Gerçek Tarih Dergisi
Gerçek Tarih dergisinin
2022 / Mayıs tarihli 5. sayısının
54 - 55. sayfalarında yayınlanmıştır.
BİR
OYUNCUNUN UYUMSUZ YAZGISI; “ZELENSKİ VE KATHARSİS”
Selimcan
Yelseli
Albert
Camus'un “Sisifos Söyleni” adlı o meşhur eserinde “uyumsuz” ve “oyuncu”
kavramları arasında kurduğu ilişkiyi hatırlıyorum. Şöyle diyor Camus; “Oyuncuların,
.......uyumsuz insanlar olduklarını söylemiyorum. Yalnızca yazgılarının açık
görüşlü bir yüreği çekebilecek uyumsuz bir yazgı olduğunu söylüyorum.”
Nerede
rastladım bilmem, Zelenski'nin işgal öncesi ve sonrası fotoğraflarını
kıyaslayan bir kolaja denk geldim. İlk fotoğraf Zelenski’nin aydınlık yüzü ve
tebessümü ile doluydu... İkinci fotoğrafta ise çökmüş, savaşın ağırlığını sırtında
taşımaktan hayli yorulmuş, sancılı bir yüz ifadesi ile bizlere görünen bir
Zelenski vardı. Zaman, onun üzerinde olayların vahametini afişe edebilecek
müsait bir konak, bir ikaz işareti, bir ifade biçimi bulmuştu.
Şüphesiz
bir çoğumuz, bir anda önümüze ağır gövdesiyle ciddi ve tehditkâr bir şekilde gümbür
gümbür yuvarlanan bu mesele sayesinde Zelenski’nin devlet başkanı olarak
seçilmeden önce bir oyuncu olduğunu öğrendik. 2015 yılında “Halkın
Hizmetkârı” dizisinde rol icabı Ukrayna’nın devlet başkanı olan Zelenski
2019 yılında ironik bir şekilde kendisini tıpkı dizideki gibi devlet başkanı
olarak buldu. Bu kez iktidarın külfeti ve bir dizinin kurgusuyla
kıyaslanamayacak kadar zor olan mesuliyetlerin ciddiyeti sırtındaydı.
Mesele
burada farklı, “yazgı” ve “nedensellik” kavramlarının tüm şiddeti
ile kendilerini izhar ettiği bir esrar perdesi ardından görünüyor bana. Tozun,
toprağın, düşen bedenlerin ve yükselen çığlıkların arasından yazgının her yerde
hüküm süren tecellisi bir görünüp, bir kayboluyor. Üç beş sene önce belki bir
kurgunun biraz da istihza ile süslenmiş eğlenceli görünüşü ardından söylenen
cümleler şimdi sırtlarında gerçeklerin ağırlığı ile yankılanıyor. Düşünüyorum;
“Acaba Zelenski, 2015 yılında “Halkın Hizmetkârı” dizisinde bir devlet
başkanına kendi benliğinden bir ifade katarken, ileride işgal ile yüzleşecek bir
devlet başkanı olabileceği ihtimalini düşünüyor muydu?”
Tiyatro
bilimci Ulf Bierbaumer’e göre tiyatro, “kapitalist zaruretlere demokratik
değerlerle karşı koyma gücüne” sahiptir. Hatta zannımca Aristo'nun “Poetika”
adlı eserinde bahsettiği trajedinin seyirci üzerindeki tesirini anlatan “Katharsis”
kavramı da -her ne kadar dolaylı ve kavram olarak günümüze biraz da zorla
uyarlanıyor olsa da- tiyatronun kapitalist zaruretlere karşı koyma gücünü
besler. Neden ve sonuç ilişkisi arasındaki gergin süreği öğüde dayalı olarak
gözler önüne serer. Artık seyirci de olay örgüsünün gerilimine dahildir.
Olacağı bilir ve bu teslimiyet ile olaya katılır. Artık mesele sadece
kapitalizm değildir üstelik... Karşıt karakter kimi zaman efsunlu bir güç, kimi
zaman karşı konulmaz bir arzu, kimi zaman ise geçmişine öykünen bir ideoloji
hasreti de olabilir.
Bu
zaviyeden bakılırsa Zelenski “Katharsis” kavramıyla mündemiç bir halde,
mesuliyetlerinin ve yaşanan işgalin külfeti ile artık bir sembol haline
gelmiştir diyebilir miyiz? Belki de... Ama mühim bir fark ile; bizler henüz meselenin
nereye varacağını bilmiyoruz.
İnsan
hakları mevzubahis olduğunda yaşananlar oldukça girift bir hal alıyor. Hatta
savaşların, mücadelelerin, direnişlerin, yaşamların 21. yüzyılda kıyaslanması absürt
bir mesele değilmiş gibi sıradan bakış açılarıyla karşılanıyor. Dünyanın
sürüklendiği buhranın trajik sonuçları, ufuklarda kara bulutlar gibi
bulunduğumuz ve her şeyi unuttuğumuz bu “muhkem” muhitimize doğru yaklaşırken,
meselelerin ciddiyetinden ziyade sloganlara ve geçici hükümlere sığınıyoruz. Bizi
avutmaya namzet ışıklı manzaralara gözlerimizi teslim edip, müreffeh uykularda
emeller büyütüyor, insanlığın istikametini tayin edemediği yollarda yürümesini,
tıpkı yukarıda bahsettiğim teslimiyetin, bu kez başka bir veçhesiyle üzerimize
tatlı bir gaflet olarak yayılmış tezahürünü yaşıyoruz. Homurdanan, huysuzlanan
meydan okuyan tanklar, çepeçevre patlayan namlular, gecelerin barut kokusu esintisiyle
içimize dolan gerçekler yerine, ayartan seyir eylemini sürdürüyoruz. “Katharsis”
kavramı bu çağda tesirini ve öğüdünü biraz da tuhaf bir şekilde miskinlik ve
boş vermişlik üzerine inşa ediyor.
Artık
Rusya, kar ve ayazın şiddeti ile gri renkli caddelerde yüzen, paltolarının
kürklü yakalarına gizlenmiş tereddütlü başların ağrıları ile tutmayan hesaplarının
muhasebesini yapadursun, asırlık ketumluğunun gittikçe sönen tesiri ve hamlenin
her meseleyi açıklığa kavuşturan hareket zaruretinin boşa harcandığı bu zamanlarda,
Zelenski’nin üzerinde “uyumsuz” ve “yazgı” kavramlarının pekişmesini
izlemekle mükellef artık. Tıpkı Camus’un bahsettiği uyumsuz yazgı ve
nedensellik, her dakika kahraman arayan bir çağın yeni gözdesini Halkın
Hizmetkârı olarak doğurdu bile.
Tüm
bu söylediklerimden sonra Necip Fazıl üstadın; “Bir Adam Yaratmak” adlı
o muazzam piyesinde ana karakterin dilinden söylediği şu cümle, yazgı ve insan
arasındaki o incecik ilişkinin tüm sırrını vermeye muktedir gibi geliyor bana;
“Kadere
inanıyor muyum, onu siz keşfedin! Fakat hayatın gizli bir şuuru olduğuna
inanmak istiyorum. Öyle bir şuur ki, kendisini, yok gösterecek kadar
gizleyebilmiştir. Ben hadiseleri çok girift bulan bir insanım.”
Düşünelim, sizce de tüm bu hadiseler oldukça girift değil mi?
─
Gerçek Tarih dergisinin
2022 / Temmuz tarihli 7. sayısının
30 - 32. sayfalarında yayınlanmıştır.
EDEBİYAT
VE SİNEMA ARASINDA: UYUYAN ADAMIN UYANIK ZİHNİ
Selimcan
Yelseli
Çetin
bir kışın ardından baharı muştulayan sabah kuşlarını dinleyerek oturuyoruz.
Deniz bir bulut gibi sağımızda yükseliyor. Uzakta bir şilebi gözlerimle takip
ederek "Sahi" diyorum, "Tarkovsky'nin de,
"Mühürlenmiş Zaman" adlı o şahane eserinde bahsettiği gibi edebiyat
ve sinema arasında birbirlerini besleyen bir ilişki yok mu sence de?”
Başını
sallayarak mukabele ediyor. Hemen "Mühürlenmiş Zaman"dan kendimi
yalanlayabileceğim bir misal de buluyorum: "Gerçi Tarkovsky, Vladimir
Bogomolov'un 1957 yılında kaleme aldığı kısa öyküsü Ivan'ı sinemaya Ivan'ın
Çocukluğu ismiyle uyarladığını, neden böyle bir eseri seçtiğini ve sinema ve
edebiyat arasındaki ilişkiye dair tereddütlerini de yazmış ya eserinde... Pek de
memnun değilmiş sanki, hatta pişman olmuş bile olabilir."
Kahvelerimizi
yudumluyoruz. Demin gözlediğim şilepten vazgeçiyorum. Denizin üstünde çığlık
çığlığa geçen martıların gökyüzünde uyandırdığı beyhude telaşı izliyorum...
Hayatta
bazı anlar vardır, insana zamanın sürekliliği içinde bu sürekliliği unutturan,
her anın emsalsizliğinde kendisine daha farklı bir tavır bulan anlar... Bazen
bir deniz kenarında martıların çığlıkları arasından zamanın içine yoğun ve ağır
bir sıvı gibi salınır... Bazen bir hastahane koridorunda, bir dolmuş koltuğunda
yahut yumuşak yastıklara başların düştüğü anda zamanı tahakküm altına alır.
Sıradan, durağan ve "mesnetsiz" anlardır bu anlar. Gündelik hayatın
içinde tabiri caizse esas kıymetini olağanlığın (normalliğin) içine
gizleyebilmeyi başarmış anlardır. Hayatın içinde, hayatı bir emsal olarak
belirlemiş sanat ürünlerinin tüm gerçekçiliği bu anların ürünüdür desem fazla
mı iddialıdır? Albert Camus "Yaratma Tehlikesi" adlı eserinde
"......bir insanın yaşamından daha gerçekçi ne vardır ve onu gerçekçi
bir filmle başarılı bir şekilde canlandırmak mümkün müdür?" diye
sorarak, aslında hayat ve sinema arasındaki yadsınamaz bağa da işaret etmişken
üstelik!
