyor. Sadece berrak olması umulan bir gökyüzü altında salınıp duruyor.

Yaz akşamları, kıpırtısız yapraklara, önümde duran kitaba ve köpüğü kaçmış kahveme bakarak düşündüğümü hatırlıyorum, münasebetlerimizin nasıl usul usul yükselip de bir amaca, bir bağlama, bir nihayete erişmediğini anlamış bulunmuştum.

Benim etten, kanlı ve canlı kış sancılarımı soyunup çıkardığım demlerde yanımda yoktu.

İşte ben öyle zamanlarda sancılı bir geleceği ve münasebetlerimizi tetkik etme fırsatı yakalamıştım.

Şimdi bu kış mevsiminde bizzat yaşıyorum, münasebetlerim birer serseri balon. Çünkü kış sancılarımı giydim. O ise bir var, bir yok...

*

Zemberek dolu dizgin...

Kan damarda durmadı.

Bu vasıtanın frenleri boşaldı.

Somurtkan yüzü ve huysuz tabiatıyla bu adam, durmadan, büyük bir telaşla, dehşetli anılar yumağıyla ve kaybettiği şeylerin aziz bilgeliğiyle akıyor. Kimse durduramaz onu. Ne "Uyuyan Adam"** artık o, ne de "Başkaldıran İnsan"***

O artık acemi bir hergelenin ağzında yeni bir küfür gibi... Acımasızca ve defalarca sarfediliyor. Yıpranıyor. Büyük akşamların bunalımı bileniyor ona. O akıyor. Hayatın içinde bir anda kesilecek bir ses gibi, o büyük suskunluğa doğru ilerliyor.

Bir kere o, yine böyle bir akışın mutlak akıbetinden şans eseri kurtulmuştu. O zamanlar daha gençti. Daha tedirgindi. Onu bir güvercini izlerken bulabilirdiniz o zamanlar. Köşe başlarında gözyaşı dökmezdi ama muhakkak kendisinden bir iz bırakırdı. Akışın içinde, "ben buradan geçtim" diyebilmenin hürriyetini tatmak isterdi.

*

Teknolojiyi eleştiren bir toplantıya katıldım. Toplantı dışarıya (ve sanal dünyaya) son model bir Panasonic kamera ile aktarıldı.

*

Kütüphanenin şehrin batı yakasını gören kapalı terasında, akademinin Sosyoloji bölümü ve Felsefe bölümü başkanlarının o tatlı sert, derin demokrasi tartışmasının arasında oturuyorum. Yanımda mağrur ama yılgın bir dağ gibi oturan dostum. Dudaklarımızda bu tartışmayla doğan yarım tebessümler.

Arada, bizden de destek bulmak için, tartışmada kendilerine pay edilen fasılların son cümlelerini yüzümüze bakarak söylüyorlar... 

*

Gençlik esrimesi. İmkansız salvolar. Kendimizi az olanla çokluk keyfiyetine bilediğimiz yıllar.

Kendimi bir mahcubiyetten bir mecburiyete atıyorum. Hayatım bu iki noksanlık delaleti ile iç içe...

Kendimi bir aynadan ibaret görüyorum. Nerede okudum hatırlamıyorum ama Borges'in aynalar dünyasına itimadım tam.

Kaçırdığım fırsatları orada yakalayabilir miyim?

*

Katar'da düzenlenen dünya kupası. Bu kupanın tarihinde ilk kez kış mevsiminde düzenlenmesi ayrı, Messi ile Ronaldo'nun -muhtemelen- mücadele edecekleri son dünya kupası olması ayrı bir mesele.

Kupa başlamadan bir gün önce bir fotoğraf karesi gündemi epey sarstı. Messi ile Ronaldo'nun, dünya kupasının muhafaza edildiği kutunun üzerine konulmuş bir satranç tahtası başında düşünürlerken çekilmiş bir fotoğrafı... İkonik ama bir yanıyla ruhsuz bir kareydi... Donuktu, metalikti, kimyası eksikti bu karenin...

Çekimi gerçekleştiren Louis Vuitton'un yayınladığı kamera arkasında, bu iki şahane adamın aslında farklı zamanlarda ayrı ayrı fotoğraflandığını ve teknolojinin getirdiği kolaylıklar sayesinde bir kareye dahil edildiğini gördük sonradan. Oysa fotoğraf, aynı zamanda, aynı şeyleri, aynı kareye sığdırabilmekti biraz da.

*

Musa ve tabletler... Yani imajın, görüngünün bir hayal kırıklığı ile yere çarpılması, tuz buz olması. Bu ilahi bir alegori. Sonrası işitsel vahyin merkeziyetçi yalınlığı. 

Görüngülerle araya konulamayan mesafelerin getirdiği kitlesel şaşkınlık, mistik kontrolsüzlük. Görüngüleri tetkik etmemizi imkansızlaştıran dolaysız muhataplığın yerine işitsel olanın merkeziyetçi ama mesafeli mesajı.

