2022
Hayli zaman oldu, mum ışığı üzerine düşünüyorum. Düşünüyorum demek de yetmez aslında, mum ışığını büsbütün tenimde, damarlarımda hissediyorum.
Ben kara kuyuların kalbim ile münasebetini tattım... Zehirli sözler söyledim, kanayan yaralara dokundum. Zamanın ağacında, on dokuzuncu yüzyılın dalında birer yaprak gibi kuruyan insanlığı anladım mesela. Geçmiş her yüzyıl aynıydı... Yüzyılımız, yirmi birinci yüzyıl aynıydı.
Mum ışığı, bu karanlık kuyulardan, zehirli sözlerin, kanayan
yaraların ve karanlık şehirlerin ortasında yükselen ağaçların arasından, bir
güneş damlası gibi damladı içime.
*
Şu geniş bulut dolu ve öyle ağır ki, iki yolun arasından akan küf rengi
derenin ucuna değdi değecek. Etrafımda sivrilen ve nasıl olduysa sanki bir afakanın
şaşkınlığı içinde donup kalmış beton çığlıkların arasından süzülüyorum. Tedirginim. Biliyorum ki, her köşe başında, bir şeyler olduğu yerde devrilebilir. Her
köşe başında ben devrilebilirim. Mesela dün; biri sabah, biri öğleden sonra
olmak üzere iki kere devriliyormuş ceviz ağacından mamûl kitaplığım... Evet,
iki kere meyletmiş devrilmeye... Sonra bir anda durmuş. Bir şeyler araya girmiş
olmalı. Mesela hiç olmadık bir söz söylenmiş, unutturmuş olabilir kitaplığıma
devrilmeyi... Altmış yıllık gövdesiyle yeniden kalkışır mı buna o?
*
Onun tuvaline iliştirdiği kırmızı, bir yaranın temsili olmalı... Mavi onun tuvalinde erimeyi bekleyen bir buz damarı belki de. Ben orta halli bir entelektüel kahvesinde bunları düşünüyorum. Derken incecik sesli bir adam garsona şöyle diyor;
“Şu masaya geçme şansımız var mı?”
Sorulan soruların en riyakarı bu soru olmalı. Vakitsiz nezaketin, zamanın üzerine tıpkı bol gelen bir gömlek gibi giydirilmesini ve zamanın öyle mahcup, öyle sessiz, bir köşede beklemesini iyi bilirim.
*
Şimdi burada tıpkı incecik bir yarada pıhtılaşan kan damlası gibi akmayan bir zaman var. Yetişilemeyen bir vasıtanın az önce buradan
çekip gitmiş olması, rüyaya sığmayan arzu, uysal ama sinsi temenni,
ekmek kavgasından kopup gelen tufan, yani şu destansı insanlık... Zamanın donup
kalmasını fırsat bilerek ulvî temenniler, mümkün olmayan şeyler bir ihtimal
kisvesiyle dile geliyor. İhtimallerin ayartısı bu.
*
Saçlarımı köprü üzerindeki rüzgara teslim ettim.
Bir ayaz, birbiri ardınca, hiç bir hudut tanımadan, hatta birbirlerini fark
etmeden yürümeyi marifet sayan insanların arasından bir bıçak sızısıyla akıyor.
İnsanları her adımlarında, bir muvazeneye itaatkar kılan kudret nedir? Merhale
merhale attıkları adımlarında onları bir sonraki adımı atmaya yüreklendiren şey,
"Şimdi ne olacak?", "Bundan sonra beni ne
bekliyor?" diye sordukları soruların kaygısı olabilir.
Tereddüt ancak köksüzlükte mümkündür. Tüm tereddüt ettiğimiz anlar ruhumuzun yahut bedenimizin kendisini köksüz hissettiği anlardır. Bundan sonra ne olacağını görmek üzere bir karar veririz. Kaygı, kararımızın istikametini belirler. Ama bir anda kararımızda da, adımlarımızın istikametinde de tutunacak bir amaç, bir sebep yoktur. Sebepsizliğin köksüzlüğe erişmesini duyumsarız ve tereddüt ederiz. Bazen bir istikamet üzerine ilerleyen gövdelerimiz, unutulan ve sonra birdenbire akla gelen bir düşüncenin şiddetiyle olduğu yerde sarsılır ve duraksar. Bir anda ilerlediğimiz istikametten süratle döneriz. Bir unutulanın hatırlanması ile meydana gelen anlık bir köksüzlük ve ondan filizlenen tereddüt gövdelerimizde çevik bir vazgeçmeye dönüşür. İlerlediği istikametten ansızın geriye dönen gövdelerde köksüz olmanın rahatlığı ve hareket mefhumunun tüm imkanlarına uyan kıvrımlarını okuyabiliriz. Mesela Barok resimde hemen hemen bütün figürler hareket halindedir. Bu hareket, ışık ve gölge oyunlarının arasından garip, enigmatik bir tereddüt haline gelir. Sanki tüm figürler köksüz ve bulundukları mekan içinde tereddüt halindedirler. Unuttukları bir şey vardır bu figürlerin ve hatırlamanın şiddeti ile dalgalanır gövdeleri.
Nisan
Yaşamak büsbütün çalkantı... Büsbütün istifra. Tetikte bekleyen utanç.
Mahcubiyet...
Misaldir, tüm ümidini yitirse insan, uyuyan birini her sabah yeniden
terk etse. Onu kilitli kapılar ardında gerçek bir yalnızlığa emanet etse...
Süratle giden otomobilin kirli camlarından günün ilk ışığını içen denizi
izliyorum. Kalın perdeler arasından bir yer bulup içeri süzülen gün; yüzüme hep böyle mi yayılmış, bende yakıcı bir uyanma arzusunu hep böyle mi doğurmuştur?
Beni bu çalkantıya kim bırakmıştır? Ellerimi ateşler içinde kavuran çocukluk
hastalıklarım mı? Göz bebeklerimde büyük, sisli, dolgun bir daireyi uyandıran
ateş sanrılarım mı? Yüzümü delik deşik eden ispat çağlarım mı?
Beni bu istifra diyarında, başım gibi dönen göklerin ortasında kim yalnız bırakmıştır?
*
Bir meczup, sokağın ortasında bağıra çağıra küfür ediyor. Her sıhhatli insan
gibi ona bakmıyorum da, gidiyorum bir ateş damlasına hayret ediyorum. Ona
şaşırıyor, uykumun içinde binlerce ateş damlası görüyorum. Dekordan ziyade
teferruat yıkıyor beni.
*
O bedbaht genci yeniden görüyorum. Sakalları uzamış. Konuşurken tekliyor. Her gördüğümde ona bir sigara veriyorum. Halimi hatırımı büyük bir nezaket maskesi altından soruyor. Mukabele ediyorum. Mahcup, tedirgin, umutsuz. Tüm bunlara rağmen sanki bir yumağın içinden kurtulmaya çabalıyor her seferinde.
*
Gözüm kitap kapaklarında. İçimde bir ıslık büyüyor. "O
gece................." diyor. Hayır, mümkün değil! Nasıl böyle girift bir
meseleyi yüzüme kolayca üfürüyor, şaşırıyorum. Bu denli basit mi? Gözüm kitap
kapaklarında... Elimi yüzüme kapatıyorum. Mum gibi oluyorum. Hayır,
istemiyorum. O kitabı görmek de, sesleri duymak da, anlamak da, anlıyor gibi
olmak da istemiyorum.
*
Şunu bir söyleyebilsem; "Benim yaşamım kendisinde biriken ve ona yaşam veren öz suyu bir bardak dibinde çalkalayıp toprağa dökecek kadar iddiasız ve nankör."
*
Bulunduğu yerden düşen bir şeyin, düştüğü zeminde yankılanan sesinde kaybolmak lazım. Hatta bence bilinmeze giden en hakiki yollardan biri, düşen bir şeyin zeminde çıkardığı sesten sonra bir anda etrafı saran sessizlik olmalı. Bir anlık, çıldırtan, ürperten, uyandıran bir şey o. Var ile yok arasında zamanın ötesine, hiç bilmediğimiz yerlere uzanan bir şey. Geçmiş ile geleceğin arasındaki en kati çizgi.
Bir kalem mesela, silindir gövdesi ile döne döne ilerliyor masadan, masa
bitiyor, kalem yere düşüyor. Mahremiyeti bir "hiç" mesabesine indirgeyen, asi, delici, hoyrat tek bir ses ve ardından kurnaz bir sessizlik. Bu seste ve hemen ardındaki sessizlikte kaybolmak lazım.
*
İstikamet eksiliyor mu? Eksilip de en nihayetinde bir tutam kalacak bir şey mi istikamet? Neden eksiliyor eksiliyorsa? İstikamet üzere bulunmak ve daimi bir hareketin muhatabı ve hatta biricik meselesi olmak mı eksiltiyor onu? Laf-ı güzaf.
Süren bir şeyin bitmesine aşina olmuşuz. Bizi tüketmenin sınırında başı
boş bırakmışlar. Ufukta bir çare arayan talihsiz gözlerimizin feri tükenmiş Ya tıpkı böyle tükenecekmiş her şey yahut ele geçmesi, ulaşılması mümkün
olmayacakmış öyle kolay kolay. Aldatmışlar bizi.
*
Ona bir şey söylemek için o karanlıkta gözlerini arıyorum. Eşyanın tüm hususi çizgilerini içen, eşyayı farklı görünüşlere büründürmeye muktedir olan bir karanlık, perdelerin içinden ağır, kıvamlı bir katran gibi doluyor odaya. Ya gecenin başlangıcı bu karanlık, ya da günün.
Sabah karanlığı olarak farz ediyorum bu karanlığı; içimi bir geç kalma telaşı sarıyor. Gece olarak düşünüyorum; sinsi bir fikir üzerime hücum ediyor. Eşya, karanlığın içinde yankılanan nefesimiz ve inip kalkan göğüs kafesimizin titreşimi ile bin bir surete bürünüyor. Bu karanlık, eşyayı ve zamanı kendi belirsizliğinde eriten, efsunlu bir yanılsamadır, anlıyorum.
*
O akşam insan içine çıkamadım. Bir soluklanma vesilesiydi yaşamak. İnkârlarımdan şahsi
bir mukavemet hissi yaratmaya gayretliydim. Başaramadım. İnkârlarım öylece, kendi asilikleri ile kaldılar ortada. Yüzümü çevirip bakamadığım bir yabancıya tüm nefretimi dökmek istiyordum. İnkârlarımı bir bir
saymak.
O hâlâ, o bankta beni beklemektedir. Ben de yolun karşısındaki kuytu köşeden
izlemekteyimdir onu. Süratli otomobiller arasında süzülen gözleri... “Melâli
anlamayan nesle” aşinayım artık.
Ne denir bir yaşamın arkasından? Korkulu uykular büyüten gecelerden,
ağaçların kuru dallarından fışkıran yeşili bir bahar muştusu kabul edince
kurtulan çocuk yürekler... İnfilak eden kelimelerin ortaya birer paçavra
halinde dağılması. Paramparça.
*
Terk ettiğimiz süreklilikler vardır. Her ne kadar zaman yekpare bir akış içinde sürüklense de, bir yolunu bulur ve bu sürekliliklerden cayarız. Çocukluğumuzdan kalma hınzır ve biraz da vecde yakın bir haldir bu. Kendimizi zamandan saklamaya yeltenmenin çaresizliğinden öcümüzü böyle alırız. Dudaklarımızda bıçak gibi bilenir sözcükler.
Bazen bu sürekliliği terk etmenin
her ne kadar acı bir tecrübe olacağını bilsek de, bu tecrübeyi uhrevî bir kader meselesi haline getirmek için kabartırız tepkilerimizi. Durgun suyun yüzeyinde sancıyla
büyüyen bir dalganın imtiyazına sahip olmak ve sona erene kadar sakince yüzeye
tesir etmek isteriz. Varlığımızı onaylamanın, oluştan, var oluşa erişmenin, "İşte buradayım!" demenin başka bir yoludur bu.
*
Yeşil tren, - yıllardır tenine değen rüzgarla artık pek de yeşil olmayan tren- çelik rayların üzerinde
gümbürdüyor. Birden etin kemikten çözülüşü gibi ya da bir zembereğin boşalması,
seslerin kesilmesi, dilin, anlamın zirvesine ulaşamayıp pes etmesi,
maskelerin düşmesi, kanın durulması gibi duruyor istasyonda. Yüzü karanlık
esmer adam, elleri titreyen ihtiyar kadın, karşı koltuktaki oğluna tıpkı
annemin çocuk çağıma baktığı gibi bakan şefkatli kadın... Manzaramın içinde
bunlar var.
Bu kadın ve oğlu beni bir çırpıda çocukluğuma götürüyor. Memleket hastanesine gidiyoruz, gün yeni doğmuş. O gün bilmem kaçıncı kez tahlil için kanımı alacak hemşire ve bilmem kaçıncı kez yüzümdeki akneler ve vitiligo için bir tedavi belirleyecek doktor, saymadım hiç. Hemşire kanımı alırken, annemin o zamanlar daha genç çehresiyle bana tıpkı bu kadının oğluna baktığı gibi baktığını hatırlıyorum. Tebessüm ediyorum anneme. Hastaneden çıkıyoruz. Güneş ve sabahın içinde yüzen bu aydınlık bana, erken dönem Cumhuriyet edebiyatı romanlarındaki hüznü veriyor. Önümüzde yaz mevsimi var.
Ne garip! İçimize, ince, insanı çıldırtacak kadar ince benzerlikler çağıran hatıralarımız var.
Henüz ölümü kendinden bir parça gibi kabul etmeyecek kadar gençken, tüten bu incecik buğu gözünü almıyordu. Kış mevsimlerinde yağmurla ıslanmış han duvarları sana acemice, biraz da başkalarının hikayesine öyküneceğin bir hüzün veriyordu. Daha ne eti tanımıştın, ne buğuyu, ne suyu, ne ateşi, ne de bizzat kendine ait olacak yaşamı ve ölümü... Şimdi kendi yaşamını ve ölümünü, kendi bedeninle yazmanın mesuliyetine eriştin. Başkasının acısını çekemezsin artık.
Bayram günü kapın çalıyor. Kapın onlarca kuşu
kendi gövdesinde saklıyor gibi çalıyor. Ama sen gelenin lütuf mu, yoksa kahır
mı olduğunu bilmiyorsun. Mutlak bir kaygı gibi üzerine yığılıyor zaman. Kendini
bu yığından kurtarmak istiyorsun. Bir yığın kelimeden, cümleden, ses ve
sessizlikten kendini soyutlamak istiyorsun. Kendin olarak muvaffak olmak
istiyorsun bu gayretin nihayetinde. Bunları düşünmeden evvel henüz
yaşamamıştın. Özünü muhafaza etmeyi marifet sayan sofralarda cılız bir mum gibi
yanardı aklın. Sen yaşıyorum sanırdın. Kendini katamazdın anın yegane ve tekrarı mümkün olmayan
gençliğine. Seni kabul etmezdi zamanın mahremiyeti. Henüz kendi acını çekecek
kadar yetişkin değildin.
*
Karşıda, ufka yakın o meçhul noktada yanan ışığı görüyorsun. Yunanca bir şarkı söylüyor sesi titrek o kadın, “Balamo”. Sen, masanı kaldırmamalarını ve az sonra döneceğini tembihleyerek kalkıyorsun. Henüz bir kaç adım atmışken çamur renkli bir köpek bacaklarına sırnaşıyor. Onun merhamet bekleyen gözlerine bakıyorsun. Denizin ortasındaki yelkenliyi seyrederek ilerliyorsun sonra. En sonunda, senin için o an dünyanın merkezi olacak kadar ehemmiyet dolu sivri kayanın üzerine çıkıp bir sigara yakarak ufka yakın meçhul noktadaki titrek ışığa dalıyorsun.
O akşam dalgalar seni kendisine katabilirdi oysa... Bu kayalıkların arasında yaşayan telaşlı
fareleri sürüklediği gibi sürükleyebilirdi seni kendi göğsünde. Sen bir yıldız mı yoksa bir yangın mı olduğunu bilmediğin o ışığa bakarken ölebilirdin. Sigarandan
derin nefesler çekip, Yunanca şarkının büyüdüğü yankıyla -ve biraz da onu
"Balamo" diye tekrarlayarak- bu bilinmeze verdin o gün gözlerini.
Mahremiyetini sana böyle sundu zaman.
*
Seni şimdi birbiri ardınca patlayan bu ses, dünyanın göğsünden kopup gelen hırıltı, tüm renklerin, gözleri sızlatan çağrısı
rahatsız ediyor. Sen şimdi pek kınanan bir biçimde, umursamaz olmakta çareyi
buluyorsun. Başarıyor musun? Hayır... Seni tutup da kendisine çekiyor dünya.