Biraz
da şöyle izah edeyim...
Edebiyat
ve sinema, hep bu durağanlığın ve sıradanlığın -aslında biraz da diğer
emsallerine öykünmesiyle- etrafında atan ve zamanı bizlere hatırlatan
gerçekçilik nabzından besleniyor gibi geliyor bana. Sıradanlığın içinde ilgi
uyandıracak bir kıpırtı, akışı bozacak bir kesinti, ilgi uyandıracak bir
"tahribat" olay örgüsünü mümkün kılıyor. Edebiyat ve sinema, yapıları
ve kullandıkları malzemeler itibariyle farklı farklı alanlar olsa dahi, olay
örgüsü kavramının girift temsilinde birbirlerine yaklaşıyor ve birbirlerine
böyle tesir ediyorlar. Peki olay örgüsü olmazsa ya da olay örgüsü yalnız
durağan ve sıradan anların çıplak ve çarpıcı bir yansıması olursa?
O
zamanlar nereden elime geçti bilmem, ilginç bir kitabın sayfaları arasında
kayboluyorum. Fransız yazar Georges Perec'in "Uyuyan Adam" romanı
beni cezbediyor. Olağan ve hatta biraz da sıkıcı olana yaklaşan büsbütün bir
normallik içinde kavramları alt üst eden bir değiş tokuşa, bir marjinal
anlatıma rastlıyorum. Roman Paris'te çatı katında yaşayan bir üniversite
öğrencisinin yaşadıklarını (zannımca daha doğrusu yaşamadıklarını), ikinci
tekil şahsa hitap ederek anlatıyor.
Bir sınav sabahına uyanan kahramanımız zamanın
akışındaki sürekliliği ve olağanlığı fark ediyor. Romanın bir yerinde bu olağan
akışa teslimiyetin şu berrak ifadelerini buluyoruz:
"Pek
yaşadın denemez, oysa her şey çoktan söylendi, çoktan bitti. Topu topu yirmi
beş yaşındasın, ama yolun çizilmiş bile. roller hazır, etiketler de:
bebekliğindeki oturaktan yaşlılığındaki tekerlekli sandalyeye varana kadar
oturulacak tüm yerler orada durmuş sıralarını bekliyorlar." (s. 31)
Roman
bu teslimiyetin getirdiği açmazın ve hiç bir olay örgüsüne muhtaç olmayan
dolaysızlığı ile aslında esaslı bir çözüme de varmadan sona eriyor. Bu ilk
romandan aldığım lezzeti Perec'in diğer eserlerinde de bulma ümidiyle
araştırmaya başlıyorum. "Mekan Feşmekan" adlı mekan kavramı üzerinde
durduğu eserinin "Uyuyan Adam" başta olmak üzere bir çok romanının da
zeminini teşkil ettiğini öğreniyorum. Ama esas mühim noktayı gözden kaçırdığımı
görüyorum... Meğer "Uyuyan Adam" 1974 yılında Fransa'da, yönetmen
Bernard Queysanne tarafından sinemaya uyarlanmış! Ben bu noktayı gözden
kaçırdığıma hayret ederken bir de Georges Perec'in de bizzat filmde yönetmen
Bernard Queysanne'ye katkı sağladığını öğreniyorum. Hemen filmi izliyorum.
Filmde
başrolü aktör Jacques Spiesser oynuyor. Siyah beyaz filmde; hem çekim açıları,
hem de aslında tüm senaryoyu seslendiren dış sesin tesiri ile daha ilk sahneden
itibaren psikolojik bir girdabın, bir melankolinin içine girdiğimi hissediyorum.
Kasvetli Paris manzaraları, akan şehir, aktör Jacques Spiesser'in mimiksiz
tavrı bende tedirgin edici bir gerçeklik hissi doğuruyor. Kitaptan farklı
noktaları kendi dimağımda tespit ede ede bağımsız sahnelerin ve aslında bir
bıçak gibi kesilen sekansların peşinde sürükleniyorum. Baudelaire'in şahane bir
eser olarak yıldızlı Paris göklerinden dünyamıza düşürdüğü sıkıntının daha
çıplak, daha rasyonel halini görüyorum. Hissizlik, absürt ve içinde bir parça
başkaldırı taşıyan bir edayla filmin içinden etrafıma yayılıyor. Çünkü dünyanın
olağan akışına ve gündelik normalliğe karşı takınılmış bir tutum, aslında hiç
bir şey yap(a)mayarak, bir nevi filmin ismi gibi "Uyuyan Adam"ın asi
"uykusunda" eleştiriliyor. Çünkü evrendeki mutlak entropinin
gerektirdiği "daha az enerji ile daha fazla düzensizlik" kahramanımızda
böyle vücut buluyor.
Düşünmeden
edemiyorum... Nesnel bir tavırla bakarsak eğer, kahramanımız mi uyumaktadır
yoksa bizler mi? Her gün uyum sağlamak adına yabancılaşmayı yadsıyarak ve her
gün gündelik vazifelerimizin, ya da daha genel bir ifadeyle yaşantımızın içinde
yalancı bir hareket avuntusuyla
kıpırdanan bizler mi uyanığız, yoksa bir rüya hissiyatı veren bu yaşamda
bir köşeye çekilip, biraz da hissizleşerek, yaşadığı hayatı gözlemleyen
kahramanımız mı?
İlk
olarak bir edebiyat ürünü olarak ortaya çıkan bu eserin sinemadaki temsilinin
belki de çağının en başarılı uyarlamalarından biri olmasının sebebi kendi sinematografik
iddiasından ziyade çarpıcı ve "uyandırıcı" bir gerçekçiliğe sahip
olmasıydı. "Uyuyan Adam" tamamıyla, yazının başında da bahsettiğim,
insana, zamanın sürekliliği içinde sürekliliği unutturan, her anın
emsalsizliğinde kendisine daha farklı bir tavır bulan anlardan ibaret bir eser
olması sebebiyle edebiyat ve sinemayı kendi içinde başlı başına bir merkezi ve
örgüsü olan "olay örgüsüzlüğünün çelişkisinde" toplayabildi...
Bugün
dünya edebiyatında böyle bir eser yazılabilir belki ama bu eser sinemaya
uyarlanabilir mi, hiç sanmam... Değişen seyirci profili ve hayatın içinde ve
kimi zaman da hayatın dışında bir başka bakış açısının görebileceği şekilde
devinen bir meseleye kimsenin tahammülü yok bu çağda... Sebebi ise -sembolik
bir ifade olarak- beyaz perdede artık kendisini izlemekten usanan insanlığın
olabildiğince farklı şeylere ve fantazyaya duyduğu merak. Ana akım yapım
şirketlerinin önümüze sunduğu ürünler de bunun delaleti değil mi sizce de?
Uyuyan
Adam’ın uyanık zihni, kendisini uyanık sanan insanlığın derin uykusunda dolaşan
yabancı bir hayaldir şimdi...
Tüm
esaslı filmler, tüm güzel romanlar gibi!
Metinde
geçen eserler
Andrey
Tarkovsky, “Mühürlenmiş Zaman”. Çev. Mazlum Beyhan. Agora Kitaplığı, 2017.
Charles
Baudelaire, “Paris Sıkıntısı”. Çev. Tahsin Yücel. Türkiye İş Bankası Yayınları,
2021.
Georges
Perec, “Mekan-Feşmekan”. Çev. Ayberk Erkay. Everest Yayınları, 2020.
Georges Perec, “Uyuyan Adam”. Çev. Sosi Dolanoğlu. Metis Yayınları, 2020.
─
Gerçek Tarih dergisinin
2022 / Ağustos tarihli 8. sayısının
20 - 26. sayfalarında yayınlanmıştır.
II.
ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE BURSA'DAKİ İMAR FAALİYETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Selimcan
Yelseli
Bursa
tarihsel arka planıyla, sosyal ve kültürel dokusuyla, her daim ehemmiyetini muhafaza
etmiş bir şehirdir. Osmanlı medeniyetinde 19.yüzyılda başlayan yenileşme
hareketleri, Bursa şehrinin de sosyal ve kültürel yapısını etkilemiş ve Bursa
şehrinde de bu yenileşme hareketlerinin izleri görülmeye başlamıştır. Lâkin tüm
bu yenileşme hareketlerinin yanında Bursa kendisine münhasır özellikleri
korumuş ve fetih devrinin bir tohum olmaya namzet manasını, ulu bir çınara
erişen kıymet hükmüyle yarınlara taşımayı bilmiştir.
Yenileşme
hareketlerinin başladığı 19. yüzyılın başında, 1801 yılında, Bursa'da büyük bir
yangın çıkmış, ardından 1855 yılında "kıyamet-i suğra" yani küçük
kıyamet denilen bir depremin yarattığı tahribatla Bursa'nın mimari dokusu büyük
ölçüde zarar görmüştür.
II. Abdülhamid 31 Ağustos 1876 yılında tahta
çıktığında Bursa'daki yangınların ve depremin yarattığı tahribatın izleri
tamamen silinmiş olmasa da, bu dönem yapılan imar faaliyetleri bu felaketlerin
yarattığı tahribatı onarma gayreti ile sınırlandırılamaz. II. Abdülhamid
döneminde Bursa'da imar faaliyetleri sürat kazanmış ve hem kültürel hem sosyal,
hem de eğitim alanında bir çok yeni yapı inşa edilmiş, yahut işlevsellik
kazanmıştır.
Bursa'da,
şehri kuşbakışı gören bir noktada bulunan Tophane Meydanında, Osman ve Orhan
Gazi Türbelerinin bulunduğu bölgede, bugüne kadar, üç farklı üslup ve
büyüklükte saat ve yangın kulesi inşâ edilmiştir. Bu kulelerden ilki Ahmet
Vefik Paşa'nın valiliği sırasında yaptırılmış, ikincisi ise Sultan II. Abdülhamid'in
imar faaliyetlerinin bir eseri olarak 1890 yılında inşa edilmiştir. Günümüze
ulaşamamış bu kulelerin yanında, Vali Reşit Mümtaz Paşa ve Belediye Reisi
Mehmet Emin Bey döneminde inşası başlatılan üçüncü saat kulesi II.