Çünkü işitsel olan, var olmak için görüngüye muhtaç olmayacak kadar gerçek. Görüngü illüzyona açık. Görüngünün hakiki olanını ancak belli bir merhaleye ulaşmış olanlar anlayabilir. Çünkü onlar görüngülerle aralarına mesafe koyabilmenin çetin ıstırabını tatmışlardır.

*

Karanlığı, şu ağır ve yoğun karanlığı, bir denizin dibindeymişçesine, adalelerimizin el verdiği güçle aşmak için gayret ediyoruz. Sen o yakadan, ben buradan... Ne mücadele ama!

Bir parça emek gibi umut, kutsallık ve muhtaçlık taşıyor. Biz bu karanlığın üzerimize yığılan katlarını yırtıp, umutların emek yüzlü güzelliklerine, biraz tatlı bir uykuya, biraz huzurlu bir ölüme ulaşmak için henüz yolun başındayız.

Bir gün ben olmazsam, velev ki, devri geçmiş şu aptallığın ortasında bir şey olursa bana, başında olduğumuz şu yolu sen benim için de tamamla.

Tamamla ve bir kahve iç. Çünkü Kant dahi "Kahve, kahve!" diye ünlemiştir aklının kısır mücadelesini.

Ki biz hakikaten yaşayarak, daha fazla mücadele verdik, buna eminim. Çünkü yaşamak, düşünmekten daha da bir hüner işidir.

Bir kere, bir gözü bilmem hangi meçhul kazanın ya da hangi bilinmezin sırrına dokunmanın verdiği gazabın şiddeti ile kör olmuş efsuncu bir kadının üfürdüğü çamur renkli bir belaya benzeyen şu karanlık içindeyiz. Bu dahi yeter. 

("Efsuncu" dedim... Bu satırları yazdığım sabahın gecesinde, rüyamda "büyü" kelimesi yerine "efsun" kelimesini kullanan birinin, niçin "büyü" demek varken "efsun" dediğini uzun uzun irdelemiştim.)

*

Şehir tarafından hayli ötekilenmiş, aydınlık ve ferah evlerde büyümemiş ve günden güne tükenmiş...

Kırsalda tabiata dair bir tasarruf kuvveti gizlidir.

Oysa şehir içinde adeta canlı bir yara olan ve doğduğundan beri her kuvvesiyle bir pansuman ihtiyacı dahilinde ona bağlanmaktan başka çaresi bulunmayan kişinin ötekilenmesinde, ötelerin gazabının kokusu vardır.

Tabiat onda hiç olmamıştır, şehir onda kabuk tutmayan bir yaradır.

Teslimiyet de çare değildir. Ona rutubetli odalar, çamurlu sokaklar, titrek gölgeler ve adi küfürler komik bir saltanat nimeti olarak verilir. Gerçek ihtişam ona bir köşede, kendi izbe dünyanda mutlu ol ve avun demektedir adeta.

Apartmanlar üzerine gelir. Trafik ışıkları gözlerini alır, otomobil sesleri arasında bir istifra arzusudur gırtlağına çöker. Kalbi ölüm diyarı olur. Evveliyatı, ellerinde kurumuş kanın yapışkan, yoğun ve iğreti gerginliğidir. 

*

Gök bu sabah kızıldır. Güneş sancılıdır bir de. Üstüm başım ve köşeler yaprak yaprak sarıdır.

Bir lodos vardır. Yerler gece yağan yağmur sonrası ıslaktır. 

Başımı yukarı kaldırdığımda iki apartman çatısının arasından gözüken daracık gök manzarasının ortasından bir martı süzülmektedir..

Ben nereye gitmekteyim, bu martı nereye gitmektedir? 

*

Bir sabah vakti eski eşyaları yolculukta muhafaza etmeye yarayan kartonları kesip, onları nizamî bir boyuta getirmeye çalışırken, elindeki bıçak bir anda kaydı ve yaraladı baş parmağını. Altına serdiği başka bir kartonun üzerine parmağındaki derin yaradan sızan kanın damlamasını bir müddet sakince izledi. Şıp... şıp... şıp... Bir çoğu ölmüş olanlara ait olan eski eşyaların üst üste  konulduğu bu geniş depoda, beyaz ampullerin aydınlattığı çelik rafların arasındaydı. Altına serdiği kartonda, kırmızı, nemli ve sıcak çemberler çoğalıyordu. Dün başka bir yara almıştı. Onu annesine zor bela anlatmıştı. Ya şimdi bu yarasını annesine nasıl anlatacaktı? Tozlanmış kot pantolonun arka cebinden bir tomar peçete çıkarıp yarasına sardı. Sonra bir sigara yaktı ve bir şiir yazdı.