Gömleklerinin birleşmeyen yakalarında ölgün akşam esintileri duyuyorsun. Bir
şiir okuyorsun. Henüz sana gelmemiş, sana ulaşmamış bir güzellik kendi düzeninde mesut
olmaya çabalıyor. Öfkeleniyorsun. Oysa kim derdi ki ilkel şeyler sana tesir
edecek? Kim derdi ki, varlığın kökenini, o her şeyin evveline dayanan sebebini,
üzerinden yakaları bir türlü birleşmeyen bir gömlek gibi çıkarmak isteyeceksin.
Nice bakışlardan ürkecek, daha nicelerinden tiksineceksin. Bilemezdin, giden
otobüslerin camlarından yakaladığın bakışlar, insanlığın en hüzünlü tavrıydı
oysa.
*
Bir yaz akşamı güneş batıyor. Sen bu taşlı yolda
yalpalayan arabanın camlarından yolun kenarından akan ağaçları izliyorsun.
Nereye gidiyorsun? Korkuların var. Arzuların da... Mesela şimdi yasak bir şey
yapabilmenin ayartısı var sende. Yuvarlak güneş gözlüklerini takıyor, ıssız
yolun kenarındaki çeşmenin yanındaki taşa çöküyorsun. Bu, dünyanın sırrını
zedelemek gibi geliyor sana. Orada zamansızca oturma eyleminin aslında ne denli
yasak, ne denli aykırı bir şey olduğunu keşfediyorsun. Orada zamanı unutup,
asırlık bir heykel gibi öylece otursan, kınamazlar mı seni? Sen bu taşkın, bu
sinsi tecrübeyi güneşi her akşam alnında hissederek yaşamak istiyorsun.
Geceleri oturduğun yerden ıssızlığı izlemek, günü öylece, saatlerce hiç bir şey yapmadan oturduğun yerde
karşılamak. Her gelen geçen otomobilin içindeki insanların daimi hareketine
karşı bir hareketsizlik olmak istiyorsun. Onlar ayrılıyor ve varıyorlar.
Üzülüyor, seviniyorlar. Sense her şeyin içinde saklı olan kımıltıyı, ölgün bir
çaresizlikte eritmek istiyorsun. Kavuşturan, kavuşan, umut eden her şeyin
insanı mahzun kılan asıl gerçekliğine karşı yapmak istiyorsun bunu. Her
şeyin geçici olduğunu biliyorsun çünkü.
*
Bir köşede yığılmış kalmış bir gölgeyi kaldırmaya
uğraşıyorsun. Onu tutuyor, silkeliyor, umut dolu şarkılar ve fısıltılar içinde aydınlık
şiirleri okuyorsun. Çaban sonuç vermeyince kan ter içinde, soluk soluğa oturup, yaşamanın aslında daimi bir devinim ve savaş olduğunu düşünüyorsun. Gözlerin
havada süzülen güveyi takip ediyor. Derken gölge bir iken iki oluyor. İki
yılgın gölgeyi yarına inandırmak istiyorsun sen. Bunun mesuliyetiyle parmak
uçlarında ve dizlerinin arkasında titreyen bir şeyler hissediyorsun. Karnından
göğsüne kıvrım kıvrım mavi bir sızı yükseliyor.
*
Yan masadaki sakallı, ihtiyar adam, körlerin nasıl
rüya gördüklerini anlatıyor yanındaki orta yaşlı iki kadına. Kadınlar susuyor, ihtiyarın
sesi yükseliyor. Sen kendi rüyalarını değil o adamın gördüğü rüyaları düşünüyorsun.
Biraz kadın, biraz patika ya da tıpkı gençliğinde olduğu yasakları delip geçmenin ateşli hürriyetini
görüyor olmalı rüyalarında. Çoğu sönük, müphem bir hayal gibi olmalı bu
ihtiyarın rüyaları. Az sonra boğuk sesiyle teklifsizce okuduğu iki berbat
şiirinden bu ihtiyarın ucuz bir sokak şairi olduğunu anlıyorsun. Şiirindeki
onurdan bahsediyor. Onurdan bahseden yüzüne alay ederek bakıyorsun. Fark ediyor
seni. Gözlerini dikip istihza ile tebessüm ediyorsun. Daha fazla onurdan
bahsediyor. Nedense senin inadına yapıyor bunu, bakışlarından anlıyorsun. Ne
onursuzluğunu gördü senin? Bu derme çatma mekanda nasıl bir onursuzlukta
bulundun sen? Yanındaki kadınlara baka baka erdemi önceleyen bir filozoftan bahsediyor sonra. Sense içinden "Her filozof biraz erdemden bahsetmiştir."
diyorsun. Sigaranı söndürüp, mekanın mavi beyaz kareli masa örtüsüne buruşuk
bir banknot atıp kalkıyorsun. Arkandan ihtiyarın boğuk sesi kadınlardan birine
cevap veriyor; “Aa evet, Nietzsche, Nietzsche!”
*
Şimdi bu koku, bu taş, bu yazı, bu manzara,
kadrini bilmediğin ama her gününün huzur veren bir nimet olduğunu bir
zamanlar gayet emin tecrübe ettiğin bir bahardan sesleniyor sana. Bir yanınla soruyorsun; "Ben bu baharın beni kucaklayan ve mahremiyetini bir zamanlar
hiç tereddütsüz ayaklarıma seren merhamet dolu sıcaklığından artık büsbütün
sürgün edilmiş bir bahtsız mıyım?"
Pişman değilsin, seni bu bahardan mahrum kılan
efsuna aldandıysan aldandın. Her sessizliği bozacak sese, her hükmü yerle bir
eden teşhise ve aklının içinde kendi kendisini çürütmeye her daim mahkum olan
bu panzehiri ruhunla damla damla içtiysen içtin. Ne geriye dönebilirsin artık,
ne de pişman olabilirsin.
Senden çekildi bahar. Buz gibi yağmur damlaları
ayıltıcı ve sızlatan şiddetiyle etinde büyüyor şimdi. Güneş sana yabancı...
Oysa belki de, bu baharın seni aldatan ve bir parıltılı şenliğin içinde büyüyen
mahzunluğu ile sana hiç bir mutluluğun daim olmadığını ihtar eden o sahici
zamanlarında, sen daha da kendine yakın ve daha da yalnızdın. Oysa bu bahar
artık sana yabancı olsa da, simdi hiç bir tarife ve tasnife muhtaç olmadan
büsbütün, tüm hakikatinle bizzat kendinsin. Aynada yansımanı değil kendini
izliyorsun. Yaranı kendin sarıyor, ufukta uzanan yel değirmenleri ile değil,
kendinle dövüşüyorsun. Şimdi senden duyulan ses bir taklit değil, gecelerin
içinden, kendi dudaklarından duyduğun fısıltıdır.
*
Karşında enine doğru genişleyen ve biraz da bozuk bir S harfini andıran apartman... S harfinin başı ile göbek kısmının girintisinde apartman pencereleri. Bu pencerelerden, zemin katın üzerindeki pencere, S harfinin baş kısmının çıkıntısına bakıyor. Muhtemeldir ki manzarası sıvası dökülmüş, solgun bir duvar. Ufacık bir aralıktan gördüğün o pencerenin yanında bir örümcek yuvasını andıran bir karartı...
Bir örümcek olsan, güneşin her gün ince bir hesap sonucu pek kısa bir süre aydınlattığı bu kuytuda yaşamak isterdin sen. Oranın aydınlığı eksilten ve biraz da onu sağaltan gölgesi çekmektedir çünkü seni. Gözlerin oradayken her şeyin ama her şeyin, en zorlu ve dikkat gerektiren hesapların bile muhasebesini pek kolay yapabilirsin.
Şimdi orada, o karartıda yaşayan örümceğin ne talihli olduğunu düşünüyor ve onun tüyden ince ağlara hükmeden sezgisine imreniyorsun. Hayatındaki tüyden ince sebep ve sonuçlara hükmetmek, bir işçi sabrıyla ve emeğin kutsallığını bilerek yapmak istiyorsun bunu. Geometrik ve her biri başlı başına bir hendese harikası olan ağlar devşiriyorsun kendinden. Rutubetli ama onurlu bir yaşamak diliyorsun.
*
Bir yankısın sen, bir yanlışın yankısı... Durup
düşündüğün yerler, elin çenende bekleyişlerin, perdeler ardından yüzüne
saldıran rüzgar, dönüp duran pervasız ve gamsız mevsimler... Muallakta kalmışsın...
Alnında sildiğin terler mağrur... Diyelim ki,
karar vermişsin...
Bir bakışta bir oradasın, bir burada.
Bir yankısın sen... Kavganın, çığlığın, kanın,
gencin ve ihtiyarın yankısı...
Nicedir yağmurların sesinden ürkmezsin sen...
Nicedir bir bıçak savrulmaz gövdene... Gövden böyle bir emniyetle yankılanır
şehrin eski mahallelerinde...
Anlamışsındır.
Ayrı düşünülemeyecek kadar bu kutsal devinimden,
ellerinden ve kaderinden hiç bir vakit ayrı görünemeyecek kadar
varsındır.
Bir yankısındır sen... Doğumun, ölümün , hazzın ve
günahın yankısı.
“......yankılanma bizi kendi varoluşumuzu
derinleştirmeye çağırır.”*
*
Huzursuz, tedirgin, mütereddit ve dargın bir
yalnızlıksın sen. Bir sövgüden, bir yergiden, bir kavgadan farkın yok. Işıklı
salonlarda, alkışlar arasında alnındaki teri siliyorsun. Çıkıyorsun oradan, o
çok sevdiğin anıtsal mimarinin yanından geçiyorsun. Adamın biri bağıra çağıra
telefonla konuşuyor. Sesi yırtılabilir, göğsü daralabilir, derdini yine de
anlatamayabilir o. Yaptığı tüm fedakarlıkları bir çırpıda duyuyor, gerilen
kaslarını ve boğazında öfkeyle şişen kan dolu damarlarını görüyor, bu boğucu
yaz akşamında ona üzülüyorsun.
Şehrin biraz kuytularına daldın mı, ölümlere gebe gölgelerle dansın başlıyor. Şarap şişeleri ve kaldırımlara unutulmuş bir çuval gibi yığılıp kalmış adamların arasından yürüyorsun. Kahkahaları kulağına yığılıyor otel önündeki kadınların. Lağımlar, ambalajlar, izmaritler, sevişmeler, yaşamlar, safralar, tükürükler ve kanlar arasından geçiyorsun. Şehrin meydanına çıkıyorsun. Bir zamanlar idamlıkların, ihtilalcilerin, yaygaracı insanların; şimdi ise aşkların, tedirgin çehrelerin, parasızlıkların, aldanışların meydanı olan bu meydana. Tarihin meydanına çıkıyorsun. Meydanlarda yoğrulan fikirleri, işlenen günahları, edilen kavgaları, yapılan icatları, masum ölümleri ve mutlak hayal kırıklıklarını, yani büsbütün bir trajediyi yaşayan ve yaşatan insanları düşünüyorsun.
Bir ressam olsan, en koyu tonlarda bir meydan tasvir ederdin.
Müphem siluetler çizerdin. Ortaya konduracağın o devasa mermer havuzun
etrafında birer yaprak gibi sermest ve hür dururlardı bu siluetler. Tasvir
ettiğin bu meydana derinlik etkisini; o havuzun ve siluetlerin arkasına
çizdiğin, geniş sütunların taşıdığı revaklı ve üzerinde kara kuzgunların
konduğu sivri bir kemer vasıtasıyla yükselen bir tapınak ile verirdin.
Tapınağın önünde seyrek ağaçların gölgelerinin indiği taştan zeminde, yılgın ve
bedbaht gövdeler otururdu. Her birinin başı önünde ve her biri oturduğu yerde
bir vecd halindeymişçesine dururlardı onlar.
Kül rengi, ölgün bir ışıkla aydınlanırdı bu meydan. Görenin ruhunda şu teşhis yankı yankı büyürdü:
"İşte muhtaç
olduğumuz sadeliğe bürünmüş, trajedinin, nedametin, sefaletin, umudun,
karanlığın, zamanın, tarihin, insanın, fikrin ve Tanrının meydanı! İşte mutlak
yazgımız!"
Sen bu meydanı içinde taşıyorsun. Onu her an
ziyaret ediyor, bin renk ve bin şeklin, bir bütün olduğu bu ahenkte çıplak,
yavan ve bir hakikate yakışır şekilde dolaysız olan, tesiri müthiş bir
kutsiyet buluyorsun. Bu kutsiyet, gürültüden, hareketten, süratten arınmış,
ancak mahşer gününün ilk telaşından sonra ruhları saran teslimiyetin hüznüne
benziyor. Büyük bir felaket gününün ardından gelen uykular gibi... Taze bir ölünün başında geçen gecenin ardından gelen sabahlar gibi ya da. Mana
verememek ile mananın en keskin çizgilerinin yanıp söndüğü bir medcezir, bir
göz yanılsaması, bir telaş ve ardından sükûnet.
*
Belki de bir daha göremeyeceğin o adımları
izliyorsun. Az sonra çarşaf gibi kağıtlara yazmanın hürriyetine kapılacaksın.
Geç kalınmış şeyler seni devasa bir kapının -aslında asırlar boyu bekleyeceğin
bir hiçliğin- önüne getiriyor. Bir daha göremeyeceğin adımları son kez
izlediğin andan itibaren sen de içini adımlamaya başlıyorsun. Balkonunun
manzarasını teşkil eden ağaçlara bakarak kahveni içiyorsun. Göz ucuyla seni
süzüyorlar. Geç kalınmış bir gün...
Akşam olunca günün geç kalınmış olduğunu
anlayabiliyorsun. Bu bile ebedi ıstırap için yeterlidir. İçini adımlarken
zamanın aslında senin kendinden bağımsız bir şekilde, gözlerinle gördüğün,
konuştuğun, öylece beklediğin bir şey olduğunu anlıyorsun. Zaman, sen kendi içini
adımlarken hükmünü yitirmemiş midir?
İçini adımlarken nereye yetişmeye çalışıyorsun
sen?
Tökezleyip, gözlerinin gördüğü şu ucube ağaçların
dallarına takılarak içinden düşüyorsun...
Düşüş varsa zaman da vardır. İçindeki adımlar da
zamana riayet ediyor.
İçin şimdi dünyadan, gördüğün, konuştuğun dünyadan
bağımsız değildir. Adem kendi içinden günahkardır, ama günahın müsebbibi elmayı
konuştuğu, konuşacağı dudakları arasından, yani dışından dişlemiştir.
Adem içinden günahkardır. Ama içini de yanına
alarak düşmüştür.
Düşüş varsa zaman vardır.
Adem düşünce zaman başlamıştır.
Senin belki de bir daha göremeyeceğin adımlar,
Adem’in, Havva’nın, insanlığın, kanın, savaşın, acının, yalanın, çiçeklerin ve
hoş kokuların; ışıklı salonlarda, plazalarda, konaklarda, mabetlerde attığı
adımlardır.
Dipnotlar
*Gaston Bachelard, "Mekânın Poetikası", İthaki Yayınları, syf: 14.
Ruhumuzun en girift ve mahrem yerlerini keşfetmek arzusuyla oturduğumuz yerde, içimize
yaptığımız uysal bir yürüyüş mü, yoksa şehirlerin hengamesi ortasında ya da
tabiatın engin yalnızlığında yaptığımız bir yürüyüş mü daha makbul? Yoksa her
ikisini de birbirine bağlayan bir sezgi
kabiliyeti mevcut mu?
Hatırlıyorum, uzun yıllar önce bir akşamüstü Jean-Jacques Rousseau'nun
"Yalnız Gezerin Hayalleri" kitabının son sayfasını çevirdiğim gibi
soluğu uzak diyarlarda alma hevesine kapılmış, bir şeyleri hayatın olağan
akışında yarım bırakmanın ateşli ayartısına teslim olmuştum. Oturduğum yerden
kalkacak, güneş sarı bir demet halinde son yangınını üzerime boşanırken yola
koyulacak, yürüyecek, yürürken düşünecek, düşünürken anlayacaktım...
Hareket yaşamın kendisi. Yaşamı, donup kalması an
meselesi olan bir teslimiyetin, ağır ağır ilerleyen, neredeyse olduğu yerde
mıhlanıp kalacak yorgunluğunun içinde ani bir kararla gerçekleşen kararlı, çevik ve hür hareketler ile tanırız. İlerleyen, kıvranan, yavaşlayan, sonra yeniden sürat kazanan ve bir
devinim ile daima tekrarlanan hareketler bize yaşamı sunar.
Bir heykeltraşın, mermerin mukavemetinde hareketin en hususi
kıvrımlarını araması, tabiatın harekete meyli, zamanın akrep ve yelkovan marifetiyle ilerlemesi, teslimiyetin uyuşuk tavrına
karşı bir direniş ve varoluşa dair bir mücadeledir adeta.
*
Şimdi bir solukta trene yetişiyoruz. Yağmur başladı başlayacak. Bulutlar
başımıza mı değiyor?
Trene biniyoruz. Bir durak sonra iniyorum. Şehrin meydanına çıkan
merdivenleri tırmanıyor, seni ve tıpkı bu tren yolculuğu gibi yaptığın ve
yapacağın tüm yolculukları düşünüyorum.