Abdülhamid'in tahta çıkışının yirmi dokuzuncu senesinin yıldönümünü kutlama
vesilesiyle 1905 yılında açılmıştır.
Bursa’da,
günümüzde hala aynı yerde bulunan saat kulesi, 7 katlı bir yapıdır. Kare bir planda,
kesme taştan inşa edilmiştir. Daralarak yükselen bu kuleynin güney cephesinde
yuvarlak kemerli bir kapı bulunmaktadır. Kulenin kenar kısımları, kaideli ve
başlıklı sütunlar şeklinde yapılmıştır. Bu sütunlara bindirilen saçak
kısımlarıyla kule altı parça halinde yükselmektedir. 4 ile 5. katı ayıran
saçak, diğerlerinden daha, gösterişli bir şekilde olup, alt kısmı neoklasik
tarzda inşa edilmiştir.
Yine
Sultan II. Abdülhamid döneminde eğitim alanında yapılan yeniliklerde Bursa
şehri mühim bir yere sahiptir. Bursa şehrine ilk maarif müdürü 1879 yılında
atanmıştır. 1882 yılında maarif müdürünün başkanlığında vilâyette “maarif
meclisi” kurulmuş ve eğitimdeki atılım ile şehir merkezinde Batı anlayışında
eğitim veren; ibtidâî, rüşdiyye, idâdî ve meslek okulları açılmaya başlamıştır.
II.
Abdülhamid döneminde Bursa’da, devletin eğitim anlayışı ile ibtidailer inşa
edilmiş, mevcut olan bazı sıbyan mektepleri de ibtidailere dönüştürülmüştür.
Eğitim alanında 1892 yılında yeni düzenlemeler yapılmış, “Mekâtib-i Âliye
Dâiresi” kaldırılarak yerine “Mekâtib-i İdâdiye Dâiresi” oluşturulmuştur.
Yüksek ve özel mekteplerin takibi Mekâtib-i Âliye ve Husûsîye Müfettişliği’ne
bırakılarak, 1879 yılında maârif merkez teşkilatı yeniden düzenlenmiş ve Maârif
Nezâreti bünyesinde bir “Mekâtib-i Rüşdiye Dâiresi” kurulmuştur. II. Abdülhamid
döneminde Bursa'da bir kız rüşdiyesi açılmıştır. Arşiv belgelerindeki kayıtlara
göre, 1899 yılında açılan Bursa İnas
Rüşdiyesi'nde o yıllarda 3 muallime, 20 kız öğrenci, 1 müstahdem bulunmaktadır.
Yine arşiv belgelerinde 1893’den 1894’e devreden öğrenci sayısının 112, yeni
yapılan kayıtların 13, mektebi terk edenlerin sayısının 36, şehadetnâme alan
öğrenci sayısının 8 olduğu yazmaktadır. Bursa merkezde, Mahkeme Hamamı
civarında inşa edilen rüşdiye, 1911’de Mal Hatun İnas Mektebi adıyla anılmış ve
bugün hala aynı yerde olan Kız Lisesi’nin temelini oluşturmuştur.
II.
Abdülhamid döneminde Bursa'da açılan okullardan bir diğeri ise Bursa Mekteb-i
İdâdî-i Mülkisi'dir. Bursa şehrinin merkezinde, yukarıda adı geçen Mahkeme
Hamamı’na yakın bir muhitte bulunan Akif Paşa Konağı’nda, 3 Ağustos 1885
tarihinde açılmıştır. Bursa Mekteb-i İdâdî-i Mülkisi ilk yıllarda sadece iki sınıflıydı
ve idâdînin öğretim süresi dört yıldı. Açıldığı tarihi müteakiben idâdîdeki
öğrenci sayısının artışı, idâdîde üçüncü ve dördüncü sınıflarında açılmasına ve
böylece iki devreli bir idâdînin oluşmasına neden oldu. Yeni açılan bu iki
sınıfın da gitgide artan öğrenci talebini karşılayamayacağı anlaşılınca, daha
geniş ve yeni bir binanın yapılmasına karar verildi. Maarif Nezareti’ne; ilk
olarak üç kattan müteşekkil, kârgir, 703.600 kuruş bedelli bir keşif planı
gönderildi. Maarif Nezareti bu bedeli çok görerek, bu plana itiraz etti.
Nezaret yetkilileri, 1855 yılındaki depremin tahribatını örnek gösterip,
Bursa’nın bir deprem bölgesi üzerinde olduğunu ihtar ederek; keşif planında
daralmaya gidilmesini tavsiye etti. Maarif Nezareti ile süren bu istişare
sonucunda okulun yapım planına nihai şekli verildi ve okul; 300 öğrenci
kapasiteli, iki katlı ve yarı kârgir olarak planlandı ve bedeli 587.706 kuruş
olmak üzere yapılmasına kadar verildi. Sadaretten alınan 1888 tarihli inşaat
ruhsatıyla, yeni binanın yapımına başlanıldı. İnşaat başladıktan bir yıl sonra,
okul yönetimi inşaatın yanındaki arsayı da alarak okulun fizikî yapısını
genişletti. Dönemin Hüdâvendigâr Vilâyeti Valisi Mahmut Celalettin Paşa ve
dönenimin Bursa Maarif Müdürü Sait Bey, okul inşaatının tamamlanması için büyük
gayret gösterdiler. Mahmut Celalettin Paşa, daha inşaat bitmeden, okul
binasının bir köşesine konulması için 1890 yılında bir kitâbe yazdırdı. Bu
kitâbede bulunan manzumenin son iki beyti şöyleydi:
“Celâl
itmamına vali iken nazmeyledi tarih
Bu
âli mektebi Abdülhamid Han kıldı nev bünyad”
Okulun
1895 yılında yapımına başlanan bölümleri 8 Ağustos 1903 tarihinde bitirildi ve
okul eğitime açıldı. 1 Eylül 1904 yılında Müze-i Hümâyûn'un Bursa Şubesi olarak
hizmet verdi. Bu sırada; Osmanlı, Selçuklu dönemine ait kitâbeler ve mezar
taşları ile Roma ve Bizans dönemlerine ait çeşitli heykeller okulun bahçesinde
sergilendi.*
Bursa’nın
tarihsel süreçte ekonomik gücünü zirai faaliyetler oluşturmuştur. Uludağ’ın
eteklerinden geniş ve münbit bir ovaya uzanan Bursa’da tarım her dönem önemini
korumuş ve özellikle İstanbul'u ve çevre illeri, toprağında yetişen mahsullerle
beslemiştir. Yine Sultan II. Abdülhamid’in zirai faaliyetlere verdiği
ehemmiyeti Bursa şehrinde görmek mümkündür. Bursa'da Hüdavendigar Hamidiye
Ziraat Ameliyat Mektebi, Mudanya yolu üzerindeki Karaman köyünde kurulmuştur.
Bursa ovasının en uygun yerlerinden birinde kurulan bu mektep, 956 dönüm bir
araziye sahiptir. O dönem mektebin yerinin tedarikinde kamulaştırma yapılmış,
Hamitler köyünden Topaloğlu Mehmet Ağa ve Bilâdiyunus (bugünkü Yunuseli)
köyünden Pamir ailesinin arazileri satın alınmıştır. Mektebin adı II.
Abdülhamid’in ismine binaen salnamelerde “Hüdavendigar Hamidiye Ziraat Ameliyat
Mektebi” olarak geçmesine rağmen, kimi zaman mektepten “Ziraat Ameliyat
Mektebi” ve “Bursa Hamidi Ziraat Ameliyat Mektebi” olarak da bahsedilmiştir. 20
Mart 1891’de açılan ihtişamlı mektep binasının yanında numune çiftliği, ahırlar
ve ambarlar ile müştemilatı yer almıştır. Çiftliğe bazı hayvanlar tedarik
edilerek, uygulamalı ziraatla ilgili makineler Avrupa’dan getirilmiş ve mektep
faaliyetini bu şekilde sürdürmüştür. Ücretsiz bir şekilde eğitim veren bu
mektep, yatılı ve üç sınıftan ibarettir. Hüdavendigar Vilayeti Salnamesine göre
bu mektepte her biri çifti çocuğu olan 60 öğrenci bulunmaktaydı. Mektep
açıldıktan bir müddet sonra mektebin gelişimi için neler yapılması gerektiği
istişare edilmiş ve bu süreçte Ziraat Heyet-i Fenniyesi Müdürü tarafından bir
rapor hazırlanmıştır. Bu raporda tedrisatın düzensiz bir şekilde yapıldığı
kaydedilmiş ve yem tedarikindeki problemlerden bahsedilmiştir. Nafia nezareti
bu rapor kapsamında gerekli düzenlemeleri yapmış ve mektebin tam tekmil bir
şekilde eğitime devam etmesini sağlamıştır. Mektepte ilerleyen zamanlarda
“Harir Darüttahsili” adlı ipekböcekçiliği bölümü açılmıştır. Yapılan eklemeler
ve ipekböcekçiliği üretim binasının inşası gibi gelişmeler sonucunda, Bursa
Ziraat Mektebinin zaman içerisinde geliştiği görülmektedir.
1881
yılında Duyûn-ı Umûmiye İdaresi’nin önerisi ile Bursa’da bir Harir
Darü’t-talimi açılmıştır. Okul 1894 yılında bugünkü İpekçilik Caddesi’nin
bitimindeki binasında 12 öğrenci ile eğitime başlamış ve 1905 yılına kadar
geçen süre zarfında toplam 1234 kişiye eğitim vermiştir. Harir Dârüttalimi,
Darülharir, Séricicole Institute ve sonradan İpekçilik ve Böcekçilik Mektebi
olarak anılan bu okulun amacı Pastör’ün ipekböceği yumurtası üretmek için
uyguladığı teknik ve yöntemlerin teorik ve pratik olarak öğretilmesini sağlamak
ve dönemin şartlarına göre İpek üretimine katkı vermektir. Böylece ülkedeki
koza cinsi ıslah edilecek, ipek ürünü üzerinden elde edilen gelirler artacaktır.