*

Söz uçar yazı kalır. Kalmasa daha iyiydi. Harfler ve harflerle dudaklardan çıkan fonetik cilveler, mesela bir on yıl sonra alımlı bir yalnızlık gibi, bir cezbedici buğu gibi karşımızda dikilmeseydi. Söylediğimize bizi pişman kılan kelimeler, ölüm olmasa doğmayacak olan sebepler, içimizden kayıp gitmeseydi.

Ben içimin en berrak huzursuzluğunu bir otobüs durağından dakika dakika büyüyen bilinmezlere yolcu etmeseydim. Yağmur dinmeseydi. Her zaman genç, her zaman tetik görseydim varlık sebebimi... 

Mum ışığında gölgeler çoğalıyor. Mum ışığında gözleri büyüyor insanların. Gün doğuyor. Tehditkar bir rüzgar her sabah göğsümü zorluyor. Harfler ve kelimeler parmaklarımın buz kesen uçlarında birer sızı. Ben çok yollar kat ettim. Ağaçlar gördüm, kediler gördüm, insanlar gördüm, kelimeler, çamurlar ve ölümler gördüm.

Sen ki, bilmem kaç mil uzakta, zorlu gençliğinden başını kurtaramamış, gözlerini soğuk ekran kıpırtılarına teslim eden ve her yolculuğu heyecanla bekleyen genç adam ve onunla beraber yine bir başkası... Kelimeler yazıyorum sizin adınıza. Çünkü onlar kalacak...

Ben bir gece  saat yarım olduğunda, bir yaz gecesinin dudaklarıma değen neminde yani, üzerimde yükselen ay ve önümde uzanan denizin karşı kıyısında, tek tük yanan ışıkların, gurbeti bana ihtar eden ve içimi bilinmez hasretlerle dolduran tecellisini yaşadım ve yazdım.

Söz uçar yazı kalır. Kalmasa daha iyiydi.

Bir hayal kelime kelime önümde yükselmese daha iyiydi. Ben yollarda her biri sıhhatli ve dolgun kelimelere rastlamasam daha iyiydi. Bir eski mezar taşının kurumuş toprağına oturup, kelimesiz ve ifadesiz bir kader düşleyebilirdim böylece.

İçimden mevsimler süzülürdü. Belinden düştüğüm kelimeyi huzurlu bir son uykuda affederdim. Çünkü kelimeler de affedilmeyi beklerlerdi ve sonra, kurumuş dudaklarımızdan kendi yok oluşlarına süzülürlerdi. 

Söz uçacak yazı kalacak ya, işte kendime kalmasını istediğim bir satır yazı: 

"Bir gün hakikaten söz uçacak ve yazılmış kelimelerle birlikte yalnız kalacaksın!"

Bu yazıyı şimdi içimde bir pankart gibi mi taşımalı? Bir çift gözün süslediği harika suretlere kondurup o suretleri kendime ölüm mü bellemeli? Bir dolup, bir boşalan bulutlara mı yazmalı yoksa? Kelimelerle birlikte yalnız kalacağımın kehanetini ilk kez nerede doğru çıkarmalı?

Dipnotlar

*İncil Vaiz-1: "Bütün şeyler yorgunlukla dolu; insan onu söyleyemiyor; göz görmekle doymuyor ve kulak işitmekle dolmuyor. Ne vardı ise, olacak o'dur ve ne yapıldı ise, yapılacak o'dur ve güneş altında yeni bir şey yok. Bak, bu yenidir, diyecek bir şey var mı? Çoktan, bizden evvel olan asırlarda olmuştur. Evvelki nesiller anılmıyorlar; gelecek olan sonrakiler de, kendilerinden sonra gelecek olanlar arasında anılmayacaklar."

**Georges Perec'in 1967'de yayınlanan romanı. Perec romanında daima "sen" zamirini kullanmıştır. 1974 yılında sinema filmi olarak uyarlanmıştır.

***Albert Camus'nun 1951 yılında yayınlanan eser.


Aralık

Şimdi bu kaybolan güneş, bu soğuk, mavi, alacalı gökkubbe, bu benim köşe başlarında öylece tüten nefesim... Ellerim kırmızıdır, anne karnında gördüğüm rüyalar kadar kırmızı... Beni ya bu ay, ya da gelecek mevsim, ya da günlerden bir gün, ansızın, hiçbir işaret vermeden, yüzüme son bir kez bakmadan, son bir kez adımı söylemeden terk edip gidecek o kırmızı rüyalarımdan arta kalan son iz. Sonrası... Yeni tükenişler doğuracağım kendimden. Alaturka zabitlerin arasında gölgem küçülüp, küçülüp kaybolacak. Beni bir yaşam gailesi tutup da bağlamayacak dünyaya... Bir kadın mesela ardımdan ağlamayacak. Ben bir omzu yere yakın, naralı bir külhanbeyi gibi geçmiş olmayacağım dünyadan. Bana bakan çehrelerin kıvrımlarında, bir anlık mütebessim kırıntılardan büyüyecektir bir bahar günü toprağımın üzerinde açacak çiçek.

