2024

Ocak

Benim dışarıda gördüklerime karşı akıl yorma biçimim evde Baudrillard okumak. Böyle avunuyorum. Tabi bazen Attilâ İlhan’ın “Hangi” serisine bulaşmadan da edemiyorum. Böyle birkaç metin daha var.

*

Bir aralık gözlerini yumdu. Dudakları kıvrıldı, sesi boğuldu. Ağlayacak mı, gülecek mi bilemedim.

Karanlık sokaklardan, her adımda gölgemi yakalamak isteyerek yürüdüm. Beni görmeden, gözlerini yumacağını ve ağlamak ile gülmek arasında kalacağını düşünmemiştim. Öylece durunca, zaman da onunla duracak diye oldukça tedirgindim.

*

İnsanların, birbirlerinden ansızın kopmuş bir zincirin aynı halkaları olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanların ruhundaki belli başlı kıvrımlar hiç değişmiyor, her bir insanda muhakkak bir diğeri mevcut.

*

Bilmem hangi medeniyetin entelektüel tarihi... Bilmem neyin nitel tarihi. Niceliği önceleyen tarih ise bana ait. Bir böcek olsam, kara bir böcek. Milyonlarca böcekten bir tanesi. Nicelik budur. Koltukların arasında dolaşsam tıpır tıpır. Kafka’nınki gibi bir ideal değil bu.

Bir zamanlar biriyle tanışmıştım. Bir müddet Prag’da yaşamış. Artık bundan mütevellit midir, yoksa Prag’da yaşamanın bir gerekliliği olarak gördüğünden midir bilmem, koyu Kafka hayranıydı. Ama ne hikmetse en ünlü eserlerinden birini bilmiyordu. Ona bir öğlen görüşmesinde bu eseri hediye ettim. Sevindi. Bana Prag’daki Kafka müzesini anlatmaya başladı. Aslında Kafka dahil onu sevenlerin de, bir böcek olmaktan tüm gerçekliğiyle korktukları için Gregor Samsa gibi fantezileri ulvileştirdiklerini anladım.

*

Hayal ile gerçeğin arasında dönüp duran bir sayıklama:

“Kendi dünyamı görüyorum.”

Hangi dünya, “kendimizin dünyası”, hangisi değil?

Fötr şapkalı, yeşil kazaklı bilinmez insanların ziyareti. Elde tutulduğu farz edilen bir sigaranın düşeceğinden duyulan korku. Tavana bakan, daima orada meçhul hayaller ile oyalanan bir başın içindeki cinnet ve huzur. Ölüm ve yaşam. Aydınlık ve karanlık. Tükenen bedenin içindeki yaşama cevheri yalnız hayallere aittir artık. Zaman yoktur. Bugün ve yarın, bir çizgi üzerinde geçmiş ve geleceğin insan üzerindeki tahakküm hakkını silen umursamaz bir emniyet duygusunun güvenini taşır. Her şey hiç olmadığı kadar vardır adeta. Her şey bulanık gözükse de başka bir mantığın içinde gayet berrak bir seyir halindedir.

*

Kuru ve çatal çatal kıvrılan zayıf dalların arasında kara bulutların sarktığı gri gök. Az ilerideki şoseden geçen sarı halk otobüsü. Önümde beyaz bir kağıt. Antik bir kentin bugünkü ismini hatırlamaya çalışıyorum. Saat epey ilerlemiş. Beyaz floresanlar tepemde yanıyor. Beyaz floresanları oldum olası sevmem. Bana her nedense ciddi meselelerin karşısındaki mutlak mahkumiyetimizi ve çaresizliğimizi hatırlatıyor.

Birkaç gün sonra, “ışığın olduğu yerde günah da vardır” dediğim geçmiş zamanlara ait bir akşamı hatırlıyorum. “Çaresizlik de bir günah olarak addedilebilir mi diyorum?” şimdi. Mesela, ciddi meselelerin karşısındaki çaresizliklerden doğan yılgınlıklar günah mı acaba? Tüm bunlara karşı biricik tasavvur hakkının bir yerlerde boşa harcandığını duyuyorum. Felaket hayaller dinliyorum, felaket şiirler okuyorum. Zamanı, gözlerimde cinnet hummalarıyla, bir kitabın sayfaları misali tek tek koparıp ateşe atıyorum.