Okul açıldığı yıl, müracaatta bulunan on iki öğrenci ile ipekböcekçiliği ve
yumurtacılık eğitimi üzerine çalışmaya başlamıştır. Zamanla mevcut binanın
okulun ihtiyaçlarına yetmediği için bugünkü Setbaşı civarında Karaağaç
mahallesinde bulunan Burdurizade Osman Fevzi Efendi’nin evinde hizmet vermiştir.
Ama okulun şöhreti arttıkça yapılan yeni başvurular neticesinde okul yönetimi Düyûn-ı Umûmiyye İdare
Meclisi’ne bir rapor hazırlayarak mektep için daha geniş bir bina yapılması
önerisinde bulunmuş ve bunun üzerine Eşrefiler caddesinde 1894 yılında yeni bir
bina yapılmıştır. Mektepte tam zamanlı ve kısmî zamanlı olmak üzere iki farklı
eğitim metodu uygulanmıştır.
II.
Abdülhamid döneminde Bursa'da açılan okullardan bir diğeri de, ilk olarak bir
ıslahhâne olarak yapılan ve Sanayi Mektebi olarak dönemin teknik ve kültürel
anlayışına uygun olarak ıslahhâneden ziyade bir mektep olarak eğitim veren
Hamidiye Sanayi Mektebidir. Okuldaki mesleki eğitim, esnaf tarafından icra
edilen meslekler ve hâlihazırdaki geleneksel usullerin haricinde döneme uygun
teknik anlayışı içeren bir müfredat çerçevesinde verilmekteydi. O dönem sıkça
tercih edilen meslek grupları iki şubeye ayrılmıştı. Bunlardan ilki marangozluk
şubesi (şube-i haşebîyye) diğeri ise demircilik şubesi (şube-i hadîdiyye) idi.
Bursa Hamidiye Sanayi Mektebi’nde marangozluk şubesinin tam olarak öğretime
başlaması 1900 yılının sonlarında, Vali Halil Bey’in kayınbiraderi olan Mehmet
Bey’in tayin edilmesi ile mümkün olmuştu. Mehmet Bey mektebe gerekli teknik
ekipmanı bağışlamış ve bu vesile ile ilk defa motorlu tezgâhlar mektebin
marangoz atölyesinde yerini almıştı. Mektep bugün de Bursa'da Tophane Endüstri
Meslek Lisesi olarak görevini
sürdürmektedir.
II.
Abdülhamid döneminde Bursa'da restorasyon ve tamir çalışmaları da yapılmıştır.
Hasan Tâib Efendi'nin 1905 yılında Hüdâvendigar vilayet matbaasında basılan, “Hâtıra
- Yâhud - Mir'ât'ı Burusâ” adlı eserinde naklettiğine göre Bursa
Mevlevihanesinin cümle kapısında bulunan kitâbenin son iki beytinde Sultan
Abdülhamid'in bu yapıyı yenilediği anlaşılmakta ve kitâbede, Bursa Mekteb-i
İdâdî-i Mülkisi'nde olduğu gibi Bursa Valisi Mahmut Celâleddin Paşa’nın ismi
geçmektedir:
“Cevherin
târihini vâli iken yazdı Celâl,
Kıldı
bak tecdîd bu dergâhı Hân-ı Abdülhâmid”
Yine
Hasan Tâib Efendi Bursa kapalı çarşının da Sultan II. Abdülhamid döneminde
yenilendiğini aktarmakta ve Bursa'da Uludağ eteklerinde bulunan ve Hünkar Köşkü
adıyla bilinen binadan da bahsetmekte ve bu köşkün ovaya bakan kısmında,
üzerinde Sultan Abdülhamid'in tahta çıkışının yirmi beşinci yıl dönümündeki
kutlamaya özgü olduğunu belirten şu ibarelerin yer aldığı bir levhayı aktarmaktadır:
"Hâlife-i
zî-şân şehinşâh-ı cihân-bân el-Gâzî Abdülhâmid Hân-ı Sâni Efendimiz
hazretlerinin cülûs-ı hümâyûn-ı şehriyârîlerinin yigirmi beşinci sene-i
devriyesi şehr- âyînine mahsûs olmak üzere bir eser-i güzîdedir."
Bursa'da
Piremir mahallesinde bulunan bir Bektaşi dergahı olan Ramazan Baba dergâhının
da Sultan II. Abdülhamid devrinde Şeyh Sabit Efendi’nin gayretleriyle
yenilendiğini yine Hasan Tâib Efendi'nin eserinden öğrenmekteyiz. Hasan Tâib
Efendi bu dergâhın içinde bir türbe bulunduğunu ve kapısı üzerindeki kitâbede,
dergâhın yenilenmesinde Sultan II.Abdülhamid'in lütuflarından bahseden şu
ibarelerin yer aldığını belirtmektedir:
“Sultan
Hâmîd Hân-ı Sâni eltâf-ı sâyesinde
Şeyh
Sâbit itdi ihyâ bu Hânkâhı”
Ayrıca Bursa Orhan Camii II. Abdülhamid döneminde, 1905 senesinde tamamen yenilenmiş ve doğu cephesindeki bir penceresi kapıya dönüştürülerek üzerine II. Abdülhamid’in mermere işlenmiş tuğrası ve tamir kitâbesi yerleştirilmiştir. Kitâbede şu ibareler yer almaktadır:
“Veliyy-i
ni’meti âli menkabet zînet-bahş-ı makâm-ı hilâfet ve saltanat es-Sultân ibni’s Sultân
/ es-Sultân Gâzî Abdülhamid Hân hazretleri me’ser-i bî-gâyât-ı hilâfet
penâhilerine / bir zâmîme-i mübâreke olarak ecdâd-ı hümâyûn-ı cenâb-ı
mülûkânelerinden Fâtih-i Burusa / Cennet-mekân Gâzî Orhan hazretlerinin işbu
câmi-i şerîflerini dahi tecdîden inşâ buyurmuşlardır. 1 Receb sene 1323 19
Ağustos sene 1321”**
II.
Abdülhamid döneminde Bursa'da şehircilik alanında da birçok yenilik yapılmıştır.
Uludağ ve Mudanya yolları genişletilerek Geçit Köprüsü inşa edilmiş, Vali
Celaleddin Paşa, Acemler civarından Karacabey’e giden yolu açmıştır. Yine Vali
Ahmed Münir Paşa Bursa merkezde bulunan Maksem Caddesi’nin yapımına
başlamıştır. Bugün Bursa'da hala kullanılan; Fevzi Çakmak, Cumhuriyet Caddesi,
Çakırhamam arasındaki yollar Vali Mümtaz Paşa döneminde yapılmıştır. Yeşil,
Setbaşı, İpekçilik ve Kayhan Çarşısı gibi yangınlar nedeniyle neredeyse yok
olan muhitler tekrar düzenlenmiştir. Ayrıca bugün Cumhuriyet Caddesi olarak
bilinen cadde 1903-1906 yılları arasında Vali Mahmud Reşit Paşa tarafından
açılmış ve o dönem ismine Hamidiye Caddesi denilmiştir. 1893 yılında Setbaşı
Köprüsü’nden Çekirge’ye uzanan aksta tramvay hattı için girişimlerde bulunulmuş,
ancak hattın inşâsı yapılamamıştır.
Yine
II. Abdülhamid döneminin yeniliklerinden bir diğeri ise polis teşkilatının yetkisinin
genişletilmesidir. 4 Ağustos 1909’da Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti açılmış ve
emniyet güçlerinin yetkisi arttırılmıştır. Bursa’nın çeşitli semtlerinde inşâ
edilmiş; Hamidiye Batı ve Hamidiye Doğu karakolları, Mecidiye Karakolu,
Hamidiye Sanayi Mektebi ve Hastahanesi Karakolu ile Çekirge Karakolu binalarının
hepsi II. Abdülhamid dönemine aittir.
Sultan
II.Abdülhamid Osmanlı ekonomisini kontrol altına almak ve karışıklıklara
ivedilikle müdahale etmek için demiryollarına önem vermekteydi. Bu bağlamda
Bursa-Mudanya demiryolu 1872-1873 yıllarında
inşa edilmişse de 18 yıl kullanılamamış, ancak 1891 tarihli bir ferman
ile hattın yeniden düzenlenmesi buyurulmuş ve işletimi yabancı bir şirkete
devredilmiştir.
Ayrıca
Maksem köprüsü’nün doğusunda, yukarıda bahsettiğimiz Hünkar Köşküne çıkarken
yolun sağ kısmında kalan II. Abdülhamid'in tahta çıkışının 25. yıldönümü
anısına yaptırılan Hamidiye çeşmesi Sultan II. Abdülhamid’in Bursa'daki imar
faaliyetlerinden biridir.
Son
tahlilde, Bursa şehrinin Sultan II. Abdülhamid Han için ayrı bir ehemmiyeti
olduğu ve özellikle eğitim alanında yoğunlaşan imar faaliyetlerinin Bursa
şehrinin sosyal dokusunu da etkilediği apaçık ortadadır. Bir tohumun, istikrar
ile koca bir çınara döndüğü Bursa şehri, bugün de ehemmiyetini muhafaza etmekte
ve geçmişin izlerini, kendi toprağından aldığı mazinin kudreti ile dallarına
taşımakta, yarınlara uzanmaktadır.
*"Tarih-i Osmaniyece hâiz-i ehemmiyeti olan âsâr-ı kadîmenin te'mini muhâfasızıyla sûret-i dâimeden inzârı istifadeye arzı içün Burusa dâhilinde Müze-i Hümâyûn'a bir şu'be tesisine neş'et olunmuş..." BOA. İ.MF.10-33. Tarih: Hicri 15 Cemaziyelahir 1322 / Miladi: 27 Ağustos 194. Müze-i Hümâyûn'un Şubesi'nin Bursa İdâdîsi binasında Rumi: 19 Ağustos 1320 / Hicri: 20 Cemaziyelahir 1322 / Miladi: 1 Eylül 1904 tarihli açılışına dair: BOA. MF. MKT.803-69. Tarih: Hicri 4 Receb 1322 / Miladi: 14 Eylül 1904.