Şimdi bu kaybolan güneş, bu soğuk, mavi, alacalı gökkubbe üzerime yıkılmamak için zor bela duruyor. Oysa ne çok isterdim, beni bir ipek yumuşaklığında sarıp sarmalayan ikindilerin sarı, sıcak ve uhrevi bendesi olmayı. Ne çok isterdim, tenim buz gibi sularda arınsın, ürpersin, kalbim durulsun. Başımda kubbelerin emniyet duygusu, içimde uysal ve merhamet dolu varlık sıcaklığında uyuyayım da, sabah olsun.

Silinsin her iz!  Bak mesela şu defter, yırtılsın ortasından... Bana uğursuz sözler söyleten kavramlar çatlasın... Başımı bir dağ başının sessizliğine gömüp, orada eski bir keşiş gibi sadece kainatın ihtişamlı debdebesine ağlayayım.

*

Hakikat ağır bir avunma duygusudur. Her şeyin boş olduğu düşüncesiyle içimizde yontulan ve güzel manzaraların insana amaçsız gibi gelen görünümlerinde bilenen inanç, hakikatin ağır gövdesini ruhumuza bağlayan sağlam ipleri bir dokunuşta kesmeye muktedirdir.

*

Şimdi seni ve şu kahrolası acıyı hür bıraktım. Seni sisli, beyaz ve kutsal bir rüyanın içine sakladım ki, orada incir ağaçlarının ağdalı kokusunu ve tütsülerin geniz yakan efsununu içine çekip de yaşadım diyebilirsin artık.

Ben deniz kenarlarında serin rüzgarlara yem ediyorum etimi. Kuşlar gölgemden ürküyor kayalıklarda.

*

Dudaklarımın ucunda tütün kırıntısı, genzimde buğu... Gözlerimde öfkeyle, göğsümde ateşle, sesimde gizlenmiş bir küfürle, şehrin ortasından geçiyorum. Yok olmanın şiddetli arzusuna ve beni çeken "hiç var olmamış olmaya" duyulan özlem...

"Yazın beni yoğa gayri"*

*

Önce saniyenin yüzde biri kadar çarpıcı bir müddetle bana baktığını fark ediyorum. İmkansız... Martı çığlıklarının yerini karga isyanlarına bıraktığı sabahlardaki ilk ürperişin avuntusu bu. En imkansız şeylere tabiatın içinde aradığımız olurluk imtiyazı. Başımıza geldiyse olacaktır. Eğer bir başımız varsa olabilir hatta. Varsak, neden olmasın?

Çamurlu ara sokaklarda birer karanlık hayal gibi kirli gövdeler... Kül rengi bulutlara yükselmekten çekinen, dar, korkak ve en mat renkleriyle sıra sıra dizilmiş apartmanlar... Var olmanın çekimser ve aslında bir vazifeye bağlı olma mecburiyeti. Yoksa bu denli absürt olan hiçbir şey var olmazdı... Bu denli varlık da olmazdı.

*

Yağmurla mücadele ederek gelmiştim. Bir acının ilk doğum evresinden sonra gelen ve üzerinde ilk olgunluk emarelerini taşıyan yarım bir umut içinde yürümüştüm tüm gün. İçim nereye çekerse oraya gitmiş, canım nerede oturup da bir sigara içmek istediyse orada duman duman bir hayal olmuştum... Yağmurla böyle mücadele etmiş, her daim minik ve nazenin ellerin şefkatine muhtaç olan muzaffer savaşçılar gibi mağrur bir şekilde dönmüştüm eve.

Beni sümbüllerin arasında değil, kalın ve diri yapraklarıyla yükselen bir manolya ağacının altında, elimde sabır kılıcım ve göğsümde derin bir yara ile savaşıp düşmüş bir şekilde bulabilirdi o gün. Beni o gün, yekpare uzanan geniş ve rahat yollarda, çatlarcasına koşan atım ve diri gövdemle görebilirdi.

Romantik savaşlar hayal etmiş, hakiki zaferler ummuştum. Beyhude ölümler tercih etmek istemiştim, beyhude bir yaşamı ispatlamak için. Hayal tercihti, hakikat yaşam....

*

Birçok kırık cam, yırtık kağıt, kursakta heves ve yaşanmayan şey var. Günlerin ne getireceği meçhul ama yaşanmayan bir şeyler muhakkak kalacak bizden sonra. Sanırım dünya bir yarım kalmışlık halinden ibaret. Burasının kesin kaidesi bu: yarım kalmışlık.

*

Bir kalıba girmiyor, bir düzene riayet ederek içine dönmüyorsun. Çünkü düzensizlik meyvelerini sundukça sunuyor sana. Düzensizlik, bekleyişlerini köreltiyor. Temennilerin daha gerçekçi artık. Asırlık hikayelerin birdenbire kaybolduğunu biliyor ve kaybolmaktan korkmuyorsun. Düzeni, geciçilik için adeta bir zahmet olarak görüyorsun. 