*

Artık bizi tutacak bir şey yok. Dünya tutulmayacak olanların etrafında, asla tutulamayacak olan zamanla dönüyor. Hangi kitapta okumuştum unuttum: “Saatler başka saatleri ölçüyor.”

*

Yorgun çehrelerimizle geçiyoruz evlerimizin aynalarından. İlk önce şöyle fiyakalı bir bakış atıyoruz mesela. Yıllar geçiyor ayna karşısındaki kendimize bakışlarımız seyrekleşiyor ve en nihayetinde, çökmüş omuzlarımız ve dalgın gözlerimizle, bir hayaletten farksız olarak geçiyoruz onların önünden.

Bizi bekleyen ne varsa; kavga, sevgi, özlem, yaşam kaygısı, umut, şehvet, yaşamaya dair, yaşamanın kendisi olan ne varsa ardımızda, bir zamanlar fiyakayla baktığımız aynalarda asılı kalıyor.

*

Şöyle sıcak bir yuvada birbirimize sarılıp, geleceğin bir ifrit gibi bilenen keskin dişlerine karşı tedbirler almalı.

Aslında geleceğin ne denli tehlikeli olduğuna dair teferruatlıca düşünmekten kaçmamızın sebebi, geleceğin kendisini değil, onun öncelenmiş ve bilinmez ihtimallerine karşı tahayyül kudretimizin en kötüsünü düşünmesidir. Çünkü insan her şekilde ve her zaman, en kötüsüne meyyaldir.

*

Beton duvarlara siyah bir boyayla şunları yazmak isterdim:

“Felsefenin, felsefesinin, felsefesinin eleştirisi. / Çağın, çağ dışı, çağdan öte eleştirisi. / Yaşamlarımızın hiç yaşanmıyormuşçasına eleştirisi.”

*

Kuru bir gürültü var. Boğuk boğuk seslerimiz bu gürültüde kayboluyor. İnsanların telaşına anlam vermeye gayret etmekle ömrümüz geçiyor. Kendimiz de bu telaşın içindeyken tabi. Bir de başımız önümüzde, daracık ekranlardan gündemi takip ediyoruz.

Bu yüzden tüm meselelerin üzerine üçüncü bir göz olarak eğilme olanağı hepimize gelişimin işleyişi tarafından bahşedilmiş bir durum artık. Bu yüzden yargılarımız, saygılarımız, sevgilerimiz ve sövgülerimiz bu denli basit. Bir çırpıda çıkıyor içimizden. Tek bir tuş marifetiyle mesela...

Seyyahların pazarındayız. Seyyahlar etrafımızda kuru gürültülerle dönüp duruyor. Bu seyyahlar ki, hiç bir yere gitmemekle meşhurdurlar... Bu seyyahlar ki, oldukları yerde dururlar. Üçüncü gözün içinde bir üçüncü göz olarak var olurlar.

Ekranların içinde akan renklerdeler, megafonda, hoparlörde, parmaklarımızın ucunda kayan satırlarda, kablolarda ve titreşimdeler.

Hep aynı yerdeler! Hep aynı yerdeyiz...

Hiç değişmeyen, hiç değişmeyecek olan şeylerin ortasında, bir süreklilik masalıyla avunuyoruz. Sürekliliğin farklı şeyler getireceğini umuyor ve hiç tereddüt etmiyoruz. Üçüncü gözlerin toplandığı gündüz vakitlerinin içinde, okulda, hastanede, iş yerinde, misafirlikte, nerde olursak olalım, bir tek şeyin tekrarı olduğumuzu ve yanıldığımızı anlamıyoruz.

*

Ufak odanın buzlu camından izlediğim siluet. Her gün aynı şeyi anlatıyor gibi dönüp duran saat. Güzel bir uyku sonrası tavana bakarak uyandığım için kendimi sağ yanım üzerine dönmeye mecbur hissediyorum. Başımı çevirmek istiyorum. Çünkü dilimdeki bu yapışkan tat, başımdaki sersemlik, uzuvlarımdaki ağırlık, ancak ufak odanın buzlu camından izlediğim siluetin gerçek olduğunu düşünmekle hafifliyor.