Şehrin meydanındaki işportacılar kadar yağmuru tanıyan yoktur. Hepsi
tezgahlarının başında...
Onların derin ve hassas sezgilerine güveniyorum. Yağmayacak.
Yağacak olsa aceleyle tezgahlarını toplar evlerinin ya da köhne birahanelerinin yolunu tutarlardı biliyorum.
O gece bulutlar başımıza değmemişti. Bir kavgadan çıkıp gelmiştik. Yağmur
yağmayacaktı. Senin bir daha yapacağın hiç bir yolculuk o gece ki tren
yolculuğuna benzemeyecekti.
Ben karanlığın yolunu tutacaktım. Karanlık benim yolumu tutacaktı.
*
Kirlenmeyi seviyorum. Ruhen ve bedenen insana yaşadığını anımsatan iki madde
var: Kan ve kir. Kirden ne anladığımıza bağlı elbet. Kir, maddeler arasındaki
en göreceli madde.
Kirlenmekten, tozdan, çamurdan, düşmekten korkmuyor, uzun yollara çıkmaya yerinmiyorum. Edilmesi mümtaz bir vazife olarak başımın üstünde dönüp duran ve beni tetikleyen harekete minnettarım. Ruhumu bilerek yıpratıyorum. Yıpranan şeyin yaşanmışlık kokan haline itimadım tam.
*
Sürüklenmenin de bir diyalektiği var. Fail bulunduğumuz birçok eylemi bir nedenselliğe sığdırmanın telaşı içindeyiz. Büsbütün nedensiz bir şeyin olmadığına bizi hangi neden inandırmıyor?
*
Tepelerin ardından doğmak üzere olan güneşin kızıl yangını ile aydınlanan
metruk köy evleri. Kuyruklarını kıstırmış kara köpeklerin gölgeleri. Köşe
başlarında akmayı unutmuş çeşmeler. İnsan böyle bir sabahta, böyle bir yerde ne
harika ölür. Ölüm diyorum da, hemen meydandaki caminin bir zamanlar süt beyazı
olan ama şimdi kum rengi musalla taşına varıyorum. Bu musalla taşından kaç
tabut omuzlanıp kaldırılmıştır? Kaç kişi bu musalla taşının yanında göz yaşı
dökmüş, kaç kişi başı önünde bir vedanın yalın gerçekliği ile kahrolmuştur?
"Bir sabah vakti ölmek isterdim. Bir sabah güneş kızıl yangınıyla içimi
dağlayacaktır. Kanım metruk bir köy meydanında akacaktır. Asırlar önce ölenler
gibi, galibiyet ve mağlubiyetlerde, şatafat ve sefaletlerde ölenler gibi
öleceğimdir."
Ben bu düşüncelerle az ileride yabani otlara fırlatılmış ağzı paramparça olmuş, o her musalla taşı yanında ve mezarlıkta rastlanan plastik, mavi sürahiye bakarken, köşe başından bir meczup koşa koşa yanımıza geliyor. Sararmış benzi kapkara elleriyle karşımda dikiliyor. Çarpık dudaklarını kaplayan sakallarının içinden konuşuyor: "Yaşayacak mısınız?"
*
Denizin de bir nabzı var. Bu bulutların, rüzgarın, karşı kıyıların da bir
nabzı var. Tabiatın nabzı değil bu lâkin... Manzaranın nabzı sadece. Tabiatın
nabzını duymak zor. Onu biz, kendi nabzımız sustuğunda duyacağız.
*
Gürültü zamanı ve mekanı yoğunlaştırır. Hatta öyle yoğunlaştırır ki, biz bu
ağır ve yadsınan kıvamın dışına taşmak zorunda kalırız. İnsanı tarihin dışında
kalmaktan, gürültüye katlanamaz oluşu korumuştur.
Gürültüye karşı savaşımız sürer.
Gürültüye dahil olduğumuz anlar kendi benliğimizi unuttuğumuz ve kitle psikolojisinin kurban gittiğimiz anlardır.
*
Feragat
etmenin hüznü ve bir imtiyaza sahip olmanın hasretiyle pişman olanlar.
Mesuliyetlerin ve mecburiyetlerin arasında bir hayal gibi salınan emekçiler. Geçmiş zamanın bayat iklimine taze bakışlarla yenik düşen arzu nesneleri. (Nostalji ve Moda)
Harekete geçiren değil bizzat harekete geçen ve kendisini çağlar boyu mütemadiyen doğuran acı. Devasa kapıların altından geçiyor, bir kitabı yarım bırakıyor ve tirajı yüksek gazetelerin, o, "her insanın rafine zevkleri olduğuna" okuyucularını inandırmaya yemin etmiş haftasonu eklerine göz atıyorum. O zaman beni bir umursamazlıktır alıp gidiyor. Fotoğrafını çekmeye niyet ettiğim sabah yağmurlarıyla ıslanmış mezar taşlarına, emekçilere, insanlara ve arzu nesnelerine sırtımı dönüp ezelî acıyı özlüyorum.
Bu
ezelî acıyı imkansız bir çift gözde arıyorum kimi zaman. Kimi zaman hayale
sığmayan, imkansız bir hürriyet duygusunda.
*
Kalabalık, çözülen ve yeniden birleşen kımıl kımıl bir tecelli. Ayrılan, kavuşan, akan, parlayan, patlayan, yanan, duran, donan, madde üzerinde tahakkümünü kuran ve ona bir şekil bahşeden her şey kalabalık için de mümkün. Kalabalık soyuta benzeyen en somut şey olabilir ayrıca. Bazen şeffaf bir cam gibi yayılır şehirlere; bazen aklın içinde kabuslar gibi, tüm korkulu şeyler gibi gümbürdeyerek çoğalır o. Zaman, bir toprak gibi gerilir ve çatlar kalabalıkların ortasında. Kurumuş bir yaprak gibi çıtır çıtır ufalanır avuçlarımızda metanet. Kalabalıklar doğurur ve öldürür.
*
Bir çiçek nasıl açılır, nasıl salınır, nasıl büyür? Bazen güneşin çekingen aydınlığı altında; yüzü öyle açılacak, öyle salınacak, öyle büyüyecek sanırdım. Onun bir çiçek olmadığına, toprağa karşı anaç oluşu inandırırdı beni. Toprağa, zamana, kedilere, yalnızlığa, kainata anaçtı o.
Reddederdi bunu. Oysa içinde yüzen ve onu ürpertici dokunuşlarla uyandıran dengeye mağlup olurdu çoğu zaman. Merhamete mağlup olurdu mesela. Benim erkek yüzüme, içindeki gizli inanca, yolculuklara mağlup olurdu. Reddederdi bunu. İnsanlık tarihi kadar eski hüzünlerle muhataptı. İnsanlık tarihi kadar eski çiçekleri andırırdı.
*
Tüm "hatırlamak kudretimi" rüyalarım için kullanmayı deniyordum. Zaten elimde de bir tek rüyalarım kalmıştı.
*
Yaşamı mevsimsiz bir libas gibi üzerimde taşırken, mesela bir kara kış ortasında sadece incecik bir gömlek, ya da eyyâm-ı bâhurda şöyle kalın bir kaban giymişken, tam tekmil bir uyum beklemek abes. Benim için de güneşin alnımda eski bir ölümü uyandırması, ya da kara göklerin yaşama sevinci vermesi bu savruluşun en tutarlı ispatı.
*
Yüzümü eski duvarlara dönüyorum. İki cılız ses ardımdan sesleniyor. Derleyip, toplayıp bir yaşam sunuyorum bu iki sese. Biri gelecek güzel günleri bekliyor. Diğeri ise güzel günlerin bir türlü gelmemesinden ve geçip giden ömürden mustarip. İki sesten biri, bir gün olmayacak. Gün gelecek, ben onu son kez duymuş olduğumu, artık bir akşam vakti onu duymayınca anlayacağım. Şehirlerin gürültüsüne, gökyüzüne, bir gece vakti pencerelere vuran yağmur damlalarına karışacak o ses.
*
Hani ateşimin kırk dereceyi bulduğu çocuk gecelerimde, hastalığın şiddetiyle hiç doğmamayı istercesine nasıl sığındıysam annemin yumuşak karnına, öyle sığınacağım ölüme.
*
Tepecikleri kavî çıkıntılar halinde gökyüzünün göğsüne dokunan dağ ile başı istemsizce yatağın kenarına sarkmış bir ölünün yüzü, nasıl esrarlı bir menbadan birlikte çoğalıyorlar, nasıl bu kadar tereddütsüz benziyorlar birbirlerine. Dağın çıkıntıları gökyüzüne, ölünün yüzü ise havada asılı kalmış son nefesinden tüten buğuya değiyor.
*
Çarşı ortasında züppe görünümlü bir genç, bir omuz darbesiyle ihtiyar simitçinin tablasını deviriyor. Genç bir gövdenin mağrur duruşuna karşı ihtiyar bir gövdenin mahcubiyeti... Kesik kesik parlayıp sönen yazıklanmalar... Bu manzaranın içine süzülerek usul usul zehrini akıtıyor zaman.
Tezatlar zamanın zehridir.
*
Muhakkak anımsarsınız... Çocukluğumuz, yaşadığımız acı tatlı anıların yanında bulutlara hayret etmektir biraz da. Bir bahar akşamında güneşin güne veda edişini ilan eden o kızıl yangın, ne olduklarını bugün dahi tayin edemediğimiz ve tahayyül kudretini tahrik eden akisler uyandırır bulutlarda. Bulutlar gözlerimizde bir tasvire bürünür. Artık onlar sadece bulut değil, bilinmez bir elin semaya çizmeye yeltendiği ulvi şekillerdir. Her an salınarak; ilerleyen, büyüyen, dağılan, yaşayan, ölen, yani büsbütün meçhul rüzgarların kaderine riayet eden şekiller....
Yetişkinliğimizde çocukluğumuzdaki kadar bulutlara hayret etmiyorsak eğer, bu, gözlerimizin tahayyül kudretini tahrik etmeyecek kadar hakiki ve ne olduğunu artık bir bakışta tayin edebildiği sıradan ve bilinen şekillere maruz kalmasındandır. Artık hayreti, bir bakışta, bir şekilde, bir teşbih lezzetinde ruha hücum eden ve insanı düşünmeye sevk eden ibretin hürriyeti değil, olmuş olanı seyretmenin mahkumiyetidir. Yetişkinliğin, geçen zamana pay edilen yaşanmışlığı ve aşinalığı, insandaki el değmemiş o berrak cevheri böyle kıymetsiz kılar.
*
Uykudan uyanıyorum. Uyanmadan az evvel gördüğüm ve büsbütün hatırlayamadığım rüyamdan mahzun bir cümlenin günüme sarktığını, ilk kahvemi içerken bilmem kaçıncı kez tekrarlayışımdan anlıyorum:
"Ben seni kalabalıktan uzak, saten bir örtüyle kaplı, o geniş ve yuvarlak masadaki küskün çehrenle hatırlıyorum."
*
Doğrulduğu zaman esaslı doğrulan öfke.
Süsen
çiçeklerini damarlarında taşımaya her an hazır; dikkatli, çevik ve kararlı
gövde.
En ufak ihtimalden dahi tedirgin olan ruh.
Tenin duraklarda otobüslerden, hastane koridorlarında beyaz kaloriferlerden beklediği sıcaklık
Uykuyu bölen zaruret.
İçine yuvarlandığımız yaşamak.
Talih, tebessüm, maraz.
Mukadderat.
İp kopunca, ince bir bilekten kaldırıma bir hışımla boşalan inci taneleri.
Alnında
açılan geniş yaraya rağmen, kanayan tüm alınlar için bir savaş kararı alan baş.
Yaşamak, günden güne ölmek.
*
Şimdi ben bu yaz mevsiminde, içimde binlerce kuşku ve tek tük beyazlamaya başlamış saçlarımla, geçen kış babamın gövdesini kemiren ve onu yeşeren bir bitki olarak yeniden hayata döndüren toprağın gizli telaşını düşünüyorum.
Dalından düşmüş sarı bir yaprak gördüm mü, felaket huzursuzum. Bir de son rüzgarı eserse başımda bu sıcak mevsimin, iyiden iyiye bedbin olacağım.
*
Bir baygınlık gibi anemoia.
Kusursuz vertigo.
Ani tedirginlik.
Bir şehri bir uçtan bir uca, güneş tam tepedeyken yürümek.
Eski, çok eski bir fotoğraftan gördüğüm o köprü.
Köprüden akan suya bakışım.
Alnımdan süzülüp, gözlerimi yakan ter.
Patlayan dudaklar, sızılar, gerilen kaslar,
sarsılan etler. Yoğun bir sessizliğin çevrelediği, içinde yaşamı muhafaza eden incecik bir zar, sustalı bir çığlıkla
yırtılıyor.
Gün doğuyor.
*
Muhtemelen azgın denizin üzerinde bir türlü
konamayan kara bataklardan gözlerini alamazlardı tırnakları uzun ve ayakları
kirli keşişler.
Muhtemelen Sappho son şiirini ölerek yazmıştı.
Ateşgedelerde o hiç sönmeyen ateşler, bu çağın,
insan göğsünde çarpıntı uyandıran vehimlerinin mutlak habercisiydi.
*
Bitkin ve perişan bir halde aynadaki yansımana
bakıyorsun. Wittgenstein'in bir eseri geçiyor aklının ucundan. Alıyor, okumak
için oturuyorsun ama kapağıyla yüzleşince çekiniyorsun ondan.
Kendi kendine soruyorsun, "Benim için
kelimeler ne ifade ediyor şimdi?" Onlar da seninle birlikte sürüklenen ve
çokça kullanılmış bir eşya gibi artık. Boyaları soyulmuş, yer yer paslanmış ve
küf tutmuş bir eşya düşün... Her gün defalarca kullandığın bir kelimenin o
eşyadan bir farkı yok işte. Bir alet gibi vazifesini görüyor ve sen onu ellerinle
diğer aletlerin yanına koyuyorsun. (Wittgenstein "Felsefi Soruşturmalar" kitabında buna benzer bir takım teşbihlerde bulunuyor.) Artık kelimeler,
aksamların işleyişine yapılan sıradan müdahalelerde işine yarayan basit
aletlerdir. Bu yüzden kapıları açmaya yarayan anahtarlardan farkı yok kurduğun
cümlelerin. Çünkü senin yeni kelimelerin yok. Lügatlerın içinden tutup
çıkaracağın kelimeler işine yaramaz. Sen kendinle bütünleşmeye muktedir yeni
bir tını arıyorsun.
*
Bir yerde durup beklemenin tadını aldıktan sonra o
yerde gelmesini beklediğinizin hükmü yitmeye başlar. Artık siz beklediğiniz
yerin bir parçası olmaya doğru meyledersiniz. Mekan sizi kendisine katarak, bir
araçtan ziyade bir amaç olmaya heveslenir ve bunda da muvaffak olur. Biraz da
istihza ile söylenegelen "Beklerken burada ağaç oldum" cümlesi de,
aslında insanın kendi ruhunun incecik köklerini, beklenilen mekanın görünmez, saydam
toprağına teslim ettiğinin üstü kapalı bir itirafıdır. Bu yüzden gelmesi
beklenen geldikten sonra, beklenilen mekan ile tüm bağların kopması insanın
içinde gizli bir mahzunluk uyandırır.
*
O, tam da mühim bir cümleyi vurgularken mesela,
sol tarafta kapalı olan giyotin pencereye başımı çevirip dışarı bakarak sözünü
bir baş hareketiyle kestim. Kendimce onu aşağılıyordum. Kibir değildi bu.
Ciddiyetsizlik değildi. İçimde uyanan bir devinimdi. Eski görünümü
kazandırılmış şeylere karşı nefretim, böyle kepazeliklerin eskiden beri
süregeldiğini bildiğim için zamansız bir yadırgamaya dönmüştü.
Eve geldim, sinirliydim. Eski kitaplarımın
arasında Pierre Loti'nin “Aziyade” romanını bulunca koltuğa çöküp okudum,
okudum... Başımı kitaptan kaldırdığımda saatler geçmişti, sinirimden eser
yoktu. Eski görünümü kazandırılmış bir şeyden ziyade gerçekten eski bir şeyi
hissetmiştim belki de.
*
Akşam sarhoşu muydu o çocuklar? Hisar mahallesinin
iki yanından gecekonduların ve harabelerin aktığı daracık sokaklarında yürürken
gövdelerimizi bisikletleriyle sıyırarak süratle geçiyorlardı yanımızdan. Bana gençliğin, bir çırpıda geçip giden zamanına nispeten, mekanın gençlik yılarında
ne denli geniş, uzun ve kat edilmeye muhtaç olduğunu anlatıyordu o. Bir sokak
lambasının solgun ışığında alevlenen harabelerin uzun gölgeleri
uhrevi bir tecelli ile donup kalmış ve her biri hayal alemine mahsus birer
abide gibi uzanmaktaydılar önümüzde.
Dekoru değil, gerçeği görmek istiyordum.
