2025

Ocak

Tasarlanmış ve mükemmel olacağına inanılan her hayatın mutlak akıbeti: Çöküş. Aklınıza devasa, aynalı camlarıyla  göğe uzanan bir binanın tuz buz olması ve olduğu yere çökmesi geldiyse de kabul; bir bataklıkta son çırpınışıyla büsbütün dibe çöken bir elin son manzarası geldiyse de. Çünkü bazen büyük bir şiddetle, bazen de sessiz sedasız çöker gideriz.

*

Yılacak, susayacak, ölecek, doğacak, buruşacak, saçılacak, duracak, uyuyacak ve uyanacak. Ne hazin bir silsilenin içinde çatlayacak başı. Kıvranan ellerinin boşluktaki gölgesinden ürkerek uyanmasından evvel rüyasında koca bir ışık ağacını sokağın ortasına taşıyacak ve geceyi aydınlatacak.

Yüzündeki ifadeleri hatırlayıp bir hayal devşirecekler onun için. En umulmaz kazalardan, en gülünç tavırlardan, en düşük ihtimallerden toplayacaklar uzuvlarını. Geçmişi, kendi geçmişlerini, diri kılmak için yeniden var edecekler onu. Hayaletlerin üzerine basarak yükselen bir yaşamın paydaşı oldukları için yapacaklar tüm bunları. Kelimeleri dizecek, sesleri toplayacak, gece vakti söylenen tüm şarkıları hatırlayacak, ani yükselen bir hazzın birden kesilmesinin uyandırdığı o dehşetle yarınlara bakacaklar. Ne hazin bir silsilenin içinde yaşıyor insan. Ne olmadık, ne olmayacak heveslerin peşinde sürükleniyor. Ne çok istiyor yüzünün aydınlık olmasını ama ne karanlıklar içinde yitip gidiyor!

Altın tozu serpilmiş koca bir ağacın yapraklarına bakarak oturuyorum, yaşım ufak henüz. Ilık bir ikindi esintisi geçiyor gövdemden. "Ne olacak?" diyorum. Hayvanlar hakkında yazılmış koca bir kitabı, kırık dökük yazımla ufacık bir deftere sığdırmaya çalışıyorum o sıralar. "Ne olacak" diyorum. "Yazabilecek miyim? Ne olacak? Yaşayabilecek miyim? Ne olacak?"

Ağzımda ilk sigaralarımdan bir sigara. Sakallarım yeni yeni çıkmaya başlamış. Kara kışta çatıları bembeyaz şehrin manzarasına bakıyorum tepelerden. Yine sorular soruyorum. Ne hazin soruların pençesinde kıvranır insan. Ne hazin merakın, şehvetin, aşkın, tutkunun, yoksulluğun, varlığın içinde yuvarlanır. İkindi esintileri geçer gövdesinden, kış olur, ayaz olur. Sabah karanlıklarında koşar hayalinin peşinden. Yaşamak aslında bir menfaat edinme biçimidir böylece, anlar.

*

Chopin'in Piano konçertosundan "Allegro Maestoso"una kulak verirseniz onda masalsı diyarların insanın tüylerini diken diken eden masumiyetiyle ve içinde bulunduğunuz hakikatin korkutucu yüzüyle aynı anda karşılaşırsınız. Varlığı inkar etme arzusu bu besteyle bir vecd haline gelir. Gölgelerin, şekillerin, renklerin ve çocuk yaşlardan bu yana dünyayı tanımak adına bildiğiniz her şeyin, geçmiş zamanı anlatan bir öykünün üslubuyla notalara dökülmesidir bu eser.

Geçmiş zamanın sesidir. Her şey bitmiştir. Tebessümleriniz, aşklarınız, kelimeleriniz, topyekûn siz; kainatın göğsünde uyunan bir uykudaki o tatlı rüyalar gibi geride kalmışsınızdır artık. Bundan sonra yaşanacak olan geçmişin zaman üzerindeki çoğalışından ibarettir sadece. Ne annenizin hatırladığınız o ilk tebessümü, ne ilk kez geçtiğiniz sokaklar, ne dokunduğunuz ilk tenin sıcaklığı, her şey mutlak bir sonun pençesinde kıvranarak yazgıya, bu bestenin yazgısına yenik düşmüştür. Geçmişin duygusuyla dolup taşarsınız yalnızca. Yaşamı, yarım kalan şeylere ait o pişmanlık yüklü hüzünle görmekten başka çareniz yoktur.

Büyük müzik dindiğinde yaylıların arasından yalnız başına duyulan piyanonun ilk başta bir isyan kadar esrik ve iddialı; ama sonra teslimiyet kadar pişman ve mahçup sesi muhteşem bir yakarma duygusudur. Tıpkı Chopin'in kendisi ya da tıpkı bizler gibi. Geçmiş, bu eserin içinde incecik bir örümcek ağı gibi örülmekte ve nereden estiği bilinmez bir rüzgarla bir o yana, bir bu yana salınıp durmaktadır.