-“Sabah ezanları okunuyor, üşüdün mü? Haydi uyu?”

-“Köpek neden uluyor?”

-“Nerden geldiğini anlamadığı sesi cevaplıyor.”

-“Hayır, köpeğe ne yapıyorlar kim bilir?”

-“Haydi uyu...”

Sonra otomobil farlarının arasından, içinde beyaz floresanlar yanan sarı bir otobüs uzaklaşıyor.

Bir gün yaklaşıyor, bir gün uzaklaşıyor.

Eve giriyorum. Kapıları açtığımda karşıma çıkacak şeyden bir ben ürküyor olamam. Buzlu camlar yok üstelik.

Rüyamda balon gibi, lastik gibi bir şey gözlerimin yakınında büyüyor, büyüyor ve yüksek bir yerden istemsiz salındığını sandığım vücudumun çözülecek gibi olan eklemlerinin infilakıyla birdenbire kayboluyor. Dehşetle uyanıyorum. Başımı annemin karnına yaslamış bir şekilde uyandığım sabahları hatırlıyorum. Gözlerim odanın buzlu camlarına takılıyor.

 

*

Hayatta ilk kurulan cümle ile ölmeden önce kurulan son cümlenin arasındaki fark, yaşamın mantık formülü:

Dolaysız umut (arzu)  / Dolaylı umut (beklenti) = İstenç

Hayatta ilk kez hissedilen şey ile ölmeden önce son kez hissedilen şey ise yaşamın diyalektik formülü:

Dolaysız korku (çekingenlik) / Dolaylı korku (dehşet) = Farkındalık

İstenç ve farkındalık arasında savruluyoruz.


Şubat

Melankoli’yi okuyorum, Borgna’nın o güzel eserini. Melankolinin, incecik bacakları kımıl kımıl, parlak sırtlı ihtiyar bir örümcek tarafından huşuyla hayatın kuytularına örüldüğünü duyumsuyorum.

*

Başımı ağrılardan kurtarıp, az da olsa baharın sıcaklığını müjdeleyen güneşli havanın ve şehrin içine bıraktım kendimi.

Eskisi gibi ellerim cebimde yürüdüm bir müddet. Görkemli bir bulut dağın hemen üzerine kuruluyor, eski mahallelerin, zarif parmaklar gibi uzanmış sokaklarına gümüş bir yüzük misali itinayla iliştirilmiş kubbeler gözümü alıyor, kediler minik adımlarıyla bir görünüp bir kayboluyordu.

Susayarak uyandığım, başımda kıyamet gibi gümbürdeyen ve göğsümün içinde büyük bir külfet hissettiğim sabahlardan daha hafif bir sabah içinde yürüyordum.*

Bilim adamları, kötü anıların beyinden silinebileceğini duyurmuş. Bu koskoca bir dünya edebiyatının ıskartaya çıkması demek.

*

Birinin bir daha olmayacak olmasına üzülememeye üzülmenin, vicdanın ortasında çarpan şiddetli nabzında neler gizli?

*

Michelangelo'nun "Musa"sına benzeyen bir heykel gibi duruyordu. Mütereddit ve heybetli. Kızgın kanatlarıyla güneşe doğru uçmakta garip bir yaşama hevesi bulan İkariusvari bir şey gibi de olabilirdi varlığı. Her an bir şeyler üzerine, mitolojik bir ibret olarak yaşayabilir, ya da tarihsel bir yalan üzerinde mutabık kalabilirdik onunla. Gaddar gözleri eski ölümler gibiydi.*

Uyku ile uyanıklık arasında, denize açılan büyük bir balıkçı takası görüyorum. Vakitlerden sabah olduğunu anlıyorum. Çünkü doğudan yükselmiş güneş, denizin ortasında tuzlu esintilerin dokunduğu tenleri yakmaya hazırlanıyor... Şimdi zihnimdeki balıkçı takası, denizde kesik kesik ve acele seslerle ilerledikçe kollarımdan yüzüme yayılan sıcak bir nefes  hissediyorum. Ellerim uyuşmuş bir halde uyanıyorum.