*
Kadehler dolgun parmakların arasında oldukça
zarif. Kravatını gevşetmiş, yüzü sinekkaydı traşlı şu adam, teni ışıl ışıl
parlayan kadın ve onların benzeri diğer insanlar arasında kirli sakalım ve
yakaları açık gömleğim ile oldukça huzursuzum. Ne işim var burada?
Biraz sonra hafif tempolu bir müzikle el ele dans etmeye giden çiftler. Salondaki herkesin parfüm kokusunun oluşturduğu o şekerli ve ağdalı kokuyu çekildiğim bu tenha köşede duyuyorum.
Sen benim şarkılarımsın. İyi şarkı. Ajda Pekkan
söylüyor. Loş bir ışık altında, masanın üzerine iki ölü gibi koyduğum ellerime
bakıyorum. İç çekiyorum, bir sigara yakıyorum. Bir dakikada oluyor tüm bunlar.
"Sessizce sokulup, ağlar gibi
yanımdasın."
Loş ışığın etkisiyle baygın gözler, parfüm
kokuları çoğalıyor. Çiftler ortada romantik bir ritüeli yeniden
canlandırırcasına huşu ile salınırlarken, böyle yerlerde en hayta tavırlarını
gizlemeye çalışıyormuş gibi gözüken ama nedense tam olarak gizlememekten de haz
duyan ve hatta en hayta tavırlarını; dirseklerine kadar sıvadıkları gömlekleri,
yüzlerine kondurdukları sersem gülücükleri, kararlı baş hareketleri ve
dudaklarının arasından istemsizce kaçmış süsü verdikleri küfürlerle ortaya
koymaktan çekinmeyen adamlar, cam kenarlarında baş başa vermiş ciddi, çok ciddi
meseleleri konuşuyorlar. Yükselen benzin fiyatları, şirketler tarafından ödenmeyen
primler, park yeri kapma mücadelelerinde ya da komşular ile yaşanan
anlaşmazlıklarda çıkan basit kavgaların mahkeme tutanakları.
Yüzümdeki zehirli tebessümün farkına, sol yanımda
beliren karartının nezaketle perdelenmiş müstehzi sualiyle varıyorum:
"Pek eğleniyor gibi değilsiniz?"
Alnındaki perçemi, abiye kıyafetinin açık
bıraktığı omuzları ve küçücük çenesiyle yanımda dikiliyor. Belli belirsiz bir
dudak hareketiyle ne onaylıyor, ne de reddediyorum. Sadece bu
"eğlenceli" akşamda havada kalan, anlamsız bir mimik... İstediği
cevabı alamayan bir kadının yüzü dünyadaki en ilginç yüzlerden biridir.
Uzaklaşıyor yanımdan.
Vedalaşmam gerekenlere acele bir veda...
Çıkıyorum.
Karşı kıyıda ışıklar sönmüş. Karanlık denizin,
ayakkabımın ucuna değdiği bir yere oturuyorum. Başımın üstünde yükselmiş ay,
hemen önümde kıvranan kapkara deniz. Marmara açıklarından esen sıcak bir rüzgar
gövdemi deliyor. Karanlık, su, hava ve yıldızlar, bir bütün olarak gövdemdeki
delikten içeri süzülüyor. İçimde dolan bu yeni aleme, omuzlarıma çöken gece
eşlik ediyor.
Mekanı ve zamanı, içimde ve omuzlarımda
taşıyabilmenin hüzünlü ve ağır külfeti.
İsa'nın Golgotha tepesine çıkarken kendi çarmıhını
kendi içinde ve omzunda taşıması gibi.
"Sen Benim Şarkılarımsın" dilime
dolanıyor. Çöp kutularından başlarını uzatan kaygılı kedilerin gözleri arasında,
ellerim cebimde bu şarkıyı mırıldanarak yürüyorum.
Çarmıhım içimde ve omzumda.
*
Dün akşam uykuya dalarken daha önce hiç yaşamadığım, ama uyandığımda ne olduğunu hatırlayamadığım bir hissin hayretini ve heyecanını yaşadım. Aklımda kalan tek imge; karanlık bir odada, metal renginde, yarı açık bir kapı.
*
Yaz mevsiminde, güney akşamlarının açık bir yara
gibi sızlayan sıcakları. Güneydeki o köyde, bir akşam vakti yaşıtlarım olan
çocuklarla derenin kıyısında fal taşı gibi açık gözlerimizi bir noktaya dikmiş
duruyoruz. Derenin öbür yakasında ufacık bir parıltı. Karanlığın içinde esrarlı
bir göz gibi bize bakıyor. Yerden bir taş alıp hışımla atıyorum o parıltıya.
Yanımdan bir infilaktan korkar gibi iki büklüm kaçışıyor çocuklar. Kaşlarımı
çatıyorum. Parıltı yerinden kıpırdamıyor. Az sonra çocukların arasından en zeki
olanı yanıma temkinle yaklaşıyor. Gözlerinde beliren korkulu sislerle,
"Lan in midir cin midir bilmiyoruz ki!" diyor. Misafirim burada.
Üstelemiyorum. Ellerimi cebime sokup ağır adımlarla uzaklaşıyorum yanlarından.
Ardımdan, üstü başı yağlı pirinç taneleriyle kaplı, yüzü kirli ve bugün biraz
da engelli olduğuna hükmettiğim çocuğun acı çığlıkları... Acımasızca dövüyorlar
onu. Köy meydanından geçip, misafir olduğumuz beyaz badanalı, o ufak köy evine
dönüyorum. Geceleri yatağımın altında kertenkeleler cirit atıyor.
Aylardan Ağustostu.
Dönerken bizi almaya gelen arabanın kirli
camlarından yüzüme vuran sabah güneşi. Güneş ışığının kavuran sıcaklığıyla
hafifçe aralayabildiğim gözlerimin arasından sarı bozkır akıyor. Sonra otobüs
terminali... Bizi şehrimize götürecek otobüsün -tahminimce o zamanlar
üniversite öğrencisi olduğunu düşündüğüm- esmer hostesi. Yüzü solgundu,
nazenindi ve güzel bir kızdı.
Aylardan Ağustostu.
*
........... hastanesinin girişine, iki metrelik
daracık bir patikaya dizdikleri banklardan birinde oturuyorum. Güneş henüz
tepede. Önümde, diğerlerine nispeten daha zayıf olan bir çınar ağacı... Onun
yapraklarının sıcak bir nefes gibi esen rüzgarla kımıldayan gölgeleri, bu
daracık patikanın özensizce döşenmiş taşlarında kara bir deniz gibi
dalgalanıyor. Şekilsiz, sadece kımıldanan, sıcaktan bulanmış manzara. Berrak
hiç bir şey yok oturduğum yerde. Benimle aynı hizada bulunan banklara oturup
bekleyen insanlar da bulanık. Sıcak bir buğunun, bir nemin ardından
görünüyorlar.
Artık berrak olan her şeye ulaşmak için -asgari de
olsa- bir bedel ödenmeli. Çünkü kamusal alan, yaz günleri içindeki nezaketi
eksilten saatlerden kendisine düşen tahammülsüzlüğünü, bir sonraki gün için bu
bulanık atmosferin içinde saklar. Berrak bir neticeye ulaşmanın bedelidir bu. Bekleyerek
ve bulanarak -asgari de olsa- bir bedel ödenmektedir. Kamusal alanda
bekleyişlerimiz, bulanık olan her şeyin içindeki tahammülsüzlüğü seyreltmek
için üzerimize düşen bir vazifedir.
Yoksa boşu boşuna; bir saat olan öğle molalarını iki saate taşır mı hiç yurdumun vazifelisi? Bulanıklık azalsın, yaz günleri daha berrak olsun diye feragat etmektedir mesai saatlerinden.
*
Onlar beni tanıdılar mı bilmem? Ama ben onları
tanımamak için epey çaba sarf ettim. Çünkü tanımak ve tanışmak geleceğe düşülen
bir kayıttır.
Bu çağda, bu ciddi mesuliyeti idrak etmeden
tanıyor ve tanışıyor insanlar.
Tükenmesi mutlak olan şeylerin çabucak tükenme
ihtimaline aldırmadan hem de.
*
Ellerini yüzüne kapatarak sarsıla sarsıla ağlamaya
başladı. Tabakamdan bir sigara ikram ettim ona. Büyük bir sersemlikten
uyanırcasına doğruldu ve aldı. Titreyen elleriyle yaktı. Sakalları terden mi,
gözyaşlarından mı ıslaktı bilmiyorum. Kızaran gözlerini gözlerime dikip "Hiç
iyi değilim" dedi.
"Anlat bana" diyerek cevap
verdim.
Dilinden küfür kıyamet bir hikaye döküldü.
Sinirlendi, tebessüm etti, ağlamaklı oldu. On beş dakika içinde duygu
değişimlerinin tufanında savrulduğu sancılı bir yolculuktu bu. Bana
anlattığının farkında mıydı bilmiyorum... Bakışları, masaların üzerinde, kendi
ellerinde, yüzümde kelimelerini arıyor, bazen gözlerimde duraklıyor
ve sonra bir iç çekişle yeniden etrafımızda uçuşan kelimelerin peşine
takılıyordu.
Sonra kendi içimde gizlediğim ayrılıkları,
umutları, utançları düşündüm ona bakarken. Ben hiç bir zaman böyle ifade
edemedim kendimi. Her acımın kapağı marifetli bir mücellit elinden çıkmış
kalın bir kitaba benzeyen sayfaları arasına, solgun bir gül gibi duran ve
yıpranmış sayfalar arasında ansızın rastlanılınca insan yüreğinde bir tebessüm
uyandırmaya kâfi o emsalsiz inceliklere benzeyen ufacık istihzalar
kondurdum başkalarına anlatırken. Kendi duygumun yalın ifadesinin bir tek bende
sırlı kalmasına, tüm dikkatin o acı sayfalarda değil de, bu solgun gülün
hatırasında toplanmasına dair aldığım istemsiz bir tedbirdi bu. Tüm makus
olayların insanı bir çırpıda çaresiz kılan o çarpıcı şiddeti ise sadece benim
olmalıydı.
Ben bunları düşünürken o, bir anda yerinden kalktı. Başını önüne eğdi. Çökmüş omuzlarıyla bir ölü gibiydi. Ellerini cebine soktu ve yürümeye başladı. O gözden kaybolduktan sonra dalgın yürüyüşünün ve karanlık gövdesinin asılı kaldığı köşe başını izledim bir müddet.
*
Yüzünde o kadar keskin bir kasvet var ki, bendeki
kasveti dağıtabilecek olduğu için güzel. Her şekli ve ifadeyi aşabilecek bir
belirsizlik.
Ya da bu, güzel olan her şeyi kasvetli görme
eğilimimin bir aldatmacası.
*
Ağaçların sık dalları arasından görünen, günün son
maviliği. Beni çeken bu maviliğin yarattığı boşluk hissine kapılıp gidiyorum.
Biri gelip iki omzundan tutup sarssa, bu mavi boşluğa düşeceğime eminim.
*
Elinde bir şey kalmadı.
Artık lobotomilerin cerrahi bir müdahale olarak
yapılmadığını biliyorsun. Artık lobotomi yüzümüzü akıttığımız monitörlerin
parlak ışıkları.
Sinyaller, ışınlar, gölgeler, bürokrasi, ajanslar: Ekranlar!
Eski kavgalarda ceketi kola alıp, bıçağı tutan ele savurmak eski
bir savunma yöntemi. Oysa artık insanlar sanal kavgalarda gövdelerini
savuruyorlar. Çünkü yeni bir gövdeyi jelatininden ve dijital aymazlığından
çıkarıp giyebilirler üstlerine.
*
Kendime sormaktan korkuyorum; bir zamanlar tebessümle geçtiğimiz
sokaklardan yeniden mağrur ve hür geçebilecek miyiz? Bir daha görebilecek miyiz
duvarları sarmaşık kalabalığı o ahşap evleri? Eve geldiğim gibi kaleme
sarılıyorum.
Saat üç çeyrek:
"Çünkü ben seni o caddede öylece bırakırken,
sanki olduğun yerde yığılacak, ıslak kaldırımlarda eriyip gideceksin sandım. O
gece gözüme uyku girmedi. Bir kitabın arasından çıkan ve buruşmuş bir kağıda
aceleyle çiziktirilmiş acını gördüm. O kitabı, o gün olduğu yere koydum ve
kapağını bir daha hiç açmadım. Sevgi ile nefretin, şefkat ile gazabın, günah
ile sevabın ve varlık ile yokluğun arasındaki şiddetli bir harpten ibaret olan
şu hayatımda, umut ve yaşamak yüklüydü senin acın. Bu ateşkesi
bozamazdım. Kendimi, başımı, ellerimi şu çetin harbimden ve yok oluşumdan
kurtarıp; sana, senin acını korumak için o efsunlu yalnızlığına uzatmıştım
sevgili dost. Öylece kalmalıydı."
*
"Null", boşluğun boşluğu. Bugün metropollere
yeteri kadar null yetişmediği için, masmavi denizin içine salınan kanalizasyon
borularını ilk gördüğümüz an şaşırıyor, ekonomi ve tüketim arasında gidip gelen
hayatlarımıza ehemmiyet atfediyoruz. Artık içine kapanan, içine doğru delice
büyüyen, hatta esrik bir vecd halini alan histerik ve yanlış yargıların
insanlarıyız. Durum tahlilleri son kerteye yetişmiyor. Oysa başlangıç
"null" halinden hüküm kazandı. Son ise "too full" ile
olacak.
*
Teleferikler, Uludağ'ın yamaçlarından konduruldukları yerde duramayan haylaz
noktalar gibi kıpır kıpır inip çıkıyorlar. Ahmet Vefik Paşa tiyatrosunun
önündeki banklardan birinde oturuyorum. Güneş ardımdan, yani Ulucami tarafından
vurduğuna göre bu mevsimde saat akşam altıyı gösteriyor demektir. Ve yine
demektir ki, benim gibiler için Bursa'nın kendileri için hatırası olan
sokaklara güneş hep bu saatlerde hüzün dağıtmaktadır.
Aslında bakarsak, yaz mevsimlerinin o iflah olmaz hüzünleri insanlara hiçbir
vakit tesir etmez. Sıcağın ve bir parça rahatlık hissinin verdiği haz ile
keşfetmeye hasret gözlerini şehirlerin üzerlerinde iştahla dolaştırır onlar. Mevsim,
vakit ve şehir, onlara hüznünü kapatmıştır. Çünkü onlar keşfetmeye değer
şeylerin gelip geçici manzaraları ile oyalanmaktadırlar.
Tahminimce şu an oturduğum banklara, benim bu bakışlarımı taşıyan kimse
oturmamıştır. Hayır, kendime bir övünç payı çıkarmıyorum bundan. Bilakis, hiç
kimse ne heybetli bir göğüs gibi gerinmiş şu Uludağ'ın nefti yeşilinde
kıpırdanan teleferikleri doldurmuş insanları düşünecek kadar bedbahttır, ne de
gelip geçen otomobillerin ve insanların arasında bu denli yalnız hissedecek kadar
öteki.
Mevsimlere, şehirlere, vakitlere başka bir gözle bakmalı.
*
Açık yeşil üstüne dolgun puntolarla: "Bilmem ne" öykü yarışması
afişi.
Şuurlar artık öyle yıpranmıştır ki, entelijansiyanın yegane işi şuurlarda
hayali katmanlar oluşturup, onlara nitelik atfetmek ve aralarında, kazananı
çoktan belli müsabakalar düzenlemek olmuştur.
Bu müsabakaların seçici kurullarında ise, avangartlığı üzerlerinde emanet
gibi taşıyan gövdeler yer alır. Bu gövdeler, gösterilerini sergilemek için
birbirlerini ve -hakikaten- nitelikli şuurları bir çekişme halinde
parçalamaktan geri durmazlar.
En çok parçalayan, en avangart!
*
Ömrümüz birbirine düğümlenen sivri dillerin, küflü dudakların, lekeli
alınların, kaypak gölgelerin arasında geçiyor. Sahte şatafat medeniyeti bu. Boyası
serseri yağmurlarla akan, çerçevesi nefesten ince rüzgarlarla dağılan, ruhu,
ufuktaki hakiki yangına öykünüp de, ancak bir kibrit ucu kadar tutuşmaya
muktedir olan büsbütün adi bir nizam...
Kitap tavsiyeleri, sakız falları, yakası çoktan açılmış piyasa...
Zincir marketler, zincirlenen ürünler.
Tek merhaleli tiraj, reyting ve "like" hileleri.
*
Hırsızlık ile suçladıkları kadını yaka paça tutuyorlar. Çığlık çığlığa
ağlıyor kadın. Apartmanların pencerelerinden uzanan meraklı başlar, hırsızlık
iddiasıyla suçlanan kadının çevresinde dalga dalga büyüyen kalabalık. Katiyen
bırakmıyorlar kadını. Polisi arıyorlar. Dakikalar geçtikçe kadın daha da
telaşlı... Çığlıkları daha da tehditkar ve kalabalık daha da işgüzar. Her
kafadan bir ses çıkıyor ve o ses daha kesilmeden kalabalık derhal itiraz ediyor.