**Bu kitâbe bugün Bursa Türk İslam Eserleri Müzesi’nde sergilenmektedir.
Kaynakça
Ahmet Vurgun, II. Abdülhamid Döneminde Ziraî
Eğitim Hamlesi: Hüdavendigar Hamidiye Ziraat ve Ameliyat Mektebi ve Numune
Çiftliği, Selçuk Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, (51) , 83-114,
2021.
Doğan Yavaş, Bursa'da
Osmanlı Dönemi Karakolhaneleri . Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Sosyal Bilimler Dergisi , 4 (5) , 71-79, 2003.
Hasan Tâib, Hâtıra - Yâhud - Mir'ât'ı Burusâ,
Haz. Mehmet Fatih Birgül, Bursa İl Özel İdaresi, 133-134, 2009.
Hüseyin
Gürsel Bilmiş, Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Bursa'da Mimarlık Ortamı, Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi, Doktora Tezi, 2019.
Mehmet
Ali Yıldırım, Osmanlı’da İpekböcekçiliği Eğitimi: Bursa Harir Dârüttalimi ve
Dârülharirlerin Açılması, Turkish Studies, 2013.
Mehmet
Ali Yıldırım, Osmanlı Vilayetlerinde Mesleki-Teknik Eğitimin Gelişimine
Bakışlar: Bursa Sanayi Mektebi, Karadeniz Araştırmaları, 37, 71-90, 2013.
Nursal
Kumaş, II. Abdülhamid Döneminde Bursa'da Sosyal Hayat, Bursa Uludağ
Üniversitesi, Doktora Tezi, 2011.
Ömer
Faruk Dinçel, Bursa Müze-i Hümâyûn Şubesi'nin Kuruluşu ve 19. Yüzyılda Bursa'da
Ortaya Çıkarılan Bazı Antik Eserler, Bursa Günlüğü, 16, 78-83, 2022.
Sadettin
Eğri, II. Abdülhamid Döneminde Eğitim Sisteminde Modernleşme Çabaları: Kızların
Eğitimi ve Bursa İnas Rüşdiyesi Mektebi, Bursa Uludağ Üniversitesi,
Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi, 15 (26), 127-148, 2014.
Sevim
Çakmak, Sultan II. Abdülhamid’in 25. Cülus Yıldönümü Kutlamaları, MÜ
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2000.
Zeynep
Dörtok Arabacı, II. Abdülhamid Döneminde Bursa'nın Mekânsal ve Kültürel
Dönüşümü, Bursa Günlüğü, 2, 4-13, 2018.
─
Gerçek Tarih dergisinin
2022 / Eylül tarihli 9. sayısının
37 - 41. sayfalarında yayınlanmıştır.
UYGUR
SANATI: MİMARİ VE TASVİR
Selimcan
Yelseli
Türklerin
İslam dinini kabul etmeden önce Asya coğrafyasında varlığını sürdüren Uygur devletinin
yarı göçebe olarak sürdürdükleri yaşam tarzlarının yerine, dönemin koşulları
gereğince yerleşik yaşama geçmeleri, Türk sanat tarihi açısından oldukça
mühimdir. Uygurların, Doğu Türkistan bölgesine göçleri yerleşik hayata geçişi
de beraberinde getirmiş, etkilendikleri ve benimsedikleri inanç sistemleri ile
yerleşik yaşam tarzının bir etkisi olarak kültür ve sanat anlayışlarında bir
gelişim süreci başlamıştır. Uygur kültürü hakkında en mühim bilgiler Turfan
Havzası‘nda 19. ve 20. yüzyıllarda yapılan arkeolojik kazılarda ortaya
çıkmıştır.
Uygurların
Şehir ve Mimari Anlayışı
Uygurların
etkilendikleri dinler, Uygurların şehir anlayışını etkilemiştir. Ama Uygur
şehirlerinin şekillenmesinde en büyük pay iklim koşulları olmuştur. Yaz mevsimlerinde
evlerin tonoz kemerli zemin kat odalarına işlevsellik kazandıran Uygurlular, bu
binaların yapımında güneşte kurutulmuş balçıktan mamul tuğlalar
kullanıyorlardı. Evlerin tek işlevi barınma değildi. Uygurlar evlerini
kendilerini savunmak için de kullanmaktaydılar. Bu yüzden evlerinin giriş
kısmında bir hendek de bulunmaktaydı. Dörtgen plan üzerine kurulu, dört
ana yönden gelen yollar, genellikle hükümdarın köşkünün bulunduğu yere çıkardı.
Dört yönden gelen yolların hükümdarın köşkünde birleşmesi savunma ve stratejik amacının
yanında, kozmolojik bir merkeziyet şuurunun etkisi olarak da görülebilir. Bu
şehir planı tarihsel süreçte de sıkça kullanılmış ve ilerleyen yıllarda görülen
dört eyvanlı yapıları da etkilemiştir.
Uygurlar
iki kanatlı bir kapıyla açılan ve ekseriyetle küçük girişleri olan evlerde
oturmaktaydılar. Kaidelerin üzerinde yükselen Uygur evlerine
merdivenlerden girilmekteydi. Çoğu zaman tek katlı inşa edilmiş bu evler
Çin evlerini andırmaktaydı. Anadolu'daki Türk sivil mimarisinde olduğu gibi,
Doğu bölgelerde avluya hayat denilmekteydi ve evlerin odaları bir sofaya
açılmaktaydı.
Genellikle
bir iç avlu etrafında düzenlenen Uygur tapınakları, avlunun orta kısmında,
tapınağın adandığı kişinin heykelinin bulunduğu kutsal bölüm ile yukarıda da
bahsettiğimiz, kozmolojik olarak merkezî bir anlayışın etrafında gelişim
gösterir. Uygur tapınaklarının inşasında iki teknik gözlemlenmektedir. Toprak
üzerine inşa edilen tapınakların yanı sıra bir kayanın oyulması suretiyle
mağara şeklinde inşa edilen Uygur tapınaklarına da rastlamak mümkündür. Toprak
üzerine inşa edilmiş Uygur tapınaklarının yapı malzemesi taş ve tuğladan
müteşekkildir. Bu tapınakların örtü sistemini ise kubbe ve tonoz
oluşturmaktadır. Mağara tapınakları ise uzun dikdörtgen bir şekilde uzanan
beşik tonozun örttüğü yahut ana yapı içinde dörtgen bir ibadet mekanının
oluştuğu yapılardır.
Uygurların
Yazma Eserleri ve Uygur Tasvirleri
Turfan
Havzası’nda yapılan kazılarda bulunan
duvar resimleri üslup açısından Çin, Hint tesirlidir. Sonraları olgunluğa
erişen ve kendisine özgün tarzını ortaya koyan Uygur resim sanatı, sadece Türk
dünyasının değil, İslâm minyatür kültürünün de kaynağı haline gelmiştir.
Anadolu’da 13. yüzyıla ait iki eser, Topkapı sarayında bulunan Varka ve Gülşah
mesnevisi ile Astrolojik bilgileri ihtiva eden ve Paris Bibliotheque
Nationale’da bulunan Nasr El Din (Siyasi Tezkere) olarak bilinen el yazmaları
İslam minyatürünün en güzel örnekleri
olmakla beraber, tarihsel kökenini de gözler önüne sermektedir.
Uygurlarda
gelişen resim sanatı ekseriyetle dinî ve sosyal içerikli kompozisyonlardan
oluşmaktadır. Özellikle dinî etkiler, tarih boyunca gelişerek kendilerine has
bir ifade biçimi oluşturmuşlardır.
“Uygurlu
tipi” tasviri İslam medeniyetinde de kullanılmış, hatta Hıristiyan resim
sanatına kısmi de olsa tesir etmiştir. Uygurlar, değişik üslupların yanı sıra
sanatlarına zemin teşkil eden Avrasya üslubunu unutmamışlar, kendi sanat anlayışları
içerisinde bu üslubu koruyarak, sanat tarihinde mühim bir yere sahip
olmuşlardır. Uygurca “bedizci” olarak isimlendirilen ressamların daha özgün
eserler ortaya koyması, yerleşik hayatın sonuçlarından biridir. Resim, heykel, yazı ve
resimli kitap ile oluşan sanatsal gelişim, Uygurların sanat anlayışını ortaya
koymuş ve dinî tercihleri, doğal olarak sanat eserlerine tesir etmiştir.
Özellikle kitap sanatlarının gelişiminde
önemli bir yere sahip olan Uygurlar, çeşitli yazma türleri
kullanmışlardır. İpek ve kağıt yazmalar, geniş ve ikiye katlanmış, sayfaları
katlama yerinden dikişle tutturularak oluşturulan kitaplar, rulo haline
getirilmiş uzun kağıt tomarlar, ince uzun sayfaların ortalarından açılan
deliklerden geçirilen sicimle birbirine tutturulan ve ahşap bir cilt ile korunan
“pothi” ya da “pustak” ismi verilen ipek parçalar olmak üzere dört farklı yazma
formatı bulunmaktadır. Yazmaların sayfalarında minyatürlü alanlar farklı
şekillerde düzenlenmiştir. Sayfaların ortası, sağ, sol ve alt kenar boşlukları
da değerlendirilmiştir. Bu yazmalarda belli bir geleneğin süreği olan standart bir
tasarım bulunmamaktadır.
Metinler
sağdan, sola kamış kalem ile yazılmakta ve sayfalar çift veya tek sütun olarak kullanılmaktadır.
İpek yolu güzergahı üzerinde o dönemde yirmi farklı lisanın kullanıldığı
bilinmektedir. Bu çeşitlilikten mütevellit, kimi zaman Eski Uygurca, Farsça ve
Soğdça olmak üzere birkaç farklı lisan, aynı yazmada yer almıştır.