Geçiciysek kalıba girmeden, bizzat kendi şeklimizle, kendimiz olarak geçip gidelim.

*

Salondaki eşyaların üzerinden karanlık çekiliyor ve sadece gölgeler kalıyor. Gün büsbütün aydınlanınca onlar da çekilecek. Çiğ bir aydınlığın içinde yüzecek her şey. Kül tablası, kitaplar, masa ve koltuklar, gölgelerden, bu çiğ aydınlıkla yıkanarak kurtulacak. Sonra yine akşam, yine gece... Sonra yine gölgeler ve karanlık... Bu daima sürecek. Suretim ebediyen kararana dek sürecek. 

*

Hangi ulvi his geçmişimizdeki mutlak ukdeyi, yani doğmuş olmamızı unutturabilir? Bu konu hakkında yazılmış muntazam bir eseri okuduğum ilk an, balığın baştan koktuğunu, süreğin, süreksiz bir yanlışı tetiklediğini, ezelden ebede uzanan çilenin bir silsile halinde, tek bir zincir halkası dahi noksan kalmadan devam ettiğini ve edeceğini anladım.**

*

...........'da, içeride, cam kenarında oturuyorum. Karşımda mutlu bir çift. Ardımda haylaz genç adamlar. Yoldan gelip geçenleri izliyorum. Her ne kadar seyrek olsa da, gelip geçenler manzaramı bir bir dolduruyor. Kalabalık değil, seyrek, ihtimallere açık ve sessiz bir geçit bu... 

Elverir ki, burada kahve içip, bir sabah aylaklığı yapmaya vaktim olmasaydı... Zaruri bir menzile tam zamanında yetişmeye çalışsaydım,   ............. ahşap mimarisinin önünden hızlı adımlarla geçseydim, şimdi oturduğum yerde, bu cam kenarında, kim oturup da izleyecekti beni? 

Kendimizi bir başka gözden izleme arzumuz çok eski bir arzudur. Kendimizi bir başka gözden, bir başka bilinçten, bir başka yorumdan izlemek isteriz her zaman. Tanrı'nın gözeticiliğinden de umduğumuz budur aslında. Bizi gözet(le)meli, bizi bilmeli ve sessiz hislerden ibaret meçhul ilhamlarla halimizi yeniden bize bildirmeli. Ya da bizi ihtar etmeli.

Rüyalar da benliğimizden soyunma ve görenden, görünen olma istemiyle zenginleşir.

Ve İtaat güdüsü, aslında kendisine maruz kalmış bir panaptikon'a dahi cezbolmuş gözlerle bakar.

*

Öteli. Bu tanımı sevmesem de, onunla karşılaşma ihtimalinin nadirliği, benim içimde bu tanıma karşı bir şefkat uyandırıyor.

Çünkü öteli olmak, öteler gibi bir belirsizliğin ne getireceği belli olmayan iklimini, mistik cesaretlerle tecrübe etmeyi göze almaktır. Oysa ucuz cesaretler kumpanyası ortasında artık bu iş pek nadir. Öteli olan da tabi.

*

Suretleri nesilden nesile taşımak ölümü yenemedi. Çünkü ölüm, nesilden nesile taşınan suretlerin sahiplerinin bir zamanlar yaşadıkları gibi yaşanacak bir şey değil, ölünecek bir şeydi... Onun yalın (belki de yalın diye nitelenenlerin içinden en yalın olan) hakikati, başlı başına bir mesele. Yaşamak gibi başkalarından öykünülecek dinamik bir durum da değil üstelik o. Ölüme öykünmek bizzat ölmektir.

*

Çarmıh topraktan söküldü... Çilenin ağırlığına dayanamadı. Çile ile tahammülün kaynağı cılız bir vücut aslında ne ağır!

*

Gece vakti kaldırımlara yıldız düşmüş değildir. Huzurlu uykular tütmüyordur ışıkları söndürülmüş, perdeleri çekilmiş yuvalarda. Ölüm belirsiz, zayıf ama sinsi titremelerle geçiyordur insanların göğsünden. Yarın ne olacak? Bu soru nice uykusuzun göz kapakları ardında en müsait anı kolluyordur ortaya çıkmak için.

*

Etrafımda katmerli, kükürtlü, ağrılı bir sis. Başımda değil, göğsümde ateş. 

Paltosunu sıyırıp yalnızlığa ve ölüme dair bir şeyler söyleyen çehrelerin en ciddi sorunlar karşısında metaneti kaybedişi...

"Hayatın tokadını yememiş ki hiç!"

Hayatın tokadını yese dahi yememiş gibi davranan bir umursamaz ile bir çılgının mücadele hırsından daha tuhaf bir çelişki yok oysa. 