O da ne? Kadın, her kafadan çıkan seslerin hiç birini dinlemeden aceleyle itiraz etmenin bilgeliğini yaşayan
kalabalığın bu boşluğundan faydalanıyor ve yakası deminden beri
çekiştirilmekten açılmış kirli bluzunu toplayarak süratle koşmaya başlıyor. Bir
anlık şaşkınlık ve derin bir sessizlik...
Şaşkınlığı üzerinden atan kalabalık, gayet bilge tavırlarıyla kadının
kaçışını ve birbirini tenkit etmeye başlıyor bu kez:
"Bir tutamadınız kadını!"
"Böyle kaçılır mı canım?"
"Yanlış yoldan kaçıyor!?"
*
Geniş camlara çekilmiş kum sarısı güneşliklerin eleğinden geçerek odanın
içine usul usul dağılan güneş, eşyanın üzerinde uyandırdığı parıltılarla altın
tozuna dönüşüyor. Bu altın tozunun değdiği her yerde göz alıcı, sarı ve sıcak
izler... Değmediği yerlerde ise, eşyayı içen büyük ve serin gölgeler.
Bir sokak ötedeki camiden rast makamında okunan ikindi ezanı, bahçedeki
çocuğun tiz sesine karışıyor.
Gözlerimi gözlerine dikip, "Kendimi daha da doğuda hissediyorum."
diyorum. Yanı başımda kıpırdanan iri gözlerini daha da açarak bizi saran bu hissi
idrak etmeye çalışıyor.
Kum sarısı güneşliklerin elediği altın tozunun belli belirsiz kıpırtılarında
gölgeler, ten ve zaman yıkanıyor şimdi.
"Sanki" diyorum, "Kapıdan dışarıya adımımı atsam, bir
pazaryeri curcunası içinde kalacağım gibi..." Tebessüm ediyor.
*
........... caddesinin altgeçidi, akşam dokuzdan sonra kaykay akrobatlarının meskeni olur. Altgeçidin ortasındaki iki basamaklı merdivenlerde uçuşurlar ve kaykayları, onlar yerden bir, iki metre yüksekliğe ulaşınca ayaklarından kaçıp gider. Uzuvlarını, havada yüzüyorlarmış gibi telaşla sallayarak, mermer zemine büyük bir gürültüyle düşerler. Düşmenin diyalektiğini iyice kavramış ve tüm bedenlerine bir merhem gibi yedirmiş olduklarından mıdır nedir bilinmez, bu düşüşler zarar vermez onlara.
Düşmeyi de bilmeli.
*
Artık kaygıya dair ne varsa geleceğe vadeli. Anın insanlara sunduğu pek bir
şey yok nasıl olsa... Gelecekte çekilmeye karar verilmiş acılar, gelecekte
yaşanmaya karar verilmiş aşklar, gelecekte, her daim uzak bir gelecekte
bekleyen ölüm.
Bugünden çok gelecekte yaşıyoruz denebilir mi? Pekala denilebilir... Hatta
gelecekte yaşamak mevcut düzende daha mı kârlıdır insan için? Elbette...
Acı olan şu ki, gelecek de kendi geleceğine vadeli. İnsanoğlu geçmişte,
defalarca zamanı parçalamaya kalkıştı. Bir çok kez bölmeye ve yeniden,
toplamaya çalıştı onu. Onun üzerine sistemler, yaşamlar, ölümler, ekonomiler
kurdu. Ama bir türlü zamanı parçalayamadı. Zaman, vahşi tabiatını hep muhafaza
etmeye muvaffaktı çünkü. Toplumsal infialler, bireysel intiharlar, buhranlar,
insanın zamanı bölüp parçalamasının ebedi mağlubiyetine yazgılı
tezahürüydü. İdeolojiler, savaşlar, yanlışlar, zamanı parçalayamamanın
doğurduğu sancılardı yalnızca...
İnsanoğlunun zamanı parçalamaya dair yeni hamlesi sanal zamanlar yaratmaktır
şimdi.
Oysa yağmurlu bir günde, perdeleri çekilmiş evlerin metruk odalarında ölecek
olanların, köşe başlarında yığılıp kalanların, başını ellerinin arasına alıp
kara kara düşünenlerin, soluk benizleriyle fabrikaların gümbürdeyen makineleri
arasında, bellerindeki müthiş sızılara rağmen dik duranların, kaldırımlarda
sonbahar yaprakları gibi savrulanların ve düşmüşlerin göğsünde derin bir nefes
gibi büyümektedir zaman.
Zamanı parçalamaya çalışmak insanın kibridir.
Bir zamanlar, biraz da yanılarak şöyle yazmışım:
"Gelecek artık gelmesi beklenen bir mefhumdan ziyade yaşanan an içinde
düğümlenen bir problem. Hatta geleceği an içinden soyutlayıp, yeniden gelmesi
beklenenin arasına katmak imkansız.”
*
Karşıdaki tepe karanlık göğsünde neler saklıyor?
Gecenin içinde çakal sesleri ağaçların gövdelerine çarparak çalkalanıp
duruyor. Ben geleceği, karşıdaki tepenin karanlık göğsüne, çakal seslerinin
telaşına, gördüğüm her rengin, işittiğim her sesin içine ağır ve kıvamlı bir
zehir gibi süzülürken zapt etmeye; anın, berrak ve katıksız akışını tutarak,
yeniden ait olduğu yere iade etmeye çalışıyorum.
*
Wallace Collection'ın "Daydream" parçası, penceremdeki bu taze
sabah güneşiyle eriyip içime akıyor.
Kendimi, pek nadir anlarda, başımızda esen tatlı umutların avuntusu yerine,
hülyaların her türlü bekleyişten uzak, o koşulsuz ve hakiki saflığına teslim
ediyorum.
Yıllar önce eski bir defterime karaladığım ve sonra bir edebiyat dergisinde
rastladığım şu dizem aklıma geliyor.
"Günler bir hülya vehminde tütüyor"
Yıllar önce, Ağustos'un on dokuzundaki bu hülyalı ve yalnız sabahım için mi
yazmıştım bunu?
*
BBC'nin haberine göre Çekya ile Almanya arasında akan bir nehirde artan
sıcaklıklar ve kuraklık sebebiyle sular çekilmeye başlayınca üzerinde
"Beni görünce ağla" yazılı 15. ve 16. yüzyıla tarihlenen bir kaya
ortaya çıkmış.
"Beni görünce ağla..."
İhtar ve pişmanlığın tarihi insanlık kadar eskidir ama aynı ihtar ve
pişmanlığın kamusal reklamı son yüzyılda revaçta... O yüzden bu kaya, 15 yahut
16. yüzyıla tarihlenmiş gibi gösterilen ama bir yanıyla geleceğin içine, onun
mahremiyetini bozma pahasına da olsa umursamaz bir şekilde yerleştirilen bir
reklam ve doğal akışı tehdit edecek kadar da tehlikeli bir kamusal
yanlışlıktan başka bir şey değildir.
İnsanlık, ihtar ve pişmanlığın; ihtar edene ve pişman olana kazandırdığı
medenîlik imtiyazını son yüzyılda keşfetmiştir. Nitekim sanat da bu imtiyazın
bir aracı haline gelmiş ve ifade etmeyi -yahut ifade edenleri- ifade etmek gibi
beyhude bir gayretin içinde, manasız bir kısır döngüye kapılmıştır. Belki de
Gombrich'in şu meşhur "sanat yoktur yalnız sanatçılar vardır" sözünü
günümüz için okumak gerekmektedir.
*
Kara kalem bir portreden bakan kaygılı yüzüm. Şöyle geniş ve lüks
çerçevelere yerleşen imgeler arasında, kendi imgemin yanlış bir betimleme,
yanlış bir tarif ve bir tür noksanlık olduğunu duyumsuyorum. Kırılarak (asla
koparak değil) önüme, ayaklarımın ucuna yuvarlanan zaman gibi. Arsız, teklifsiz,
cesur bir serzeniş. Beklediğini alamayan, arzusunda vahşi bir umarsızlık tüten
ve dünyayı yiyip tüketen bir şey bu. Zaman ve benim yüzüm.
Zaman ve benim yüzüm; gün geçtikçe yıpranan, üzerinde biriken kainatın
tortusunu büyük sancılarla rüzgarlara kurban eden ölgün bir yıldız.
*
Kirli camlar ardında, usulca yatırılmış ölünün üzerinde yaşamın son kirini
temizlemeye didinen gassalların elleri ile tersanenin birinde, yüksekten düşüp
can veren bir işçiye tazminat ödememek için sonradan güvenlik kemeri takmaya çalışan
bürokratik eller arasındaki dehşetli fark kıyameti getirebilir.
Ölünün başında bürokratik ellere karşı savrulan yumruklar, tersanenin içinde
yankı yankı büyüyen haykırışlar, az önce gerçekleşen ölümün şaşkınlığı ve
telaşı içinde öfkenin de eridiği arbede...
Ölünün etrafında yaşanan arbedenin esas manası şudur ki; bu bürokratik
elleri engellemeye çalışarak kendi arkadaşlarının bedeni çevresinde toplanan
diğer işçiler, aynı zamanda ölümün yalın gerçekliğini de muhafaza etmeye
çalışmaktadırlar. Artık ölüm, gerçekleşmesi, gerçekleşme şekli ve kendi
imgesiyle, arkadaşlarının başına geldiği gibi onların da başına gelebilir ve
onlar da ölümden sonra tazminat kaygısı taşıyan bürokratik ellerin hedefi
olabilirler. İşçiler bu arbedede, yalnızca kendi arkadaşlarının ölümünü değil,
kendi ölümlerini ve kendi bedenlerini de korumaktadırlar böylece.
Doğal yaşamın akışı içinde hepimizin aşina olduğu -bireysel- ölüme / ölüye
yalan söyletecek bürokratik eller henüz mevcut değildir. Ölüm imgesi, bir tek
kıyamet gününde bu denli "savunulacak", "korunulacak" bir
mahremiyete bürünebilir... Çünkü kıyamet, ölüm ve yaşamın kesin çizgilerle
ayrılması, insanlığın (belki de son derece bürokratik bir sanıya karşı
mücadele ederek) bir bütün halinde mağlup olması ve ölümü tecrübe etmesidir.
Gassal ise yaşamın son kirini temizleyerek, doğal akışın sürekliliğine
işaret etmektedir. Burada sembolik olarak gizlenen şey; temizlik değil, ölümü
yaşam ile aynı merhalede ele alan bir kutsiyetin yüceltilmesidir.
Gün sona ermiş, perdeler çekilmiş, huzur dolu evlerde, istirahatin ve tatlı
sohbetlerin vakti gelmiştir. Oysa bazı evlerin perdeleri hiç çekilmez. O evlere
güneş uğramadığı gibi akşam da uğramaz çünkü. O evler mevsimlerin, günlerin ve
saatlerin ortasında öylece durmaktadırlar. Her odasında gölgeli çehreler, bir
garip atalet ve yılgınlıkla dolaşmaktadırlar. Eksik birileri vardır bu evlerde.
Gurbete gitmiş bir baba, tahsile gitmiş bir evlat yahut ölüme gitmiş bir anne.
*
Savaşları, ölümleri, yarım kalan hevesleri ve ferah bir salonlarda
atılan kahkahaların havada bıraktığı o incecik hüznü yaşamak için doğmuştur
insan.
İnsan tüm tezatların ortasına doğmuştur.
Daima tercih etmesi gereken seçeneklerin mesuliyetiyle, istediğini bir türlü
elde edememenin mahzunluğu, doğal bir yüktür sırtında insanın.
Bir yanda bezirgan sofralarında tıka basa doyan, diğer yanda bezirgan
sofralarını kendi canıyla donatan yine insandır.
Bir yanda, güzel akşamlarda, güzel elbiseler içinde salınır insanlık, diğer
yanda kirli çaputlara sarılmış, güzel akşamları aydınlatan mumlar gibi eriyip
gider.
Bir yanda, gecenin bir vakti başını ellerinin arasına almış, ufuklarda
titreşen zamanın kaygısıyla, yarını düşünen, düşünerek yaşayan yine insandır.
Diğer yanda sallana sallana döndüğü köşe başlarında, damarlarında dolaşan o
sıcak, o zehirli yakutu bir hamlede yere döken de insan.
Bazen şahane bir tablonun renkleri arasından tebessüm eder insan. Bazen
isimsiz bir taşın altında, onu tanıyan son kişinin de ölmesiyle, ebediyen
unutulur. Hayalinin usul usul süzüldüğü zaman kapısı onun üzerine kapanmıştır
artık.
*
Hayvanlar ile nesneler arasındaki aşılamayan mesafe, hayvanları cümlelerden uzak kıldı. Günümüzdeyse insanlar ile nesneler arasında açılan uçurum, insanları basiretten uzak kılmakta.
*
Kıpırdanan dalların yapraklara ulaştırdığı can suyunun sızısı, yağmayan ve
yerini (şimdilik) vahşi bir güneşe bırakan yağmurun aldatmacası...
Belediye otobüsleri, insan sesleri, uğuldayan rögarlar...
Şehirle aramızda gizli bir mücadele var. Ne ben ona karışabiliyorum, ne o
beni göğsünde saklayabiliyor. Sadece seyrediyorum onu.
Ben bu seyre başımı uysal çocuklar gibi teslim etmiş avunurken, bir anda
karşımda gördüm onu. Sessiz bir gerçek gibi önümde dikiliyor, ölgün gözlerini
gözlerime dikmiş öylece duruyordu. Benzi sararmış, dudakları çatlamıştı. Bir
felaketin içinden çıkıp gelmiş gibi değil, baştanbaşa bir felaket gibiydi...
Felaketler gelir, bizi aşina olduğumuz şeylerden sıyırır, belimizi büker ve sonra kinayeli bir şekilde sabrın kıymetini hatırlattıktan sonra giderler. Oysa onun diğer felaketlerden bir farkı vardı... O bana sabrı tavsiye etmedi... Gözlerini ve felaketlere mahsus fırtınasını toplayıp gitti yalnızca.
*
Tatlı bir telaşın incecik bileklerinden aktığını duymuştum. İçine damlayan
bir zehirdi bu. İlk gençlik yıllarımıza bizi döndüren, uysal gecelerin içinde
bir çılgınlık vehmi gibi ansızın yankılanan bir çığlıkla tesiri artan bir
zehir. Fakat ben artık bu zehirle yaşamaya muktedir değildim. Gövdemde bin
yıllık sancılar varken katiyen dayanamazdım. Yine de her şeyin sebebi bu
değildi büsbütün. Ben çocukluk uykularımı daha en güzel yıllara ulaşmadan
kaygıya teslim etmiş, kendimi bir zaman cennet hayaliyle avutmayı denemiştim.
Benim sözlerimden yayılan giz, mesela senin de dediğin gibi, "konuşma
dilimin bazen yazı dilimle örtüşmesi", perdeleri çekik odalarda kararan
çehremin eski bir elemi hatırlatması bundandır. Senin duvarları aşmaya,
kapıları açmaya, hudutları geçmeye yeltenen kararlılığın, benim eski elemimin
içinde, çocuksu tavırlara bürünen masumiyetlere karşı uyanan tebessümlerden bir
tebessüm uyandırmıştı.
Yolculuklarında kat ettiğin yolların iki yanından akan bozkırların ortasında
tek bir ağaç görürsen beni hatırlayacağını biliyorum. Eski elemler ki, tabiatın
ortasında tek başına kalmış ağaçların gövdelerine bir bıçak vasıtasıyla
kazınmış isimlerden ve satırlardan okunur. Farz et ki bu satırlar da, bin yıllık
sancılara yurt olmuş şu gövdeme kader vasıtasıyla çizilmiştir ve bu günler
mazi olduğunda okunmayı beklemektedir.
*
Eylül
Yaz boyu, insanların kalbinde, evlerde, sokaklarda, sayfiye yerlerinde rehavet ile sarılarak muhafaza edilen ve böylece yavaş yavaş olgunlaşan hüzün, Eylül ayında hakiki lezzetine ulaşır. Dökülen yapraklar, sarının istihzası, arada bir yağan yağmurlar, olgunlaşan hüznün lezzetini kutlamak içindir.
*
Estet, en hür mahkumdur.
Etik, en mahkum hür.
Bu kavramlardan çelişkili bir şekilde bahsetmemin
sebebi, bu kavramların ihtiva ettikleri mana bakımından bir tezat halinin
gerilimini en güzel şekilde yansıtmalarıdır.
Oysa bu kavramların iç içe geçtiği, hatta
birbirleriyle yer değiştirdikleri olur. Ama tezatlık ihtiva eden durumları
sabittir.
Estet, haz, günah ve hayranlığın sularında
yüzerken, faal ol(a)mamasından dolayı mahkum; etik ise mesuliyetleri bilen ve
onlara bittabî uyarken hürdür. Çünkü mihrakını pratik hayattan ve hareketten
almaktadır. Estetin zihni ise haz, günah ve hayranlık arasında yüzmenin durağan
ve telaşsız kaderini yaşar.