Yazmalarda
farklı şekilde konumlandırılan minyatürler, ekseriyetle metne göre yatay bir
şekilde yerleştirilmiştir. Uygurların resim, heykel, tezhip, dokuma ve cilt
sanatı gibi alanlarda oldukça başarılı eserler vermesi sonraki dönemlerde de
etkisini sürdürmüş, Çin ve İslam ülkelerinin yanı sıra diğer medeniyetlerin
sanat anlayışına da etki etmişlerdir.
Turfan
bölgesinde gelişen Türk resim üslubunun farklı özellikleri, bu bölgelere
yapılan Arap akınlarıyla esnasında İslam dünyasını da etkilemiştir. Bu etkiyle
farklı üslupların bir etkileşimi olarak sentez üsluplar doğmuştur. Bu üslup
sentezi, Anadolu’yu da etkilemiş ve Anadolu coğrafyasının kültürel yapısı ile
bu üslup nefis bir uyum göstermiştir. Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı sanatı bu
minvalde yoğrulmuş ve Bursa, Amasya, Edirne ve İstanbul gibi şehirlerimizdeki
sanat eserlerinde Orta Asya etkileri görülmüştür.
8.
ve 9. yüzyıla ait olan ve Turfan bölgesinde Kızıl, Hoço, Sangım Ağız, Bezeklik,
Sorçug gibi Uygur şehirlerinden bize ulaşmış ve bugün Almanya-Berlin müzesinde
sergilenen Türk resim sanatının müstesna örneklere bakıldığında, Uygur resim
sanatı üç döneme ayrılabilir. Primitif, arkaik ve klasik dönem olarak
adlandırılabilecek bu dönemler, Türk resim sanatının içindeki inanç
sistemlerinin de etkisini göstermektedir. Budizm, Maniheizm ve İslâmi etkiler
göz önünde bulundurulduğunda, başta duvar resimleri ve dini içerikli resimli
yazma eserlerde bu üç dönemin üslup özellikleri görülmektedir.
Yazma
eserlerdeki dinî konulu minyatürlerde, Uygur prenslerinin yanı sıra Mani ve
Uygur rahiplerinin de yer aldığı göze çarpmaktadır. Bu figürler, renklerle
belirtilen bir hiyerarşiye göre konumlandırılmışlardır. Duvarlara işlenmiş,
sosyal hayatı tasvir eden resimlerde de, dini etkileşimlerin Uygur bölgesine
geldikleri coğrafyaya dair izleri görebilmemiz oldukça ilginçtir. Bu eserler
Türk minyatür sanatının kökenini oluşturmuşlardır. Uygur resim sanatı, portre
geleneğindeki ilk Türk resim örneklerini barındırması bakımından da oldukça
mühimdir. İnsan ve hayvan tasvirlerinin yanı sıra Budist ve Maniheist inanca
dayalı ilah resimleri de yapan Uygurlar, Çin sanatına da “Türkistan ekolü”
olarak etki etmişlerdir.
Primitif
Dönem
Erken
dönemlerde Budizm inancı Uygurlarda itibar gören bir inançtır. Primitif olarak
nitelendirilen bu dönemde Hint etkisinin baskın olması bunu kanıtlar
niteliktedir. Figürlerin anatomik özellikleri, üzerlerinde resmedilen
kıyafetler, kullanılan tören takıları, Hint etkisini gözler önüne sermektedir.
Bezeklik’teki bir duvar resminde, tasvir edilen müzisyen grubunun anatomik
özellikleri Hint etkisini göstermektedir. Özellikle tepesi ve yanları kazınmış
yahut örgülü ve topuz saç stilleri bu dönemin tasvir özelliklerinden
sayılabilir. Yine tasvir edilen kıyafetler ve kollara işlenen lotus motifleri,
Budist felsefede, kozmolojik, mitolojik ve dini anlamlı bir sembol olarak
işlenmiş ve bu dönemde sıkça tasvir edilmiştir.
Orta
Asya Uygur-Türk resim üslubunun etkisi sadece Ön Asya ve Orta Doğu ile sınırlı
değildir. Fatimiler tarafından 9. yüzyılda Sicilya bölgesine taşınarak, 1154
yılında yapılan Capella Palatina duvar resimlerinde de görülmektedir. Anatomik
yüz biçiminin daha başarılı örnekleri aynı üslup çerçevesinde Anadolu Selçuklu
dönemi çini ve minyatür süslemelerinde sıkça karşılaşılan tarzdadır. 14.
yüzyıldan itibaren Moğollara ait anatomik yüz biçimleri ve dinî resim konusunda
daha özgür kompozisyonlar görülmeye başlanacaktır.
Arkaik
Dönem
Arkaik
dönem denilen ikinci dönemde, daha erken dönemlerindeki Hint etkisinin yanında,
Çin etkisinin de öne çıktığı görülmeye başlanır. Bu döneme ait bir örnekte;
Buda’nın başının halelerle çevrildiği, tüm vücudunun mandorla* denilen iç içe geçmiş dairelerle çevrildiği bir arka fonla tasvir edildiği
görülmektedir. Buda’nın etrafında Hint ve Çin anatomik özellikleriyle tasvir
edilmiş rahipler resmin genel kompozisyonunu oluşturmaktadır.
Arkaik
dönemin orta ve geç dönemlerinde, Mani dinini kabul eden Uygur kağanı Böğü Kağan’ın
etkisiyle Çin üslubu yoğun olarak görülmektedir. Bu dönemde Mani rahiplerinin
Çin üzerinden gelmeleriyle resimlerde çekik gözlü tasvirler görülmeye
başlamıştır. 8. yüzyıldan itibaren Uygur resim sanatına mani dininin etkisi, dini
ayinlerin de tasvir edilmesini sağlamıştır.
Bezerklik'deki
bir tasvirde ellerindeki kitaplar bulunan iki rahibin çekik gözleri,
kıyafetleri ve anatomik özellikleri Çin tesirinin güçlü bir göstergesidir. Bir
diğer tasvirde ise kanatlı ejder figürleri lotuslar ve ilerleyen dönemlerde, 16. yüzyılda Osmanlı
sanatında Orta Asya etkisi olarak göreceğimiz bulutumsu figürler, 8.yüzyıl Çin
üslubunun tesirini göstermektedir.
Klasik
Dönem
Klasik
dönem olarak adlandırılan üçüncü dönemdeki figürlerde Uygur Türk tipinin
başarılı örnekleri bulunmaktadır. Anatomik olarak badem göz, küçük ağız ve
burun, dolgun yanaklar ile “Uygur tipi”
olarak tabir edilebilecek özellikler görülmektedir. Uygur resim üslubunun tam
tekmil olarak oluştuğu bu dönemde, Hint ve Çin etkisinin tesirleri azalmış ve
"Uygur tipi" denilecek tasvirlerin anatomik özelliklerinin geç
örnekleri, aynı üsluba dahil olarak Anadolu Selçuklu dönemi çini ve minyatür
süslemelerinde görülmüştür.
Klasik
evrenin en ayırıcı özellikleri, saç modellerinde görülmektedir. Artık saçların
toplanmadığı, figürlerin alın kısımlarında kıvrımlı zülüfler oluşturduğu, şakak
kısımlarında ise kıvrımlı perçemlerle ifade edildiği Türkistan'ın yerli
geleneklerini içeren özellikler dikkat çekmektedir. Perçem ve zülüflü saç biçimini Türkler sıkça kullanmaktadırlar.
Abbasî döneminde halife Mûstansir zamanında yaptırılan Cevsaku'l Hâkânî sarayı
duvar resimlerinde bu tarzın kullanıldığı ve sosyal hayatta da bu etkileşimin
olduğu görülmektedir.
Yine
klasik dönemde, tasvir edilen figürlerin etrafını süsleyen bitkisel bezemeler
bu dönemin mühim özelliklerindendir. Osmanlı medeniyetinin klasik döneminde
natüralist üslupta rastlanan ve 16. yüzyılın çini, kumaş gibi eserlerinde sıkça
kullanılan stilize bitki motifleri, sanki Uygur döneminin izlerini taşımaktadırlar.
*Mandorla İtalyanca “badem” anlamına gelmektedir. Hint mimarisinde oldukça sık görülür. Ayrıca Avrupa resim sanatında da kutsal kişilerin tasvirlerinde, onları saran ışık halesi olarak tasvir edilir. Kutsallık ile ilişkilidir.
Kaynakça
Aslanapa, O. (1992). ”İslamiyet’ten Önce Türk Sanatı”, Türk Dünyası El Kitabı, 2, A-23, 308.
Bağcı, S -Çağman, F. - Renda, G -Tanındı, Z. (2006). Osmanlı Resim Sanatı, İstanbul: TC. Kültür ve Turizm Bakanlığı.
Berkli, Y. (2018). Uygur Resim Sanatının Üslup Özellikleri / Uighur Painting Style Features. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi ,10 (45) , 155-166 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/ataunisosbd/issue/36408/412019
Çoruhlu, Y. (2007). Erken Devir Türk Sanatı, İstanbul: Kabalcı.
Keskioğlu,
O. (1961). “İslamda Tasvir Ve Minyatürler”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Türk ve
İslam
Sanatları Tarihi Enstitüsü Yıllık Araştırmalar Dergisi, Ankara. 9, 21.
Lewis, B. (2017). Ortadoğu, (Çev. Selen Y. Kölay), Ankara: Arkadaş.
Öndin,
N. (2006). “Türk Budist Resim Sanatının Sembolik Dili: Lotus”, Orta Asya’dan
Anadolu’ya Türk Sanatı Ve Kültürü, Prof. Nejat Diyarbekirli’ye Armağan: Ankara.
Özcan. B. Ş. (2018). Uygur Minyatürlerinde Metin-Resim İlişkisi ve Sonrası. İstem, 16 (31), 125-145.
Yerli,
M. (2001). “Uygur Türklerinde Sosyo-Kültürel Yapı ve Resim Sanatı”, Yüzüncü Yıl
Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Van, 2, 23.
─
Gerçek Tarih dergisinin
2022 / Ekim tarihli 10. sayısının
40 - 45. sayfalarında yayınlanmıştır.