Gittikçe sürat kazanan ve bir düşüşü andıran salınımın ardından, gücünü son bir yaşam kıpırtısı gibi umursamazlığın neşesinden alan güçlü ve ani bir yükselişle sessizliği andıran tınılara çarparsınız. İşte orası, var olmaya karşı duyulan pişmanlığın zirvesidir... Eser, tıpkı dinleyiciye hissettirdiği geçmiş duygusu gibi geleceğe ve yeniliğe adım atmaz, bu döngüyle devam ederek, söner. Ardından sanki varlığa karşı isyan duygusuna konulmuş iki nokta ile biter. Sonra yumuşak bir dokunuş gibi konçertonun ikinci eseri "Romance" başlar. Bir kıyamet sonrasının ilk dakikaları gibi: Mütereddit ve yorgun.

*

Beni bu tepkisizliğin cehenneminden kurtar. Susmanın ve daima susmayı arzulamanın cehenneminden. Güneşli sabahlarda sıra sıra dizilmiş ağaç gölgelerinin serinlettiği ıssız yollar nasıl üşütür insanı, öyle üşümek, söylemek ve anlatmak istiyorum. Avazım çıktığı kadar bağırmak belki. Bir sebepler zincirinin bağlandığı son halkayı iki elimle havaya kaldırıp işte burada demek istiyorum.

Kimseler fark etmese de büyük bir baş dönmesinin içindeyim. Dönüp duran bir çark gibi işliyor dünyam. Sürat kazanıyor, gizli devinimi çıldırtıyor beni. Her şey yerli yerinde olsun isterken, her şey yerle bir oluyor.

*

Kalabalık nereye kayboldu? Hani şu kalabalık... İçinde kendimizi emniyette hissettiğimiz şu heybetli curcuna? Orada kayıptık, bilinmiyor, görünmüyor, hatırlanmıyorduk!

Neden karanlıkla birlikte seyrelir insanlar? Her insandan bir insan olmanın hazzı, yüzü hafızalara düşse bile bir akşam vakti unutulacak bir figür, kalabalığın bir parçası olmak hani, neden esirgeniyor bizden ve insanlardan?

Oysa herkes sıradan olduğu için yaşamını sürdürür. Ne zaman kalabalıklar çekilse insanın etrafından, o zaman bir birey olur, bir birey olarak kalır... Kierkegaard bile bir birey olmanın zorluğunu ölümden sonra göze almıştır. Onun mezar taşından bellidir bu.

*

Aynı yollarda yürüdük. Aynı yollarda. Milyonlarca insan içinde, şu koskoca zaman içinde, ne büyük şeydir aynı yollarda yürümemiz. Aynı şekilde ölmeyeceğiz, biliyorum. Benim, hani o meşhur vakit vâki olduğunda loş ışıklar altında gerçekleşmesini beklediğim bir ölüm hayalim var.

Ben bu kadar ölümleyken, seninle ölümü hiç konuşmadık değil mi? O en sevdiğim eserde de dediği gibi "kafamın içi hep ölüm ihtizazlarıyla dolu" Aldırma.

Güneşli günler. Yüzünün yarısının sarı bir mucizeyle aydınlandığı günler. Çam iğneleri ardından damlayan sarı bir yaşam özüydü hakikate başkaldırışım. Bak eski taşı, eski toprağı ve eski yazıyı böyle geride bıraktım ben. Pastel renkler, ışık, güzel notalar, pitoresk bir manzara, eski bir otel odasında içilen güzel bir kadeh şarap, aheste aheste yanan mumlar, çatlayan başımı unutturacak hürriyet duygusu. Ne güzel, ne yeni bir manzumeydim hayatın ortasında. Eski olan her şeye sırtımı dönmüştüm. Aynı yerlerden geçtik sonra. Aynı yerlerden. Hepimiz, kirli papuçlarımızla, güzel bir şiir gibi, aynı ritimle, aynı inançla, yaz sabahlarında sadece bunun için uyanırdık hatta. Neler söylerdik? Geçen saatlerin tenini ürperten bir alev vardı nefesimizde. O nefesi taze dudaklarımızdan savurarak konuşurduk. Sakınmazdık.

Yeni düzeni eski şeylerle anlatamam. Aynı yollarda yürümemizden başlayıp, aynı yerlerde öleceğiz demem gerekirdi oysa. Bugünlerde bütün hisler bu basitlikle, yani bir nevi başlangıç ve sonun eşitliğiyle çözülüveriyor. Başlangıç ve sonun aynı olacağına dair müthiş bir aldatmaca var her yerde. Hayır... Aynı yerlerden geçmemiz de, o aynılığın içine gizlenmiş bir eskilik değil miydi hem? Eskiyi büsbütün terk etmek imkansız, anladım.

*

Bin duvar olsa da aşılması gereken, binlerce köşe başı beklese de beni hiç bilmediğim, yanlış akşamlarda, ışıltılı sofralarda oyalansam da, sessizliğin ortasına damlayan bir su damlası gibi olacak yine iç çekişlerim.