Buna dair iyi bir hikayem var...

Gözümüzü kapatıp şöyle bir düşünelim... Hayatın tokadı, kükürtlü, ağrılı bir sisin içinden şimşek gibi pürüzsüz yanaklara patlamaktadır. Acı sesler, yumuşak tenlerde yankılanmaktadır. Sinema salonları, ağır başlı toplantılar, plazalar ve sirklerde yavaş yavaş salınan sislerin içinde, bu tokat furyası sürüp gitmektedir.

Pek muteber a......... sirkinde, kafası sonsuz kadar geniş ve idrak ateşiyle yanan dostumun başına, hayatın tokadı minvalinde, dar, hem de bir sıçan yuvası kadar dar bir baş sahibi, bir tokat patlatmaya kalkmış ve kendi kafasının o rutubetli darlığına bakmadan, dostumu dar kafalılıkla suçlamıştır.

Ona sorarsak zamanında hayatın tokadını birçok kez tecrübe ettiği için onun o dar kafasıyla herkesi kendisi gibi bilmesi ve tokat savurması haklı bir sebeptir. Çünkü o hayatın kendisidir artık.

Bana kalırsa gercek tokadı hak eden bir puştluk.

*

Daima bir Attilâ İlhan şiiri içindeymişim gibi hissediyorum. Tren istasyonları, otobüs durakları, uzanan kaldırımlar, ayrılıklar, kitaplar, küfürler, yolculuklar, belalı adamlar ve tüm bu manzaranın ortasında dağınık saçlarım, sakallarım ve alaturka bıçkınlığım ile duran ben.

"Yola bir düşüldü mü, ömür boyunca gidilir

Ekmeğin ve şarabın peşinden

Turnaların peşinden

Büyük şehirler büyük aşklar

Çığlık çığlığa terkedilir

 

Ben

Çocuklar gibi sevdim, devler gibi ıstırab çektim

Damarlarımda dünyanın bütün rüzgarları

Harblere, açlıklara, yalnızlığıma rağmen

Anamdam yolcu doğmuşum

Neyleyim"***

*

O siyah, o kalın perdelerin dışarıdaki yağmuru ve fırtınayı örttüğü küçük odada, suretlerimizi tarihe ve tüm yaşanmış aşklara bir nazire olarak terk ediyorduk. Dışarıdaki yağmur şehri, şehir zamanı, zaman bizi eritiyordu. Parlak ve afili aynada her şeye rağmen dağılan saçımı parmaklarımın ucuyla düzeltiyor, eriyen suretime bakıyor, meşrubatın kelime kökeninden bahsediyor ve deliler gibi ıstırap çekiyordum.

Yağmurlu bir sabaha uyanacaktık, belliydi...

Mutlak düzen bizi kendisine, yaşamayı kaypak bir koz olarak kullanıp çağıracaktı, belliydi...

Fırtınalar ve yağmurlarda çoğalan ürpermelerden bir ürperme olarak, hayallerimiz ve bizi birbirimize çeken sıcaklığımız o oda içinde ebediyen asılı kalacaktı.

*

Henüz açmamış bir çiçekmiş, bir gün aldanacak olmamız. O açınca aldanacak, ve aldatıldığımızı anlayacakmışız. Muzaffer körlüğümüz kapital cafelerin loş bir ışıkla aydınlanmış masalarında  çoğalacak, bizi bir acemi mağrurlukla kendi içimize yabancı kılacakmış meğer. 

Açan çiçekleri koklayacak, loş ışıklarda emniyette olmanın keyfini sürecekmişiz.

Mesele aldanmış olmaktan yahut kör kalmaktan şikayet meselesi değil. Mesele bizi aldatanların ve kör kılanların mütevazi yüzlerle bizim sözde noksanlıklarımızı okşamış ve bizi noksanlıklarımıza inandırmış olmaları... 

Daha iyisine onlar sahipti. Daha iyisine onlar sahip olacaktı. Onlar en iyisini yapacak ve bundan insani bir gurur duymadan, olması gereken sadece buymuş gibi bize birer misal olarak getireceklerdi yaptıklarını. Oysa kendileri dahi buna şaşıracaklardı. Bu kadar kolay inanmamız, bu kadar kolay teslim olmamız onlar için büyük bir şaşkınlık olarak kalacaktı...

Açacak çiçeklerin güzelliğine ve lüks loşluklara kandık.

*

Aslında bu satırları yazarak anlatmaya çalıştığım manzaranın ne zaman yaşandığının hiçbir önemi yok. Ansızın, baktığım bir başka manzaranın önüne gelip kurulabilecek kadar yakın zamanda yaşanmış gibi taze, ya da gözümü kapadığımda, ahir ömrümün en uzak demine taşıyabileceğim kadar geleceğe müddetli. Zaman içinde zamansız bir manzara bu.