RASİM
ÖZDENÖREN'İN “ÇÖZÜLME” ESERİ ÜZERİNE
Selimcan
Yelseli
Rasim
Özdenören, kaleme aldığı denemelerle, deneme türünde mükemmel eserler vermesinin
yanı sıra öykücülüğü ile de Türk öyküsünün mihenk taşlarından biridir.
Öykülerinde toplumsal yapıyı, aile hayatını, insanın çaresizliğini ve inancını
ele alan Özdenören, edebiyatımıza mühim izler bırakmıştır. Rasim Özdenören'in
öyküleri yalın, ölçülü ve toplumsal gerçekliklerle iç içedir. Bu noktada
Özdenören'in öykülerinin kimi zaman TV filmi olarak senaryolaştırıldığını da
belirtmekte fayda vardır. Özdenören'in öykülerinin, sadece yalın bir dil ile
sınırlandırılamayan, hatta onu aşan başarılı ve ince düşünülmüş olay örgüleri
taşıdığını görürüz. O, öykülerini hem edebî, hem de hissî olarak güçlü bir
temel üzerine kurmuştur.
Cahit
Zarifoğlu, Zengin Hayaller Peşinde adlı eserinde yer alan "Yazı
ve Plan" adlı denemesinde yazar ve plan arasındaki ilişkiyi
sorgularken, Rasim Özdenören'e de danıştığını anlatır. Rasim Özdenören,
Zarifoğlu'nun öykü çerçevesinde sorduğu; "Yazarken bir plan yapmaya ne
dersin?" sorusuna şu cevabı vermiştir:
Bu aslında çok öznel bir şey. Burada belki ancak kendi
deneyimlerimi aktarabilirim size. Bir öyküye başlarken "hiç plan
yapmıyorum" diyen birisinin kafasında bile iyi kötü bir plan vardır. Plan
sözü kafamızda genellikle mühendisliğe ait bazı çağrışımlar yaptığı için, biz
öykü ya da şiir yazarken plan yapmadığımızı sanıyoruz. ......Kuşkusuz bir
yazarın planı bu kadar katı ve kesin olamaz. Kafamızda plan belki mimarın kendi
planını hazırlamadan önce kafasında beliren bir ilk tasarım biçiminde oluşur.
“Çözülme”
eseri Rasim Özdenören'in öykücülüğünde mühim bir yer tutar. Bu eserde
Özdenören'in öykü alanında ele aldığı konular ve öykülerinde yer alan
karakterlerin özellikleri olgunluğa erişir. “Çözülme” eserindeki öyküler
Rasim Özdenören'in hayatından izler taşımaktadır. “Ölünün Odaları” adlı
öyküde babası ölen bir adamın çalkantısı, “Şimdi Çok Uzaklarda"
öyküsünde Yakup ve eşinin evlerini terk edişleri anlatılır. Eşinin ailesinin
evinde yaşamayı onur kırıcı bulan ve kendisini tam anlamıyla özgür hissetmeyen
bir adamın hazin öyküsüdür bu. Öykü, tüm düşüncesini özgürlük kavramı üzerine
kurmaktadır. “Aile” ve “Çözülme” öyküleri ise yozlaşmanın,
toplumsal çözülmenin ele alındığı öykülerdir. “Aile" öyküsünde bir
ailenin hayatı mekan üzerinden gayet teferruatlı bir şekilde anlatılır. Büyük
bir aile bölünmüş ve dağılıp gitmiştir. Esere ismini veren “Çözülme”
öyküsü ise işsiz ve kumarbaz bir oğul, ailenin dağılışını engellemek için
gayret eden bir anne, ölmek üzere olan
hasta bir baba, baba evine dönen evli bir kız kardeş ve meczup bir diğer kız
kardeşten ibaret çaresiz bir ailenin öyküsüdür. Kitaptaki öyküler ile ilgili
Rasim Özdenören şunları söylemektedir:
“Yıl 1973. Askerdeyim. Çözülme adlı kitabım geldi.
Nuri Pakdil basmış. Burada da çok farklı öykülerin prototipleri bulunuyor.
Mesela “Ölünün Odaları‟, bu diğer öykülere uygun düşmeyen bir öykü. Burada çok ayrı kalmıştır. Bunun yeri olsa
olsa Hastalar ve Işıklar’daki öykülerin yanı olurdu. Ama yer tutsun diye o öykü
de bu kitaba dahil oldu.”
Dolayısıyla,
Özdenören’in ifadesiyle de, aslında “Çözülme” eserinde belli bir konu
çerçevesinde gelişen tematik öyküler bulunmamaktadır.
Ölünün Odaları
“Ölünün
Odaları” öyküsü, ölümün mutlak gerçekliğine karşı süren yaşamın, yapayalnız
kalmış bir adamın üzerinde yarattığı ilk tesirin panoramik manzarasıyla başlar.
Şehir her zamanki telaşıyla akmaktadır. Öykünün kahramanı İdris, ölümü yakinen
müşahede ettiği için hayatın devinimine dışarıdan bir gözle bakmaktadır. Ne
yapacağını bilemez. Babasının ölümü, tüm dehşetiyle, hayatın ve gündelik
yaşamın ortasında kendisini takip etmektedir. Arkadaşı Üzeyir ile karşılaşır.
İkisi de garip bir ruh hali içindedir. Ölüm bu noktada bir yanıyla hayatın
içinde, insanların arasında tüm gerçekliğine dolaşırken, onun insanı ansızın
kuşatan yalınlığı öykünün kahramanı İdris üzerinde iğreti bir his uyandırır.
Çünkü ölümü yakinen müşahede ettiği andan itibaren etrafında çoğalan
kayıtsızlık Fransız düşünür ve sosyolog Jean Baudrillard’in “Simgesel Değiş
Tokuş ve Ölüm” eserinde de ifade ettiği gibi doğal ölümün, şehirlerin
ortasında anlamını yitirmesinden dolayıdır. Baudrillard eserinde şöyle
demektedir:
“Bu doğal bir ölümdür, çünkü sıradan bir bireysel
özne, sıradan bir aile hücresiyle ilintilidir. Çünkü kolektif bir yas ve neşe
kaynağı olma özelliğini yitirmiştir. Herkes kendi ölülerini gömmektedir.”
Artık
ölüm bireyseldir. Öykünün kahramanı İdris babası ile yaşadıkları eve döndüğünde
kendisini ölümün çarpıcı yakınlığıyla yüzleşirken bulur. Çünkü yine
Baudrillard’ın dediği gibi bize yakın birinin ölümünü düşünemeyiz ve ölüm
mutlak bir gerçeklik olduğu için önceden tasarlanamaz. Artık
ölmüş olanın hazin hatıraları ve geçmiş zamanın içinden ağır ağır sızıp gelen
hayaller vardır. Bu noktada akıllara Necip Fazıl Kısakürek’in “Bir Yalnızlık
Gecesinin Vehimleri” adlı öyküsü gelmektedir. O öykünün kahramanı da ölümün
çepeçevre, her noktaya tesir ettiği bir evde geçen gecesini anlatır:
“O gece hayalimde sağlarla ölülerin, birindeki
varlık, ötekindeki yokluk esasları öyle bir birleşmişti ki, ateşi kırk dereceyi
geçen bir hastanın vehim dediğimiz ölçüsüz hassasiyetiyle ölüleri dirilerden
daha mükemmel ve tam bir fiilin içinde yaşıyor farzettim.”
O
gece İdris bir rüya görür. Rüyasında kendisinin gönlünden, babasının ise
dilinden dökülen şu cümleler sebebiyle, kendisini babasıyla ruhen bir bütünlük
içinde hisseder:
“Bundan sonra, ateş denizinden geçer. Sonra da nur
denizine, sonra su denizine, sonra da kar denizine, soğuk denizine uğrar ve
geçerler. Her denizin tûlü bin senelik yoldur.”
Artık
İdris rüyasında babası ile bir bütün haline gelmiştir ve ölüm, hayat, kader,
yol, yolculuk, kaygı çerçevesinde gördüğü bu rüya büsbütün bir kabusa döner.
İdris ile babasının, bu rüyanın içinde benliklerinin birbirine karışması
noktasında çok ilginç bir tespit bulunmaktadır. Bu tespit belki de psikanalizin
söylemek istediği ne varsa tek bir cümlede toplamaktadır. Aclûnî’nin :Keşfü’l
Hafa” adlı eserinde de geçen bir hadis-i şerîfe göre “Çocuk babasının
sırrıdır.”
İdris
bu kabustan kapının çalmasıyla uyanır. Gün doğmuştur. Kapıya gelen sütçü
İdris’e babasını sorar. İdris babasının öldüğünü söyler. Sütçü üzülür ve
alışverişten sonra gider. İdris sütçüden aldığı sütü kaynatıp içerek
kahvaltısını yapar. Giyinip dükkanının yolunu tutar. Öykü İdris’in dükkanı
açmasıyla son bulur. Artık hayat onun için normale dönmüş ve ölümün o ilk
dehşetinden bir nebze sıyrılıp gündelik hayatın akışına adım atmıştır.
Şimdi Çok Uzaklarda
Şimdi
Çok Uzaklarda öyküsünde ise kırsal kesimde var olmaya çabalayan bir ailenin babası
olan Yakup’un kendi iç hesaplaşması ve eşinin ailesine karşı kendisini ispat
etme arzusunun sancıları ile karşılaşırız. Kayınbiraderi ve kayınbabasıyla
mücadelesinin yanında, kendisiyle de mücadele eden Yakup, özgürlüğü
sorgulamakta ve kendi ailesinin istikbalini bizzat kendisi tayin etmeye
uğraşmaktadır. Bunun uğruna kendi kurulu düzenini bile bozmaya göze alan Yakup,
kendisinin inandığı ideallerin doğruluğundan gayet emin bir şekilde, kendisinin
ve ailesinin geleceğini adım adım hesaplamaktadır. Yalnız bu mücadelesi ve
gelecek planlarında oldukça yalnızdır Yakup. Bu yalnızlığını içten içe fark
eder ama ideallerinin doğruluğundan gayet emin olduğu için kendi ailesinin
istikbalini uğruna bu yalnızlığın da geçici olduğunu bilir ve günü geldiğinde
kendi eşinin de, onun en doğru kararı vermiş olduğunu düşünüp, onu takdir edeceğine
emin olur. Yakup bu çetin mücadelesinin en etkili hamlesini yolculukta bulur.