*

Sayfaları sarı, kalınca kapağı lekeli bir kitabın başında karşıladım sabahı. Cinsini bilmediğim kuşların ölüsünü süpüren çöpçülerin arasından yürüdüm. Başımda kanadını germiş, başka, devasa bir kuş gibi zaman; bir İngiliz şairin genç yaştaki ölümünü hatırlayarak geçtim yaşamın içinden.

*

Şubat

Zihnimizde dönüp duran imajinasyon gündelik yaşamın bir parçası haline gelmeye başladığında, hayal ve gerçeği birbirinden ayırmak için büyük bir çaba sarf etmek gerekir. Bu çaba arzuların, karanlık yanların, çıkmazların ve ilkelliğin; uyku aleminin el verdiği hürriyet ve mahremiyet duygusuyla doya doya yaşanmasıdır. Hepimiz hayaller kurarak uykuya dalarız ve bu hayaller, gündelik yaşamımızda başkalarından sakladığımız şeylerdir genellikle. Bir bakıma sanal dünya, -tercihen- el verdiği anonimlik imkanıyla bu hayalleri seyreltmiştir seyreltmesine ama yine uyku öncesinin mahremiyetini bir türlü sağlayamamıştır.


*


İç içe kılınmış çelişkileri yazmakla geçti ömrüm,
Yüz yüze edilmiş andları içmekle,
Göz göze gelinmiş yerlerden geçmekle,
Ve hiç bilmediğim kanatlarla,
Hiç bilmediğim yerlerde uçmakla.


*


Takvimden bir yaprak daha koparılır çaresiz evlerde. Bir sabah daha olmuştur çoktan. Bir gece daha olacaktır. Zaman daha yavaş geçer o evlerde. Geçerken de iz bırakmadan durmaz. Saatlere takılan gözler, günlerin bir bir tekrarlanan isimleri, ayların kaç çektiği… Konuşulur durur o evlerde. Zaman bir tek o evler için vardır sanki.


*


Bir yerlerdeki yansımamdan rahatsızım. Ay mı, su mu, gece mi beni böyle yekpare bir benlikten çıkarıp da tuz buz eden?

*


Başlangıçta kimse için eşit olmayan imkanları eşitlemek için yapılan her savaş bir teslim olma biçimidir. Varlığa, sisteme, zamana teslim olmak… Kimilerinin mücadele etmeye bile gerek yokken kavuştukları ya da mücadele etseler bile yalnızca yoğunluğu düşük bir mücadele ile kavuştukları imkanlara karşı; yaşamı bir savaş meydanı olarak görmek, eşitsizliği kabul etmekten hatta kabul etmekle kalmayıp bu eşitsizliği hoş görmekten başka ne olabilir? Oysa istemiyorum diyebilmek, elinin tersiyle her şeyi reddetmek ve kollarını bağlayıp bir koltukta son gününü beklemek bir komedya halini alan yaşama karşı gösterilebilecek en asil duruştur.


*


Nadir bulunan bir umudun gövdelendiği siyah gecenin boynuna beyaz bir pelerin gibi iliştirildi kar. Şimdi sadece kirli bir pamuk gibi dalgalanan denizi izleyerek ıssız körfezleri ve aylar sonra çıkacağı yolculukları düşündü. Zamanın geçtiğini sadece saatler göstermiyordu onun için. İçinde atan her bir nabız bir saniye dersek, o da bir saat sayılırdı. Karlı gecenin ortasında, umutlu şeyler düşünmek için olduğu yerde kendisini zorlayan, kardan ve geceden ilham toplayan, zamanını dolduran, yaşayan bir saat.

Oysa her saatin ve insanın bir ömrü vardı. Umut etmek için gecenin sessizliği tekinsizdi üstelik. Sessizlik umudun düşmanı sayılırdı. İnsan kendisiyle başbaşa kalınca umutlu şeyler düşünemezdi. Buna yeltenir, ancak buruk hisler duymaktan kendini alamazdı. Nabzı atan bir saatin, şimdi yamaçlarına karların yağdığı bu şehrin soğuk denizi karşısında şansı yoktu. Zaman soğukta donmazdı elbet ama ya insan?


*


Ben bunu uyumadan önce düşündüm! Gördüğüm ilk ufak kabustan hemen sonra henüz uykuya dalmadan. Bilirsin uyumak, bir kavanoza rengarenk bilyeler toplamak gibidir. Onlar yerinde olduğu zaman uyursun, bir tanesi kaybolursa vehimlerden vehim seç! Gün aydınlansın, ilk ışıkta o bilyeyi de bulduktan sonra uyursun elbet. Tabi ancak birkaç saat!

-"Ben bunu uyumadan önce düşündüm!"
-"Neyi?"
-"Kaybolan her şeyi… Bir bilyeyi, uykuyu, bir ömrü hatta…"

Sık Ziyaret Edilenler

Higgs Bozonu ve Çocuk Sezgimizdeki Masumiyet

Şekilcilik, Kabuk ve Öz

NON FVI, FVI, NON SVM, NON CVRO.