Estet, kader...
Etik, irade...
Estet, oluş; etik, varoluştur...
*
....... bahçesinden çıkmış eve giderken ardımdan "Nasılsın?" diye seslendi. Yanından geçmiş ama fark etmemiştim onu.
"Yukarı mı çıkıyorsun beraber çıkalım?"
Bu delikanlıyı nereden tanıdığımı
hatırlamıyorum...
Muhtemelen o da beni nereden tanıdığını bir türlü
kestiremiyor. Ama birbirimizi her gördüğümüzde muhakkak selamlaşıyor ve hal
hatır soruyoruz. Yukarı çıkarken bana eşlik etme fikrini belli belirsiz
bir baş hareketiyle onayladıktan sonra yanımda yürürken teklifsizce konuşmaya
başlıyor:
"Bugün üçte uyandım inanır mısın?
Uyuyamıyorum bir türlü düzelmiyor." Onun kendisini bana şikayet
etmesini engellemek için, bir gözüm yanı başından geçtiğimiz camiinin haziresinde
üzerine yıldız yıldız akşam güneşinin serpildiği mezar taşlarında dolaşırken,
yaşadığımız devrin ve buna bağlı olarak dünyanın bunalımından bahsetmeye
niyetleniyorum. Sözümü yarıda kesiyor... "Hayır" diyor,
"Zaman geçmişe nazaran daha iyi... Hatta bu devir kendi imkanlarıyla
insanları daha da aydın kılıyor. Büyüklerimiz bizi korkuttu, çok korkuttu..."
Belli etmeden göz ucuyla yüzüne bakıyorum. Çakmak çakmak gözleri terliklerinden fırlamış kirli ayak parmaklarında, kendi adımlarını izliyor...
Yutkunup kendinden emin bir sesle ekliyor sonra:
"Şimdilik çalışamıyorum, uyku düzenim
yok... Ama muhtaç kalırsam girer bir pastaneye dünden kalmış bir şeyler ister,
yer ve doyarım..."
İlk aralıktan ona veda ederek alelacele dönüyorum. Yaşamın bu denli umutsuz ama yine de aydınlık oluşuna katlanamıyorum. Varlık bu delikanlıda basit bir meseleden ibaret. Bir mesele dahi değil hatta... Teslimiyetin çılgınlığını hatırlatan, saydam ve yalın bir hakikat!
*
Bazı kapılar, arkalarında en vahim felaketleri
saklamaktadır. Yalnız felaketler değildir üstelik kapıların ardında saklanan.
Bazen bir mahcubiyet, bir ölüm, bir gençlik hatası da saklanabilir kapıların
ardında.
Eşiğinden geçtiğimiz varoluştur kapılar. Göğe
açılanları da vardır, cehenneme açılanları da. Ardında iyi yahut kötü
diyebileceğimiz ne olursa olsun kapılar, eşiklerinden itibaren yeni olanın
bilinmezliğini ve bu bilinmezliğin kaygısını taşırlar. (Kaygı, modern dünyanın
malıdır ve bahsettiğim kapılar da son derece modern kapılardır aslında.)
Bir odanın kapısından sırtımızı dönerek çıkalım.
Ardında bıraktığımız oda, kapıdan çıktığımız andan itibaren bıraktığımız gibi
değildir. Hep yeni, daima bilinmez ve ezelden beri ötekidir.
*
Gözü yaşlı, ayakları çıplak, nedamet dolu bir ruh,
kızıl gökyüzüne uzanan o devasa sütunlardan birine sırtını dayamış, başını
ellerinin arasına almış, kederli ve mahcup oturuyor. İnsanlar, kirli
sandaletleriyle yanı başından aceleyle geçip gidiyorlar. Yargılanacak olana
karşı ilkel, hayvani bir güdünün peşinden sürükleniyor onlar. Az ilerideki
tozlu merdivenleri iştahla tırmanıyorlar.
Dökülecek kan, henüz dökülmeyen kanın teminatıdır.
*
Çocukluğumdan beri her lazım olduğunda vesikalık
fotoğraflarımı çektirdiğim ve bir abla ile erkek kardeşinin işlettiği fotoğraf
stüdyosunun merdivenlerle inilen kapısında soluğu alıyorum... Kederli
gözleriyle, yıllardır ekmeğini paylaştığı kardeşinin, bayramın son günü
öldüğünü söylüyor ablası. "Beni bırakıp gitti" diyor.
Bu ablayı, mazide çekilmiş fotoğraflar, fiyat
tarifeleri ve masaüstü eski bir bilgisayardan müteşekkil daracık stüdyosunda ve bu
stüdyonun bulunduğu iş hanının geniş camlı kapısının ardındaki son sürat akan
hayatın içinde yalnız bırakan bu erkek kardeşi çok iyi hatırlıyorum.
Cılız bir vücut. Köşeli bir yüz ve o yüzde renkli
iki büyük göz. "Çok zayıftı" diyor ablası. "Doktor
dayanamaz dedi, dayanamadı da garibim."
Bir ölüm haberinin yarattığı şaşkınlığın vahametini ardımdan bırakmayı umarak bir an önce terk ediyorum stüdyoyu. Merdivenlerden çıkıyor, stüdyonun bulunduğu iş hanının kapısına geliyorum. Otomobiller, insanlar gelip geçiyor. İş hanının hemen yanındaki ufacık oyuncak dükkanından gelen oyuncak sesleri otomobillerin ve insanların seslerine karışıyor. Kendimi dışarıya atıyorum. Ölüme karşı yaşamı duyumsuyorum.
*
"İçimizdeki Eylül" adlı bir yazı kaleme
aldım ve o yazıda şöyle dedim: "Eylül, her sene mühim bir olayı da muhakkak
kendisiyle beraber getirmektedir çünkü."
Bu yazıya son noktayı koyduktan bir gün sonra
Britanya kraliçesi II. Elizabeth vefat etti. Eylül beni haksız çıkarmadı.
"Londra Bridge" sarı bir Eylül yangınıyla yıkıldı. Aslında bir kez canlı
olarak gördüm onu. Bursa ziyaretindeydi. Koza Han'ın kapısından çıkarken,
güvenlik için oluşturdukları geniş dairenin Atatürk Caddesi'ne uzanan
sınırından bakıyordum. Ufak tefek ama televizyon ekranlarında gördüğümden daha
asil bir kadındı. Havada süzülüyormuş gibi attığı ufak adımlarıyla kalabalık içinde yapayalnız kalmış tarihî bir hayalet gibiydi.
*
Yığılan kelimeler,
kollarından tutup sarsamadığımız, sürükleyemediğimiz, tazeliğini yitirmiş
kelimeler. Yarın olacak. Gün güzel gülüşlerin üzerine doğacak. Yarın bitecek.
Hatıralar kalacak. Kelimeler yeniden, yeniden bir köşeye yığılacak.
Zaman pişman olacak.
Gecenin içinden eski bir hüznü taşıyan bir rüzgar geçecek.
*
Yağmurun sızladığı bir sabah... Yağmur sızlıyor.
Su birikintileri, çamurlar, ıslanan omuzlar, zaman sızlıyor. Nerede kavurucu
yaz güneşlerinde esneyen, bir soluk gibi usulca tene yayılan sıcacık esintiler.
Her şey yaza veda ediyor.
*
Fizikte Ramoto modeli denen bir şey var... Tekil
olanın, diğer tekil olanlarla birlikte bütünleşme ve faz farkını en aza indirme
eğilimi bu... Tabiatın ulaşmak istediği doruk mu? Müteal bir harmoni mi?
Kanımızın akışı, damarlarımızda aynı sürate ulaşsa, kalbimiz aynı şiddette çarpsa? Ne şiirsel, ne vecd dolu bir son hayali!
*
Masamıza yağan sararmış yaprakları ellerimle
ufalıyor, yaprakların kırılan damarlarında biriken yaz mevsiminin tüm
sıcaklığını avuçlarımdan uğurluyordum. Entelektüel ve aydın kavramlarının
çevresinde dolanıp dururken, son derece aydın olduğunu düşündüğüm ama hayatına
intihar ederek son noktayı koymuş birini düşündüm.
Aydınlığın alameti aklına intihar
fikirlerinin gelmiş olmasıdır. Ama intihar ediyorsan aydın değilsindir.
*
İnsanoğlu her şeye bir isim bulduğu için tasnifi
ve tabiri çoğaltmış, kendisiyle çevresi arasında gelişen gizli çatışmaya böyle
üstünlük sağlamaya kalkmış ama muvaffak olamamıştır.
*
Kirlenmeden, arınmadan, utanmadan, usanmadan,
yadırgamadan, yüz yüze ve buna rağmen, her şeye rağmen, yaşama, ölüme, komediye
ve trajediye rağmen, bir bütün olarak bin yıllık yolu aşmıştık. Ağlamıştık.
Akşam tülleniyor. Gölgelenen kuytular arasından görüyorum
seni. Bin yılda bir gelir böyle bir akşam.
Ağladığımız akşam da, tüllenen bir akşamdı. Güneş
sert geçen bir kış sonrası ilk kez o gün teşrif etmişti dünyamıza. Akşam tüllenmişti
sonra. Teşrif eden sadece güneş değildi o gün. Benim ruhum da, senin ruhun da,
vahim bir durum da teşrif etmişti güneşle birlikte.
Ah kimseler bilmeyecek, güneşin teşrifiyle dalında
patlayan incirlerin, mazgalları geniş sokaklarda fare ölülerinin, güvercin
pisliklerinin arasından mahcup ve mahzun yüzümle geçtim. Bin yıllık yollar
yürüdüm. Bin yıllık bir sancıyla doğuyordu yeri ve göğü birbirinden ayıran
ufuk... Çalkalanıp da ele avuca sığmaz, zehir yeşili bir sızı halini alan
kalbimi bir sabah, henüz otobanlara dökülmemişken yılanlar ve denizlerin
üstünden kalkmamışken gecenin nefesi, bir hiç uğruna feda ettim.
Korkular ve dualarla, titrek çakal seslerinin yankı yankı büyüdüğü ormanlara teslim ettim gözlerimi. Bin yıllık ölümler, bir dakikanın çevresinde dönüp duran vedalarla hemhaldi.
*
Sanat, kendisini kullanarak kendi benliğini
anlatmak isteyeni istifra ediyor bir bakıma. Bu yüzden kitlelerin, onda
kendilerini bulabildikleri ölçüde kalıyor. Ne büsbütün öznel, ne de tamamıyla
nesnel oluyor.
*
Karşı kıyıda yanan deniz fenerlerinin su üzerinde
uyandırdığı bulanık cehennem. Denizin üstünde yoğun, büyük ve gecenin
karanlığında mor mor salkımlanan bulutlar. Rüzgar, denizden söküp sürüklediği
suları kayaya ve oradan da yüzüme öyle bir şiddetle çarpıyor ki... Başımı
paltomun yakalarına gömüp dudağımda kuru kalmasına bizzat gayret ettiğim
sigaramla zor bela yürüyorum.
Gecenin, sonbahardan kışa dönen gecenin, soğuk ve tuzlu deniz suyuyla ruhuma çaldığı efsun bu. Tabiatın; su, hava ve safi ıssızlıktan terkip ettiği, elem yortusunun ikramı.
*
Ben bu düzeni bilirim. Bu düzen ki, ara
sokaklarında belanın tam tekmil beklediği bir düzendir. Ormanda tavşan
uğursuzluk getirir, şehirde yaşamak ise baştanbaşa uğursuzluktur.
Havada asılı kalamaz paçavralar ve kendini
taşımaya mecali olmayan ağaçlara yeltenirler. Kuzgunlar leşlere muhtaçtır,
yalancılar doğrulara... Bu misallerin hepsi düzen ile alakalıdır.
*
İncecik, sanki üzerine bastığımız yerin
yüzeyinden ya da başımızın üstünde dönüp duran kumruların kanatlarından
süzülen, yerini ve tavrını tayin edemediğim bir şey.
Yağmur soğuk, hırıltılı ve dolgun bir ses halinde
sancı sancı başımda dolanıyor.
Sabah vakti adamakıllı ıslandım.
Öğleden sonra, kedilerin tedirgin adımlarının
yansıdığı su birikintilerinden geçiyordum.
Yağmur sonrası mezarlıklarda dolaşırdım bir
zamanlar.
Bu kez, önümde uzanan su birikintilerinin arasında
başım önümde aheste aheste dolaşırken; üzerinde ıslak süsen çiçekleri ve
çamurlu toprağıyla bir mezarlığın kenarında kalmış, başındaki servilerde ötüşen
serçelerin neşesi ve yağmur sonrası açan güneş ile aydınlığa kavuşmuş olan
kendi mezarımın başında dolaşıyor gibiydim oysa.
Artık fark etmeden teslim olmuş, içimde gitgide incelen varlığı, üstüne bastığım yere ya da kumruların kanatlarındaki telaşı dindiren sükûnete hediye etmiştim. Ölümü düşünmek böyle bir şeydi.
*
Benim muhasebelerim kuş tüyü gibi. Evvela, döne
döne süzülerek, kendisine müsait bir zemin buluyor, orada duruyor, hareketi
sönüyor. Kıpırtısız, cansız bir hal alıyor. Ardından ufak bir esinti görmeye
görsün, havalanıyor, aheste aheste süzülüyor ve gözden kayboluyor. Bir elim
çenemde, diğeri önümdeki masada, bu kez
"Eureka" dediğim her hesap, hayatın içindeki başka bir cereyanla
unutulup gidiyor.
*
Ne gariptir ki, yüzümde mahrem bir heyecan ile
açtığı tebessümü, birkaç saat sonra yara farz edip, dikmeye çalışıyor. Ya
korku, ya pişmanlık, ya da kendi yarasını tedavi etme gayreti.
Düzeni bozmama eğilimi.
*
Derenin, iki yakası birbirine iyice yakın olan bir
yerinde kurulmuş eski köprünün üzerinden geçtikten sonra önümde uzanan ve geniş
caddeye çıkan sokağa bakıyorum. Bir sigara yakmalıyım. Bu köprüden geçtikten
sonra bir sigara tellendirmek gibi bir huyum var... Hay aksi! Çakmağım evde
kalmış. Sokağın köşesine sığınmış olan o eski bakkala doğru, bir çakmak ya da
kibrit almak için yöneliyorum. Kapıdan girdiğim anda eski raflara itinayla
dizilmiş bisküviler gözüme çarpıyor. İçerde hepimizin bildiği, ekmek, deterjan
ve şekerden müteşekkil tozlu bakkal kokusu. Kapının hemen üzerindeki ufak
televizyon ekranının pürüzlü ışığında bir kadın çığlık çığlığa gibi bağırıyor.
Gözümü televizyondan kurtarıp bir çakmak alacağım diyor ve köşedeki çakmaklara uzanıyorum. Bakkal gözünü televizyondan asla ayırmadan, adeta ezbere bir şekilde çakmağın parasını alıyor, kasaya koyuyor. Ağzı beş karış açık televizyona bakmaya devam ediyor.
Trajediye duyulan açlık ve başkasının başına gelene karşı duyulan o iştahlı
ihtiyacın ayartısı.
*
Ben mağlubiyetimle yaşıyorum. Galibiyet anlık bir
parıltı, gün geçtikçe tarihin tozlu raflarında eskiyecek bir şeydir. Ama
mağlubiyet, mağlup olunan anda başlayıp, anın kendisini yoğunlaştırdıktan sonra
geleceğe de başlı başına bir mesele halinde taşınır.
Galibiyet kazanımdır, mağlubiyet ise durum.
Şüphesiz mağlubiyetim her yerde benimle birlikte,
benden bir parça o. Çelik rafların parıltısına küfredercesine, şehrin
sokaklarında öfkeden ateş kesilip yürürcesine, sızlayan parmaklarını sabunlu
sularda ovarcasına ve tenimde çoğalan güneşi aceleyle toplayıp, en uzak
fezadaki, en ufak yıldızı tutuştururcasına benimle birlikte.
Galip olsam çelik rafların parıltısını alnımda gülünç bir onurla taşır, şehrin sokaklarında tatlı bir hayal gibi dolaşır, sızlayan parmaklarımı sabra yorardım. Tenimde çoğalan güneşle, en uzak fezadaki, en ufak yıldıza dahi mağrur durmasını b
Ekim
Tarifsiz ateşler içindeyim. Vücudum kırık dökük
bir hurda gibi atıldığı yerde bir o yana, bir bu yana sallanıp duruyor. Baba yadigarı duvar saatinin çoktan durmuş olan akrep ve
yelkovanını izliyorum.
Gece ateşim artmış. Hastalığın yığılarak ağırlaştırdığı göz kapaklarımın kısacık aralığından gördüğüm karanlığın ince zarı, göz kapaklarımdaki ateşlerde
erimiş, zamanın içinde gayet geniş ve her yanı berrak olan yeni bir mekan
doğmuş.