Ailesiyle birlikte yola çıkacak, yeni bir düzenin tüm gereklerini yola çıkmanın
kararlı hamlesinde bulacaktır. Aslında Yakup içten içe yolculuğun kudretine
inanmaktadır. Çünkü yolun, üzerinde mesafe kat edildikçe değiştiren ve
dönüştüren yanını bilir Yakup. Özgürlük de yola çıkmak ile mümkündür.
Bireysel
özgürlük ile ailenin fertleri arasında pay edilen özgürlük kavramını sorgulayan
Yakup, kendi ideallerinin ateşiyle, özgürlüğün mutlak bir şekilde ortak bir his olduğunu düşünmekte ve kendi kurduğu
ailesinin istikbalini eşinin ailesinin varlığına bağlayan şartları, bir
kahraman edasıyla terk etmenin hürriyetine inanmaktaydı. Bu çelişkili durum,
bir yanıyla hayatın ta kendisiydi. Yakup için özgürlük, bedeli ödenen ve sonra amacına
ulaşılan bir kavramdan ziyade, ödenen bedelin kıymetiyle ölçülebilecek bir
tutkunun ateşiydi. Hiç şüphesiz Yakup, her insan gibi özgürlüğün insan için
ehemmiyetinin farkındaydı. Bu yüzden Immanuel Kant’ın da vurguladığı yönüyle,
her insanda olduğu gibi Yakup’ta da özgürlük sevgisi doğal ve o kadar güçlüydü
ki, bir kere özgürlüğe alıştığında, artık her şeyi onun uğruna feda edebilir,
her şeyi göze alabilirdi.
Yakup
her şeyi geride bırakmayı göze aldıktan sonra ne olduğunu bilmiyoruz. Öykü
Yakup eşini teselli ederken sonra eriyor. Son kısımda Yakup sarsıla sarsıla
ağlayan eşini, her şeyin iyi olacağını söyleyip teselli ediyor. Eşinin
tavrından ise Yakup’a inanmadığını anlıyoruz. Yakup’un eşi kendi ailesinden
ayrılmaya ve yeni bir serüvene atılmaya henüz hazır olmadığını öykü boyunca yansıtıyor
bize. O, bir ailenin mahremiyet ve
emniyetinin ancak büyüklerin kanatları altında mümkün olduğunu düşünüyor. Burada insanlık tarihi kadar eski bir
meselenin izlerini görüyoruz. Kadın
kavramı bu öyküde, Yakup’un eşi olarak her daim toprağa ve berekete meyilli
fıtratıyla, erkek bilincinin, yani Yakup’un atılgan ve biraz da savurgan fıtratına
karşılık, sükûneti ve huzuru temsil ediyor.
Aile
Özdenören
“Aile” öyküsünde teferruatlı bir şekilde bir kasabayı ve o kasabadaki bir
aileyi konu alır. Bu öykü kasabanın teferruatlı bir betimlemesiyle başlar;
zamanın ,mekanın içinde devinip duran insan yazgısının bir timsali olarak
aileye ve en nihayetinde ferde ulaşır. Öyküde betimlenen kasaba daha ilk
sayfalarda gözümüzde adeta Nuri Bilge Ceylan’ın 1997 yapımı “Kasaba” filmini
hatırlatmaktadır. Geçmiş ve gelecek arasında bir hayal gibi salınan düşünceler ile
her biri kendi kaderlerine teslimdirler. Her birinin hayatı, zamanında
yaşadıkları acılar akşam çöktüğünde kasaba atmosferinin verdiği o yalnızlık hissiyle
bir iç hesaplaşma halini alır. Süratten uzak ve zamanı göğsünden bir iç çekiş gibi
derin bir soluk misali geçiren bu kasaba, kendi topraklarındaki insanların da
göğüslerinden sancılı bir teslimiyet olur ve geçer. Bu kasaba eskidir ve bu
kasabada zaman değil, insan eskiyecektir.
Başka
bir çerçeveden bakarsak, artık bu kasaba ile bu kasabada yaşayanlar bir bütün
haline gelmiştir. Öyküye konu olan aile, bulundukları kasaba ile öyle
özdeşleşmiştir ki, biz öykünün bir yerinden sonra bu aile ile kasabayı bir
bütün halinde düşünmeye başlarız. Sanki kasaba olmasa aile, aile olmasa kasaba
olmayacak gibidir. Mekandan, aileye, aileden ferde uzanan bir yazgının kasveti
ve her ferdin çevresine olduğu kadar kendisine yabancılaşması ustaca
aktarılmıştır bu öyküde.
Çözülme
Kitaba
ismini de veren "Çözülme" öyküsü, kumar müptelası bir oğul, cefakar
bir anne, ölmek üzere olan bir baba, evine dönmek zorunda kalan evli bir kız
kardeş ve meczup bir diğer kız kardeş arasında gelişir. Bir aile dramını en
çarpıcı noktalar ile izleriz bu öyküde. İşsiz ve şansını kumarda deneyen oğul
Kerim, yaşadıkları tüm bu olumsuzluklardan babasını sorumlu tutmakta, onunla
her daim kendi içinde hesaplaşmaktadır. Bu hesaplaşmalarda küçük yaşta şiddet
de gördüğünü öğreniriz Kerim'in. Travmalı bir çocukluk geçirmiş, hayata karşı
umudu erken yaşlarda zedelenmiştir. Erken yaşlarda babasının baskısına adeta
bir başkaldırı olarak okuldan kaçmaya başlamış, kumara alışmıştır. Kerim'e göre
babası ailenin istikbalini hiç düşünmemiş ve bencilce davranmıştır.
Aileyi
bir arada tutmaya çalışan cefakar anne ise her şeyden Kerim‟i sorumlu tutmakta
ve her fırsatta bunu belli etmektedir. Oysa Kerim bir keresinde babasının
annesine iyi biri olamadığını itiraf ettiğini bile duymuştur. Kendi içinde
sürdürdüğü hesaplaşmasından, öykünün örgüsü dahilinde suçlu bir duruma
düştüğünde vazgeçer Kerim. Babasını, hesaplaşacak kadar kıymetli ve güçlü görmez.
Hayata karşı ödediği bedel ve suçlanan taraf olması, onu bir yerde, kendi
kaderine teslim ve babasına karşı mağrur kılmıştır.
Freudyen
bakış açısına göre bir oğulun babasını öldürmesi düşüncesiyle doğan suçluluk,
kıskançlık ve düşmanlık gibi bastırılmış, bilinçaltında devinen
duygular aslında toplumun kolektif yapısında devam eder. İşte çözülme de
bu noktada tamamlanır. Kerim'in suçlu olduğu an babasıyla hesaplaşmaktan
vazgeçmesi, erken yaşlardan beri "öteki" olduğu toplumun içinde her
ne kadar olumsuz ve suçlu bir duruma düşmüş de olsa bir rol sahibi olduğu
içindir. Nitekim erken yaşlarda alıştığı kumar da, talihe inanmak istediği için
defalarca, tıpkı bir nevroz haliyle tekrarladığı bir eylemdir.
Fransız
psikanalist Jacques Lacan “Les Complex Familliaux Dans La Formation de
L’individu” adlı metinde aile hakkında suallere cevap vermektedir. Ailenin
anne, baba ve çocuklardan ibaret olmasının sayısal bir veriden başka bir şey
olmadığını söylemektedir. Lacan ailenin en başta fertlerinin birbirini daimi
olarak etkilediği bir kurum olduğundan bahsedereo kan bağını ikinci plana
atmaktadır. Aile çocuğun tüm kişisel özelliklerini biçimlendirir. Aile
diğerleriyle ilk karşılaşılan yerdir ve ferdin öznelliği ailede gelişir.
Çözülmenin
zirveye ulaştığı yer olan kapitalist söylemin doğası, “özgür” yetişecek fert
için ideal bir baba kavramını mümkün kılmaz. Öykünün kahramanı Kerim açısından
bakarsak, baba kavramına ait olan yasa ve bir yanıyla ferde ait olan arzu bir
bütünlük arz etmeyince bir tarafta yasa olmadan arzu, diğer tarafta arzu
olmadan yasa kalır. Yasa olmadan arzu sınırsızdır ve ailenin diğer bireyleriyle
fert arasına bir mesafe koymaktadır. Arzusu olmayan yasa sadece kaidelerden
ibarettir. Baba bir yanıyla yasa ve arzu arasındaki bağı kurandır. Baba figüründeki
problem Kerim'de bir arzu nesnesi olarak kumar alışkanlığını ve yasa olarak da
"oyun" ve “talih” kavramlarını tetiklemiştir. Çözülme böylece fertten
aileye, oradan da topluma ve en sonunda insanlığa ve çağa ulaşmaktadır.
Kaynakça
Baudrillard,
J. (2021). “Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm”, (Çev. Oğuz Adanır). Ankara: Doğu
Batı.
Haksal,
A.H. (1999). “Rasim Özdenören‟le Öyküsü ve Sanatı Üzerine Bir Konuşma”, Yedi İklim,
107-108.
https://cerenkorulsan.com/2019/08/26/baba-islevi-hakkinda-notlar/
Kant,
I. (2020). “Eğitim Üzerine (Ruhun Eğitimi-Ahlaki Eğitim-Pratik Eğitim)” İstanbul:
Say.
Kısakürek,
N. F. (2005). “Hikayelerim:, İstanbul: Büyük Doğu.
Lacan,
J. (2001) “Les Complex Familliaux Dans La Formation de L’individu”, Autre
Ecrits, Paris: Le Seuil.
Özdenören,
R. (1998). “Çözülme”, İstanbul: İz.
Yumuşak,
F. C. (2012). “Rasim Özdenören ve Öykücülüğü”, Turkish Studies, 7/2, s. 1281-1299.
Zarifoğlu,
C. (2012). “Zengin Hayaller Peşinde”, İstanbul: Beyan.