Onu tekli koltuğunda, titrek ve cılız mum alevinin yüzünde uyandırdığı gölgeler ardından izliyorum. Bir zamanlar ahşap duvar saatinin altında duran bu tekli koltuğu tüm vücuduyla doldurur, heybetli bir şekilde akşamı seyrederdi o. Şimdi, yorgun gözleri akşamı seyretmek yerine meçhule mıhlanmış, başına sardığı koyu mavi battaniyesinin içinde öylece oturmaktadır o. Aramızdaki sessizliği bozmak isteyerek soruyorum:

"Bir sigara vereyim mi?"

"Hayır..."

Suskunluğumuz uzuyor. İnsana batan, yüreğini cımbızlarla parça parça koparan bir suskunluk bu. Katlanamıyorum.

"Her şey için çok üzgünüm..." diyorum. Susuyor...

Biraz sonra "neler düşünüyorsun" diye sorduğum soruya "hiç" diyor. Tek bir anlık ve tüm sesi bıçak gibi kesen bir hiç. Yüzündeki gölgeler mum alevinin titreyişiyle dalgalanıyor. Varlığı karanlık ama berrak bir kutsiyet gibi geliyor o an bana...

En sonunda kalkıp teklifsizce sigarasını uzatıyorum. Alıyor, yakıyorum ve ilk dumanı içine derin derin çekiyor. Ben yeni aldığım tütün paketinden bir dal çıkarıp yakıyor ve yerime, yani karşısındaki koltuğa oturuyorum. Maksadım suskunluğa mahal vermemek: "İşte" diyorum, "Sigara bu... Bok gibi sigaralar içmek yerine bu tütünde karar kılmalıyım..."

Maalesef aramızdaki suskunluğu yenemiyorum. Sigaralarımızı içerken sadece ona bakıyorum. Bakışlarım çehresinde dolaşıp duruyor. Aheste aheste içtiği sigarasını söndürüyor ve yavaşça doğruluyor. Yanımdan ağır aksak adımlarla geçiyor. Ben oturduğum koltukta yılgın bir şekilde kalıyorum.

*

Soğukla, kalabalıkla ve mücadele ile -daimi mücadele ile- başımızın içinde bizi alegorik birer makineye döndüren hafif, lakayt fikirlerin varlığının yanı sıra, somurtan yüzler, mukallit, koca ceketli fikirzadeler...

Bendeniz üç gecedir uykumdan sırılsıklam uyanıyorum. Bendeniz üç gecedir uykumu bölen bir ateşle kavruluyorum.

Ne o fikirzadeler gibi koca ceketimi giyip dışarı çıkıyorum ertesi gün, ne de parmağıma devasa yüzükler takıyorum. Sadece solgun yüzümle geçip gidiyorum sokaklardan. Yaşadığımı destanlaştıracak kadar tutunma gayretim yok.

*

İnsanlık "Getsemani"de tutuklanmak üzere. Zaman tamamlanmış bir "oniki"ye açılmayacak artık.

*

Şeb-i Yeldâ

Orta halli, balkonu sıvaları dökülmüş apartmanların arka kapılarına bakan bir otel odasının mavi neon ışıkları altında, yüzümüzde keskin çizgiler, ellerimizde büyük kadehlerle idrak ederiz ki hayat karanlıktır. Hayat karanlıktır ve Goethe ölmeden önce bu karanlık yüzünden "ışık biraz daha ışık" demiştir işte...  Sende bilirsin ki, uykunun arasında havlamasını işitip de kendisine bir şey yaptıklarını sandığın o köpek, aslında hayatın ve gecelerin karanlığına seslenmektedir. Bizim, hayatın, gecelerin ve içinde bulunduğumuz bu en uzun gecenin karşısına geçip de onlara karanlık olduğunu söylemeye cesaret edemeyişimiz, bir köpeğin ilkel cesaretinde kesik tonlamalara, yankılı ihtarlara bürünür.

Hayat karanlıktır. Sokaklarda sabahın ilk güvercinleri ve kumruları karanlıktan kendilerine düşenleri toplamaktadır.

*

Bulutlu bir gök altında, denize uzanan ıssız bir kayanın üstüne çıkıp, esen serin rüzgarın göğsüme işleyişini duya duya ve bağırarak Nesimî'nin "Sığmazam" şiirini okumak arzusuna yenik düşmekten korkuyorum.

*

Hiper mütedeyyinlik. Kapalı kapılar altında, portakal rengi döşemeleri üzerinde çıplak ayaklarıyla koşturan, saatlerine kadro, torpil ve çıkar macunu çekilmiş akşamların gül yüzlü, vecd dolu çocukları.

Suçlanacak başka bir şey muhakkak vardır.

Sıvaları dökülmüş evlerden çıkıp, lüksün içinde, portakal rengi döşemelerin üstünde alçak gönüllülük ve hiper mütedeyyinlik oldukça kolaydır.