Şimdi sabahın içinde bir hayalet gibiyim. Eskiyen
sakallarım ve yüzümle, tabiatın, aydınlıklara doğru gerine gerine uyanmasını
bekliyorum.
Tabiat telaşsız, kaygısız, beyaz çarşafları,
parlak camları ile iyi havalandırılmış bir odadan sabahlığını giyip arz-ı endam
edecek gibi şimdi.
İki büklüm gölgeler kapısından çekilecek, ölüm
onun emrine amade olduğu için eteğine tutunan her şey ölümden muaf olacak.
Kimse en ufak bir kaygıya kapılmayacak. Gözlerimdeki ateşlerle eriyip yeni
doğan mekandan, her daim taze ve diri oluşuyla işte böyle çıkacak tabiat.
Ve ben sabahın içinde eski bir hayalet olarak onu
tam da böyle izleyeceğim.
İşte gölgeler çekiliyor, ilk güneşin billur parıltısını başına taç yaparak geliyor tabiat. Soluk, rutubetli ve daracık dünyalara sığınma vakti geldi benim gibi eski hayaletlerin. Tarifsiz ateşlerle mahmur olan başlarımızı, emsalsiz bir uyanışın, farkındalığın ve ölümün göğsüne yaslamalıyız şimdi. Orada kabullenmeli, ateşlerle içimizde uyanan bu çetin idraki ve yeni doğan mekanın hayretini orada dindirmeli, gözlerimize böyle berrak çizgiler halinde görünen tabiatın uyanışını orada yeniden unutmalıyız.
*
Eşya bir başka hal alabilir. Madde hiç görmediğimiz, bilmediğimiz bir hale bürünebilir... Her şey olabilir. Ruhlar geçtikleri yerlerde çamurlu izler bırakabilir. Dünya, aşina olunan her tavrını, her ihtimalini, topyekûn kendisini, köksüz bir değişimin kollarına bıraktı artık.
*
Bir gölge kendisini bulutlara asmayı arzu ederken,
varlığına sebep olan ışık demetinden başka kendisini asmaya yarayacak bir ip
olmadığını keşfetti. Günün ilk ışığıyla doğdu, harekete geçti. Varlık
sebebinden, yani ışıktan bir demek aldı. Mahzun yüzüyle apartmanların
gövdelerinden sürüne sürüne çatılara, oradan dağlara, oradan göğe ve nihayet
bulutlara ulaştı. Kendisini asmak için müsait ve tenha bir buluta girdi... Ama
hayretle elindeki ışık demetinin paramparça olduğunu gördü. Şimdi onu,
bulutların aydınlığında var edecek başka bir aydınlık yoktu. Büyüyerek, ağır
ağır ilerleyen ve gittikçe dolan bulutun içinde eriyordu. Artık gölge değildi.
Işığın içinde kaybolan ve bulutun korkunç kıvrımları arasında dağılan
yansımasını son kez gördü. Ölmüştü.
*
Gün sadece kendisine ait, bir tek kendisinde var olabilecek nevrozlar doğuruyor. Bir çerçevenin zamanla yerinden oynayıp, bir günün saatleri içinde ansızın yere düşüp paramparça olması ya da bir toplu taşıma aracının gecikmeli tarifesi o güne dair bir nevrozu tetikleyebiliyor.
Artık aylara, hatta yıllara yayılan ve teşhisinden sonra hep aynı seyirde ilerleyen rahatsızlıklar yok. Artık anlık ateşlenen ve sonra birdenbire soğuyan başların, kıvılcımı sadece yirmi dört saatte dumanlanan tedirgin ruhların ve günlük sancıların içindeyiz.
*
*
*
Harekete geçmenin, aktif bir eylemde bulunmanın ve
böylece dikkat çekmenin, geçmişin estetik anlayışından daha yararlı, daha ilgi çekici olduğunun iflah olmaz yanılgısı. Sorunlara dikkat çekmek adı altında imgesel
bir reddedişin hazin gösterisi...
Harekete geçilecekse, sadece maddeye karşı değil,
mananın (tüm müstekreh manaların) keyfiyetine karşı harekete geçmek gerek.
Estetik olan budur.
Sanat, kapitalizmin seçkin(ci) zümrelerinin elinde
oldukça, her kesimin ulaşmasının mümkün olmadığı bir hobi olarak addedildikçe
ve zanaat kavramı ile arasına ciddi bir mesafe konulmaya devam edildikçe,
geleceğin buhran yüklü dünyasında bu tür eylemler ne yazık ki çoğalacak.
İnsanoğlunun varlığı dünya üzerinde, her geçen gün bir kutsiyete, bir inceliğe, bir hatıraya zeval vermekten başka bir işe yaramayan ağır bir yüke dönüşecek. Bu olacak. Dün Eyüp Sultan'ın çinilerine inen çekiç, Mona Lisa'ya fırlatılan kek, bugün Van Gogh'un Ayçiçeklerine dökülen çorba ve daha neler neler!
*
Hopper'ın tablolarındaki figürler gibi izleyiciye kayıtsız, kendisiyle meşgul, mesafeli, keşfedilmeyi bekleyen, tertipli. Bir insan böyle kutsal bir mesafeyi bir çırpıda hiç etmemeli.
*
Tetiklenen
ve mücadele etme güdüsünü alevlendiren bir tavsiye, her sabah, aynı yerde, orta
yaşı geçkin bir tanıdığımın selam veren sesinde yankılanıyor:
"Başını eğme hoca! Çeker, çeker..."
*
"Tarla Kuşuydu Juliet", güzel bir ironi üzerine kurulmuş. Efsunu dağılmış,
destanını tğketmiş bir aşk. Hakiki bir kavuşmanın yıllar sonrası...
Kadın ve erkek arasındaki mücadelenin, fedakarlık bitince ortaya çıkan bin bir
hırçın rengi...
Tiyatro için kullanabilirsek eğer, oldukça fovist.
*
Bütün akşam neşeleri, mütebessim yüzler, verilen sözler sabah olunca
vazifelerin ciddi ve katı maskesini giyerler. Sabahlar vazifeye, vazife emeğe,
emek yaşamaya düğümlenmektedir. Ya da onlar zamanın içinde sökük ve yıpranmış
birer ip gibi sağa sola sarkarken, insan bizzat kendi eliyle, hangisini
hangisine düğümleyeceğini her sabah yeniden keşfetmektedir.
*
Tabiat, muhakeme gücümüzün çatlaklarından sızar ve o sızdıktan sonra
ihtimaller başlar.
*
Ne zaman "fenomen" yerine "numen" itibara kavuşursa o
zaman refaha erişiriz.
Bizi bekleyen, kendinden olan şeylerin münbit toprağı.
"Toplum bir kurtarıcılar cehennemi" idi...
Artık toplum bir kurtarıcı fenomenler cehennemi.
*
Sen ahşap bir dekor ortasında, her biri kırılmış aynalara benzeyen yüzlere
bakarak, gökte zühreye, yerde karanlığa sataşarak, hani Rilke'nin ilk
okuduğundan bu yana, hiç düşünmeden, bir çırpıda yazdığına hükmettiğin, kalem
ile kılıcı karşı karşıya getirdiği o meşhur hikayesinin bir benzerinin satır
aralarındasın.
Bu hikayede imkansızlık had safhada. Kalem ile kılıç gayet didaktik bir
şekilde karşı karşıya gelmiyor ama siyah ve beyaz gibi, karanlık ve aydınlık
gibi, yaşam ve ölüm gibi tüm mühim tezatlar daimi bir inatla etrafında dönüp
duruyor.
Sen şaşırmıyor, ürkmüyor, varlığını esirgemiyorsun bu akışta. Bu hikaye
nasıl yazılmıştır diye fikir yürütmüyorsun.
Ananenin evindeydin. Mecburdun orada olmaya. Çoçuktun. Büyük bir çabayla bayırı söken minibüslerin önünden geçtiği kahverengi camekanlı geniş balkonun
duvarlarına başını yaslar, akşamı ve evlerine dönenleri seyrederdin. Bir tezat
burularak döner, ruhunun henüz taze cildine gömülür ve oradan nice suali
zehirlerdi. Hikayenin, hikayesi orada mı başladı? Belki evet, belki hayır.
Sonra bir kadın kokusunda, tenini tutuşturan şehvetin iç gıdıklayan
sarhoşluğunda da bir hikaye aradın sen. Her cephesiyle yazgılı, hudutları
çizilmiş, vadeli bir sığınak arıyordun aslında.
Güneş altında susuzluktan çatlamış dudaklarınla, ancak tutunarak kat edilmesi
mümkün bir tepeye tırmanıyordun. Kurumuş çalılar ellerini yırtıyor ve sert
toprak tırnak diplerinde ufalanıyordu. Az sonra, ancak bir elin girebileceği
ufak delikler keşfettin toprağın üstünde. Yükselmek için onlara ellerini
sokuyor ve süratle bu tepenin doruğuna tırmanıyordun. Bir kırbaç gibi gövdesi,
parlak derisi ve sinsi bir ıslığa benzeyen sesiyle bir yılan geçiverdi o
deliklerden birine tutunmuş parmaklarının arasından. Şaşırdın. Ya yılan kendi tabiatına karşı gelmişti ya sen hikayenin
tezatlarla dolu ihtimallerini henüz tüketmemiştin. Yılan ısırmakla yükümlü
olduğu tabiatına tam bir tezat teşkil etmişti. Tezatlar sürsün diye bir tezat
doğmuştu.
Yaşadın. Yaşıyorsun. Yaşayacak mısın? Bilmem...
Tezatlarla, içinde çalkalanan zamanla buradasın şimdi.
Ahşap dekorların ortasındasın.
*
Sırtımızı hangi köşe başına teslim edip de bir parça soluklansak?
Hangi ahşap konağın asırlık kapısını dayanıp da, ağlayıp, sızlasak?
Hangi ak mermerin mor damarlarında ebediyete sırlanmış rüyayı duyumsasak?
Bizi hakiki yaşam kabul eder mi?
Saat sabaha karşı beş dolaylarında eski bir rüyayı gerçek kılmak için
uyanacaktım.
Ak bir mermerin atan nabzını parmak uçlarımda duyacaktım.
Sonra kara köpeklerin arasından, sabahın ilk aydınlığını kuşanmış bir
vaziyette, nemli gözlerim ve titreyen göğsümle geçecektim.
Kendimi etin sıcaklığından kurtarıp, içimin azabına yolcu edecektim.
Belki az sonra ölecektim.
Ufuklar göz bebeklerimi çalacaklardı.
Arzın merkezine götüreceklerdi.
Orada ruhumu tartacaklardı.
Bakır şamdanlar içinde büyükçe, kahverengi iki mum; yanmayan, sönmeyen,
erimeyen iki mum göreceklerdi ruhumu tarttıklarında.
Yumuşak, ipekten daha yumuşak yerlerde arınması gereken alnımın, azotlu
rüzgarlarda kirlendiğini, kuruduğunu, ufalanmak üzere olduğunu göreceklerdi
mesela.
Baldırlarım kan kesilecek, gövdem paramparça olacak, sesim, -ki bir zamanlar
bir fısıltı iken ne çok söyleyen sesim- usulca sönecekti.
Ben bir hayal olacaktım.
Bir hayal ben olacaktı.
Ak mermerler parçalanıp ufalanacaktı.
Anneme koşacak, onun ak saçlarından merhamet; bükülmüş belinden mukavemet,
ihtiyar sesinden nedamet isteyecektim.
Bulamayacaktım.
*
Çehresi, ihtiyar ağacın dallarındaki sık ve diri çam iğnelerinin arasından
süzülen sabah güneşinde yüzüyordu. Duru bir aydınlık... Yeryüzünde katıksız
aydınlık bu olmalı.
Gövdesi eğilmeye başlamış olan o ihtiyar ağacın, henüz kirlenmemiş olan topraktan
devşirdiği sonra dallarına taşıdığı ve dallarındaki iğnelerde dirilen o hayat
kudretinin, mevsimin son cömert ışığını saçan güneş ile birleşerek onun
çehresine serpilmesi...
Bir ressam olsam bu sahneyi tasvir etmek isterdim. Işık bu sahnede erimeli. Açık bir sarının eşlik ettiği solgun gölgeler, çehresinde belli belirsiz bir hareket uyandırmalı. Gözleri, ışık ve gölgenin bu zarif dansında ciddiyetle bakmalı bizlere. İncecik parmakları çenesinin altında düğüm düğüm, dudaklarında müstehzi bir kıvrım olmalı.
*
Bak salınıyorum. Ha şu parıltılı bir baş dönmesiyle akan yıldız, ha ben...
Ne farkımız var? Ya şu tepelerden bir tepede, onu tutan topraktan katı
gövdesini kurtararak uçuruma yuvarlanan kaya parçası ile her sabah
kalabalıkların ortasına düşen benim farkım nedir? Muazzam düşüşler tahayyül
ediyorum. Parmaklarımız bu düşüşte geleceğe tutunmak isterken, çelik
gövdesinde bilenen zaman ile oldukça mağrur olan o neşterler bir çırpıda kesti
onları. Acıdan mı, şaşkınlıktan mı, düşüşten mi bilmem, eskisi gibi değiliz.
Muazzam sefillikler, düşüşler ve çalkantılar tahayyül ediyorum.
Bir kapının ardındaki rezalet, bir cümlenin içine gizlenmiş küfür ve
çatlakların arasından akan güzellik. Silinen, cazibesini kaybeden, solan
güzellik.
Ki o güzelliği biz, kutsi bir emanet gibi göğsümüzün etten ve kandan
katmanları arasında muhafaza edemedik. Düştükçe içimizde yükseldi o. Çalkalandı
ve içimize sığamadı bir daha.
En sonunda yırtıcı bir hakikat olarak göğsümüzü delip kaçıverdi.
*
Aşina olduğum saat: O, ihtiyar duvar saatinin altında saniyeleri sayıyor. Karanlıkta gözleri bir çift safir gibi parlıyor. Beni, benden çağırıyor.
Kısmen yabancı saat: Uzun bir koridorun ortasında, duvarda asılı saatin altında tanışmış olmak, zamanın üzerimizdeki hükmüne dair en büyük işaret.
Kasım
Önce gözler mi var oldu, yoksa merhamet mi?
Ama her şey bu kadar müddetliyse, en önce ölüm var olmuş olmalı.
*
Sırma sırma işlenen mermerlerin hayallerinden, oturduğum bankın yanındaki
asırlık ağaçtan kopup, ilk önce dizime ve oradan da yere düşen kuru bir yaprak
çekip alıyor beni.
Yanımda oturup akşamı izleyen bir kedi...
Şimdi onunla kıyamete kadar burada oturabilir, kıyamete kadar tüm akşamları
onunla izleyebilirim.
O da ne?
Az sonra elinde ciğer dolu siyah bir poşetle, ak saçlı bir adam görünüyor... Mahallenin kedileri onu tanıyor olmalılar. Bir anda mırıltılarla çeviriyorlar etrafını adamın. Adam, çöpçünün, her biri demin yanımdaki ağaçtan dizime ve oradan da yere düşen o yaprak gibi bir kadere ait olan diğer yaprakları süpürmediğinden şikayet ede ede açıyor poşeti ve her biri koca parçalar halinde hazırlanmış ciğerleri kedilere atıyor. Yanımda benimle birlikte akşamı izleyen kedi bir müddet bu manzaraya bakıyor. Sonra diğer kedilerin telaşının aksine ağır hareketlerle kalkıyor ve yanaşıyor adamın yanına. Ciğerini alıyor, uzaklaşıyor.
*
İnsanlık olarak alçı ve sonra metal ve sonra fiber materyallerle sahte
mevsimler yapmaya muktediriz artık. Sadece mevsimler de değil üstelik, sahte
dirilmelerden, sahte mucizeler de yapabiliriz. Lazarus bir değil bin defa
dirilebilir mesela.
Güneşin altında yeni bir şey yok. Ama güneşin altında aynı olan bir şey de
yok artık. Yorgunluklar dahi aynı değil, söylenemeyenler de... Güneşin altında
çeşitli materyallerden yokluklar ve yorgunluklar da yapabiliyoruz çünkü.
Kültürel kıyaslar faciası. Meselelerin üzerine şimşek gibi hücum eden sahte
ağızlar. O ağızları da insanlık yaptı. Evet insanlık. Herkes birbirinin
söylediğine müthiş bir ehemmiyet duygusu ile yaklaştı. Manasız şeyler, mesela o
hakiki laf salataları, muteber düşünceler olarak gelip de orta yere kuruldular.
Şimdi fiberler aracılığı ile bu düşünceler de her yerde.
*
Varlığın başımızda raks eden kutsal kılıçlarını bilemiş olan masat ve o
kılıçlara karşı müdafaamız için üzerimize giydiğimiz zırhları döven örs ve
çekiç aynı yerde duruyor şimdi... Kirli camlarından tozlu bir sarının yağdığı o
eski odada, köşeleri lif lif dağılmış o ahşap dolabın üst rafının orta
kapağında.
Onların kıymetini, zanaatında mahir olan hangi usta bilebilir artık?
"Benden bir parça esenlik beklemez misin?"
"Hayır, senden ölümden başka bir şey beklemem..."
Doğum da beklemem. Nitekim yeni bir doğum, eski bir ölümün tekrarıdır ancak.
Artık hiç kimse, doğacak bir can için ahşap dolabın üst rafında, orta kapakta
duran aletleri yeniden eline almaya tenezzül edemez. Yeni bir üslup yoktur
insanoğlunda.
Belli belirsiz, uyur uyanık ve bir yanıp bir sönen ateşler içinde
hatırladığımız, bir zamanlar bizimle yaşayan insanlar... Onlar da aynı üslubun
ve belki de aynı yazgının, aynı zanaatın ürünüydüler.
Savaştık, savaşıyoruz. Hücum ve müdafaa ettik, ediyoruz.
"Benden bir parça sulh beklemez misin?"
"Hayır, senden zamanı durdurmanı beklemem..."
*
Lorem Ipsum
Başımın içinde dizgi dizgi dönen, rastgele kelimelerden müteşekkil öbekler.
Harfleri yan yana getiriyorum, manaları değil. Manaları hiç kimse yan yana
getiremedi henüz.
Henüz kimse manaların sessizliğe itaatkar olan dilini anlamadı.
*
İşte buzdan bir kase, erimiş mavi... Yalancı güneş, tepemizde yükseliyor.
İnsanlık adına uyduruk destanların yazıldığı, nasihatlerin etrafta
uçuştuğu, pek muteber günler!
İyi bir şarkı açıp, başım ellerimin arasındayken kelimeler döküyor, onları etrafa gelişi güzel saçıyor ve sonra topluyorum. Bunlar ya söylenmesi, ya da büsbütün susulması imkansız olan zorlu kelimeler.
*
............'da saatin altında, her sabah klasik müzik açtıkları
radyonun yanında oturuyoruz... Schubert'in "Schwanengesang" albümünden, D.957:
VIII. Der Atlas" çalıyor. Piyano titriyor ve her titreyişinde biraz daha
yükseliyor. Bu beste, baritonun sesinden doğup, onunla aramıza usul usul
salınan gri bir buğudur şimdi.
Onun gözleri hüzünlü birer çocuk. Benim gözlerim, altında oturduğumuz saatin
akrep ve yelkovanında mıhlanmış birer cinnet damlası... Akrep ve yelkovan ilerliyor,
ilerledikçe bilinmezi örüyor, o bilinmezi ördükçe kadere inanıyorum. Bu saatin
akrep ve yelkovanı o kadar kararlı ki, her adımında uhrevi bir tavır var.
Talihim...
İşte benim billur mimarim...
Şahane hesaplarım...
Acılarım!
Benim talihim ki, onu bir akrep ve yelkovan, o uzun, o cılız vücuduna
giyebilir ve sağdan sola doğru binlerce kez devinerek, onun da tıpkı zaman gibi
bilinmezin çocuğu olduğunu ilan edebilir.
Benim billur mimarim öyle yücedir ki, akrep ve yelkovanın daima uğradığı o
saatleri ifade eden rakamların köşelerinin toplamı kadar kutsi çilelerin
çekildiği hücreler imar edilebilir bir vücudun içinde.
Şahane hesaplarım, bir mimari harikası olarak, bir yaşamın akışında mevcut
olduğu kadar ihtimal doğurabilir.
Ve ben bu talihimi ruhuma, mimarimi vücuduma ve hesaplarımı aklıma nasipsiz bir hamal gibi yüklenip, akrep ve yelkovanın binlerce adım nihayetinde ördüğü son nefese ilerleyebilirim.
*
Teknolojiyi eleştiren bir toplantıya katıldım. Toplantı dışarıya (ve sanal
dünyaya) son model bir kamera ile aktarıldı.
*
Kütüphanenin şehrin batı yakasını gören kapalı terasında, akademinin
Sosyoloji bölümü ve Felsefe bölümü başkanlarının o tatlı sert demokrasi
tartışmasının arasında oturuyorum. Yanımda mağrur ama yılgın bir dağ gibi
oturan dostum. Dudaklarımızda bu tartışmayla doğan yarım tebessümler.
Arada, bizden de destek bulmak için, tartışmada kendilerine pay edilen fasılların son cümlelerini yüzümüze bakarak söylüyorlar.
*
Musa ve tabletler... Yani imajın, görüngünün bir hayal kırıklığı ile yere
çarpılması, tuz buz olması. Bu ilahi bir alegori. Sonrası işitsel vahyin
merkezî yalınlığı.
Görüngülerle araya konulamayan mesafelerin getirdiği kitlesel şaşkınlık. Görüngüleri tetkik etmemizi imkansızlaştıran dolaysız
muhataplığın yerine, işitsel olanın merkezî ama mesafeli mesajı.
Çünkü işitsel olan, var olmak için görüngüye muhtaç olmayacak kadar gerçek.
Görüngü illüzyona açık. Görüngünün hakiki olanını ancak belli bir merhaleye
ulaşmış olanlar anlayabilir. Çünkü onlar görüngülerle aralarına mesafe
koyabilmenin çetin ıstırabını tatmışlardır.
*
Karanlığı, şu ağır ve yoğun karanlığı, bir denizin dibindeymişçesine,
adalelerimizin el verdiği güçle aşmak için gayret ediyoruz. Sen o yakadan, ben
buradan... Ne mücadele ama!
Bir parça ekmek gibi umut, kutsallık ve muhtaçlık taşıyor. Biz bu karanlığın
üzerimize yığılan katlarını yırtıp, umutların emek yüzlü güzelliklerine, biraz
tatlı bir uykuya, biraz huzurlu bir ölüme ulaşmak için henüz yolun başındayız.
Bir gün ben olmazsam, velev ki, devri geçmiş şu ahmaklığın ortasında bir şey
olursa bana, başında olduğumuz şu yolu sen benim için de tamamla.
Tamamla ve bir kahve iç. Çünkü Kant dahi "Kahve, kahve!" diye ünlemiştir aklının kısır mücadelesini.
Sanki biz, bir gözü bilmem hangi meçhul kazanın ya da hangi bilinmezin sırrına dokunmanın verdiği gazabın şiddeti ile kör olmuş efsuncu bir kadının üfürdüğü çamur renkli bir belaya benzeyen şu karanlık içindeyiz..
*
Bir sabah vakti eski eşyaları yolculukta muhafaza etmeye yarayan kartonları kesip, onları nizamî bir boyuta getirmeye çalışırken, elindeki bıçak bir anda kaydı ve yaraladı baş parmağını. Altına serdiği başka bir kartonun üzerine parmağındaki derin yaradan sızan kanın damlamasını bir müddet sakince izledi. Şıp... şıp... şıp... Bir çoğu ölmüş olanlara ait olan eski eşyaların üst üste konulduğu bu geniş depoda, beyaz ampullerin aydınlattığı çelik rafların arasındaydı. Altına serdiği kartonda, kırmızı, nemli ve sıcak çemberler çoğalıyordu. Dün başka bir yara almıştı. Onu annesine zor bela anlatmıştı. Ya şimdi bu yarasını annesine nasıl anlatacaktı? Tozlanmış kot pantolonun arka cebinden bir tomar peçete çıkarıp yarasına sardı ve bir şiir yazdı.
Aralık
Hakikat ağır bir avunma duygusudur. Her şeyin boş
olduğu düşüncesiyle içimizde yontulan ve güzel manzaraların insana amaçsız gibi
gelen görünümlerinde bilenen inanç, hakikatin ağır gövdesini ruhumuza bağlayan o sağlam ipleri bir dokunuşta kesmeye muktedirdir.
*
Şimdi seni ve şu kahrolası acıyı hür bıraktım.
Seni sisli, beyaz ve kutsal bir rüyanın içine sakladım ki, orada incir
ağaçlarının ağdalı kokusunu ve tütsülerin geniz yakan soluğunu içine çekip de
yaşadım diyebilirsin artık.
Ben deniz kenarlarında serin rüzgarlara yem ediyorum etimi. Kuşlar gölgemden ürküyor kayalıklarda.
*
Önce saniyenin yüzde biri kadar çarpıcı bir müddetle bana baktığını fark ediyorum. İmkansız... Martı çığlıklarının yerini karga isyanlarına bıraktığı sabahlardaki ilk ürperişin avuntusu bu. En imkansız şeylere tabiatın içinde aradığımız neden.
*
Beni sümbüllerin arasında değil, kalın ve diri
yapraklarıyla yükselen bir manolya ağacının altında, elimde sabır kılıcım ve
göğsümde derin bir yara ile savaşıp düşmüş bir şekilde bulabilirdi o gün. Beni
o gün, yekpare uzanan geniş ve rahat yollarda, çatlarcasına koşan atım ve diri
gövdemle görebilirdi.
Romantik savaşlar hayal etmiş, hakiki zaferler ummuştum. Beyhude ölümler tercih etmek istemiştim, beyhude bir yaşamı ispatlamak için. Hayal tercihti, hakikat yaşam.
*
Bir kalıba girmiyor, bir düzene riayet ederek içine dönmüyorsun. Çünkü düzensizlik meyvelerini sundukça sunuyor sana. Düzensizlik, bekleyişlerini köreltiyor. Temennilerin daha gerçekçi artık. Asırlık hikayelerin birdenbire kaybolduğunu biliyor ve sen de kaybolmaktan korkmuyorsun. Düzeni, bu dünyada adeta bir zahmet olarak görüyorsun.
*
Salondaki eşyaların üzerinden karanlık çekiliyor
ve sadece gölgeler kalıyor. Gün büsbütün aydınlanınca onlar da çekilecek. Çiğ
bir aydınlığın içinde yüzecek her şey. Kül tablası, kitaplar, masa ve
koltuklar, gölgelerden, bu çiğ aydınlıkla yıkanarak kurtulacak. Sonra yine
akşam, yine gece... Sonra yine gölgeler ve karanlık... Bu daima sürecek.
Suretim ebediyen kararana dek sürecek.
*
Hangi ulvî his geçmişimizdeki mutlak ukdeyi, yani doğmuş olmamızı unutturabilir? Bu konu hakkında yazılmış muntazam bir eseri okuduğum ilk an, balığın baştan koktuğunu, süreğin, tam zıttı olarak süreksiz bir yanlışı tetiklediğini, ezelden ebede uzanan çilenin bir silsile halinde, tek bir zincir halkası dahi noksan kalmadan devam ettiğini ve edeceğini anladım.
*
Kendimizi bir başka gözden izleme arzumuz çok eski
bir arzudur. Kendimizi bir başka gözden, bir başka bilinçten, bir başka
yorumdan izlemek isteriz her zaman. Tanrı'nın gözeticiliğinden de umduğumuz
budur aslında. Bizi gözet(le)meli, bizi bilmeli ve sessiz hislerden ibaret
meçhul ilhamlarla halimizi yeniden bize bildirmeli. Ya da bizi ihtar etmeli.
Rüyalar da benliğimize yuvalanmış, her şeyi görenden ziyade görünen olmanın istemiyle zenginleşir.
Ve İtaat güdüsü, aslında kendi kendine maruz kalmış kör bir Panaptikon'a dahi cezbolmuş gözlerle bakar.
*
O siyah, o kalın perdelerin dışarıdaki yağmuru ve
fırtınayı örttüğü küçük odada, kendi suretlerimizi, tarihe ve tüm yaşanmış aşklara bir
nazire olarak terk ediyorduk. Dışarıdaki yağmur şehri, şehir zamanı, zaman bizi
eritiyordu. Parlak ve afili aynada her şeye rağmen dağılan saçımı parmaklarımın
ucuyla düzeltiyor, eriyen suretime bakıyor, kelimelerin kökenlerinden bahsediyor ve deliler gibi ıstırap çekiyordum.
Yağmurlu bir sabaha uyanacaktık, belliydi...
Mutlak düzen bizi kendisine, yaşamayı yine kaypak bir
koz olarak kullanıp çağıracaktı, belliydi...
Fırtınalar ve yağmurlarda çoğalan ürpermelerden bir ürperme olarak, hayallerimiz ve bizi birbirimize çeken sıcaklığımız, o oda içinde ebediyen asılı kalacaktı yalnız.
*
Aslında bu satırları yazarak anlatmaya çalıştığım
manzaranın ne zaman yaşandığının hiçbir önemi yok. Ansızın, baktığım bir başka
manzaranın önüne gelip kurulabilecek kadar yakın zamanda yaşanmış gibi taze ya
da gözümü kapadığımda, ahir ömrümün en uzak demine taşıyabileceğim kadar
geleceğe müddetli. Zaman içinde zamansız bir manzara bu.
Onu tekli koltuğunda, titrek ve cılız mum alevinin
yüzünde uyandırdığı gölgeler ardından izliyorum. Bir zamanlar ahşap duvar
saatinin altında duran bu tekli koltuğu tüm vücuduyla doldurur, heybetli bir
şekilde akşamı seyrederdi o. Şimdi, yorgun gözleri akşamı seyretmek yerine
meçhule mıhlanmış, başına sardığı koyu mavi battaniyesinin içinde öylece
oturmaktadır o. Aramızdaki sessizliği bozmak isteyerek soruyorum:
"Bir sigara vereyim mi?"
"Hayır..."
Suskunluğumuz uzuyor. İnsana batan, yüreğini
cımbızlarla parça parça koparan bir suskunluk bu. Katlanamıyorum.
"Her şey için çok üzgünüm..."
diyorum. Susuyor...
Biraz sonra "Neler düşünüyorsun?" diye
sorduğum soruya "Hiç" diyor. Merakımı bıçak gibi
kesen bir hiç. Yüzündeki gölgeler mum alevinin titreyişiyle dalgalanıyor.
Varlığı karanlık bir kutsiyet gibi geliyor o an bana...
En sonunda kalkıp teklifsizce sigarasını
uzatıyorum. Alıyor, yakıyorum ve ilk dumanı içine derin derin çekiyor. Ben yeni
aldığım tütün paketinden bir dal çıkarıp yakıyor ve yerime, yani karşısındaki
koltuğa oturuyorum. Maksadım suskunluğa mahal vermemek: "İşte" diyorum,
"Sigara bu... Bok gibi sigaralar içmek yerine bu tütünde karar
kılmalıyım..."
Maalesef aramızdaki suskunluğu yenemiyorum.Sigaralarımızı içerken sadece ona bakıyorum. Bakışlarım yüzünde dolaşıp
duruyor. Aheste aheste içtiği sigarasını söndürüyor ve yavaşça doğruluyor.
Yanımdan ağır aksak adımlarla geçiyor. Ben oturduğum koltukta yılgın bir
şekilde kalıyorum.
*
Sadece solgun yüzümle geçip gidiyorum sokaklardan. Yaşadığımı destanlaştıracak kadar tutunma gayretim yok.
*
Şeb-i Yeldâ
Orta halli, balkonu sıvaları dökülmüş apartmanların arka kapılarına açılan bir otel odasının mavi neon ışıkları altında, yüzümüzde keskin çizgiler, ellerimizde büyük kadehlerle idrak ederiz ki, hayat karanlıktır. Hayat karanlıktır ve Goethe ölmeden önce bu karanlık yüzünden "Işık, biraz daha ışık" demiştir işte.
Sende bilirsin
ki, uykunun arasında havlamasını işitip de kendisine bir şey yaptıklarını
sandığın o köpek, aslında hayatın ve gecelerin karanlığına seslenmektedir.
Bizim, hayatın ve içinde bulunduğumuz bu en uzun gecenin karşısına
geçip de onlara karanlık olduğunu söylemeye cesaret edemeyişimiz, bir köpeğin
ilkel cesaretinde kesik tonlamalara, yankılı ihtarlara bürünür.
Hayat karanlıktır. Sokaklarda sabahın ilk güvercinleri ve kumruları karanlıktan kendilerine düşenleri toplamaktadır.
*
Başkasının üzerinden ahlaklı ve iyi bir vicdan üzerine prensipler ve yasalar koymak, hepimize pek basit ve lezzetli bir iş gibi gelir. Ama nedensellik ve nedenselliğin bizlere pey akçesi olarak sunulan genel hükümler, sıvası dökülmüş duvarların, aslında tertemiz boyalarla kaplıyken ne kadar sığ ve ezelden makyajlı bir aldatmacaya sahip olduğunu yüzümüze çarpabilir.
Biz sıvası dökülmüş duvarlari üzerine konuşup, onları takdir ya da tekfir ederken hayatın o girift yapısına bizi mecbur kılan teferruatı unutabiliriz. Sıvası dökülmüş duvarlarda bir sevginin buruk heyecanı tüm cezbesiyle tüterken, büsbütün belirsiz olan gelecek, bizleri evrensel yasakların, taze prensiplerin genel geçer anlayışlarıyla aldatabilir. Takdir ile tekfir arasındaki gerilimin gözler önüne serilip sonra silinmesindeki sözde rasyonalist tutum, benim için her kadim hissiyata yabancı.