Oldukça kolaydır yaşamak. Yeni bir imza, yeni bir atılım, yeni bir hizmet adı altında güldükçe sivrilen dişleriyle hiper mütedeyyinler.

*

Başkasının üzerinden ahlaklı ve iyi bir vicdan üzerine prensipler ve yasalar koymak, hepimize pek basit ve lezzetli bir iş gibi gelir. Ama nedensellik ve nedenselliğin bizlere pey akçesi olarak sunulan genel hükümler, sıvası dökülmüş duvarların, aslında tertemiz boyalarla kaplıyken ne kadar sığ ve ezelden makyajlı bir aldatmacaya sahip olduğunu yüzümüze çarpabilir. Biz sıvası dökülmüş duvarların anotomisi üzerine konuşup, onları takdir ya da tekfir ederken hayatın o girift yapısına bizi mecbur kılan teferruatı unutabiliriz. Sıvası dökülmüş duvarlarda bir sevginin buruk heyecanı tüm cezbesiyle tüterken, muallaklığa aşina hatta ona mahkum olan gelecek, bizleri evrensel yasakların, taze ve buğulu prensiplerin genel geçer anlayışlarıyla aldatabilir.  Henüz takdir ile tekfir arasındaki tek kelimelik gerilimin önce gözler önüne serilip sonra silinmesindeki rasyonalist tutum benim için her kadim hissiyata yabancı.

*

Önümde çözülmemek için mukavemetli karmakarışık uzanan yollar... Üstelik heybem, inancım, kelimelerim ve sesim yarım.

Ben bir gece vakti, yıldız yağmuru gökyüzü altında, dilimde az önce duyumsadığım aşkın buruk lezzeti ve göğsümde yarın ki vazifemin ehemmiyeti çarparken, geniş caddelerden loş ışıklı evime tatlı bir hasret çekmek için doğmamışım. Benim tenimde ayaz bilenmek için en müsait vesileyi bulmuş, benim kapatıp çıktığım kapılar ardında, bir ömrün nihayeti için tedirgin çehreler kalacakmış hep. Karmakarışık yolları çözmek için yeterli metanet yokmuş bende. 

Zihnim kımıl kımıl soru işaretleri ile dolu, bir gölge yahut bir gölge cinsinden, kalabalıkların arasından geçen ıstırabın tekiymişim. 

Bir güzel yüzün ağlamalarla kırılan dudakları, bir şefkatli elin başımda dönüp duran ürperişi. 

Yürüdüğüm yolları çöz kusursuz inayet, yarım kalanı tamamla, kelimeyi, heybeyi ve sesi tekamüle eriştir.

Beyhude gayretlerin gayya kuyusundan elimde ölüm devası ile çıkıyorum.

Yoldan geri dönmek için çok geç.

*

Bir gün gelecek olması mutlak olan, ama henüz geleceği vakit belirsiz kadim cinneti ertelemek üzerine kurulmuş bir hürriyetin sözde şefkatini daima püskürten bir çağ içindeyiz.

Sizi bozulan bir cihaz çileden çıkartabilir. Taksitle aldığınız bir cihazı, kendinizin büyük cinnetine taksitlendirebilirsiniz. Misaller de çoğaltılabilir kuşkusuz.

Her halükarda zor bir sene oldu. Daha da zor bir sene bizi bekliyor. Seneler her safhada daha da zorlaşıyor. Cinnet insanlığa, insanlık cinnete yaklaşıyor.

Rüyalar, otomobiller, caddeler, araçlar, gereçler, sesler, küfürler ve merhametler değişiyor. Hayaller ve iletişimler de öyle. İnsanlığın simyası, kocaman, parlak kazanlar içinde, kadim cinnetin damıtılarak kendisine katılmasıyla değiştirilmek üzere usul usul kaynatılıyor.

Cinnet bize, biz cinnete dönüşüyoruz.

Oysa 2-0-2-3 sayılarının yan yana gelmesi, sadece göstermelik bir sayacın vazifesini tam tekmil yerine getirdiğine işaret. Bir yılın bittiğini ben tükenişimizden okuyor ve anlıyorum.

İnsanların toplu bir şekilde eğlendiği mekanları ve zamanları sevmiyorum. Bir gün gelecek olması mutlak olan, ama henüz geleceği vakit belirsiz kadim cinneti ertelemek üzerine kurulmuş bir hürriyetin sözde şefkatini daima püskürten çağa ait bir yıla daha giriyoruz.

Dipnotlar

*Cem Karaca'nın 1975 çıkışlı "Nem Kaldı" albümünde yer alan "Muhtar" şarkısının sözleri.

** E.M Cioran'ın "Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine" adlı kitabı.

***Attila İlhan'ın "Şahane Serseri" şiiri.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sık Ziyaret Edilenler

Higgs Bozonu ve Çocuk Sezgimizdeki Masumiyet

Şekilcilik, Kabuk ve Öz

NON FVI, FVI, NON SVM, NON CVRO.