Uyku ile uyanıklık arasında, incecik bir örümceği balkon kapısı mı, yoksa pencere mi olduğunu anlamadığım bir çerçeveye doğru ayağımın ucuyla itiyorum. Çırpınıyor, iğreniyorum. Gözlerimi açtığımda odamın karanlık olduğunu görüyorum.

*

Otobüs camlarından akan manzarada gördüğüm; kahvehanelerde yıpranmış yüzlü adamlar ve bir bayide sıralanmış gazetelerden birinin manşeti: “Kuru pilava hasret kaldık...”

Bulutlu bir günün ortasında ışıksız apartman katları, trafik ışıkları, izbe dükkanlar. Çamurlu birikintiler, parmak boğumları kir tutmuş çocuklar.

Nereye gidiyoruz?

Bilinmeyen, bilinmeyecek ve her daim bilinmez kalacak bir yere...

Bunlar söylenen ve söylenecek şeyler!

Kemiklerimizdeki dirayet, gözümüzdeki ışık, damağımızdaki tat, sesimizdeki tını... Her şey yalnız bir yere, sadece bir yere akıyor.

Büyük bir camdan bakarak, hangi mecburi yüklerle düşmüş omuzlarımızın ortasındaki başı ebediyete çeviriyor, hangi güzel rüyayı göreceğimize boş yere inanıyoruz?

*

Rastlamak, caddelerin birinde rastlamak kendimize ve iki yakasına yapışıp akıbetimizi sormak. Ya da baş döndüren bir umursamazlık içinde, Hume’un azap verici bir hayat hakkında söylediklerine uyma arzusu.

Hangisi tercih edilmeli?

Ama insanı ensesinden tutup, sürükleye sürükleye zamanın önüne atan ve orada her şeyi perdesiz, tüm yalınlığıyla gösteren anlık mutluluklar da var. Yaşamı sürdüren şeyler bunlar.

Pencerelerden metal renginde bir gün ışığı sızarken, uyumak için uyandığımı hatırlıyorum. Her nedense uyumaktan vazgeçip dışarı çıkıyorum. Caddelerin birinde kendime rastlamak için Hume’un buyruklarına uymadığımı düşünüyorum.

*

Günümüzde son derece romantik bir felsefî moda hüküm sürüyor. Yani bir nevi “atı döverlerken Nietzsche ağladı” edebiyatı.

*

İnsanlık eşitsizlikle mücadele etmenin yolunu her şeyi çeşitlendirmekte buldu. Bir bilboardtaki manken, bir markanın ledlerle aydınlanan ana binasının cephesi, bir telefon modelinin kendisi ve muadilleri, ifade biçimlerinin sınırsızlığı, diplomatik ilişkilerin tekdüzeliğj, felaketlerin her daim başkalarında vücut bulan gerçekliği. Başkalarının başına gelenler, başkaları tarafından çeşitlendirilen ve başkaları tarafından yaşanılan şeylerin sonradan eklenmiş birer parçasıyız ve biz olmasak da bu olaylar silsilesi devam edebilir.

*

Cam kırıkları gibi bir yağmur. Silinmiş yüzlerin, çarşıların ve çardakların arasından deri ceketimdeki yağmur damlalarını silkelemeden ilerliyorum.

*

Yaşamak kutsal bir şey olsaydı, onu örselememek için yaşamamayı tercih ederdik.

*

Bazı kelimeleri hala çocuk gibi telaffuz ediyor. Bu, bazı insanların anlık bir dalgınlıkla geçmişe duydukları özlemden başka ne olabilir?

Fakat bu da büsbütün doğru değil. Bazı insanlar geçmişe düşmanca bir tavır takınırlar. Bir de unutulmayacağı söylense de, bazı insanların aklından çabucak çıkar geçmiş.Tamamlanmışlık hissi demirden pençeleriyle yakalar onları. Her şey bitmiştir artık.

Her şey bir çelişki halindedir. Her sorunun cevabı kaypak bir zeminde salınır durur ama elde edilemez.

*

Sıvası dökülmüş duvarlarda dolaşan ve sonra bir noktaya sabit kalarak, sessizlik içinde her şekil ve renkte bir doğumun sancısı misali büyüyen o ince ve soğuk teri hisseden göz.

Sızlayan şakaklar, göz kapaklarının içinde dolaşan ve insanı yaka paça uykunun dışına iten hayaller.

Bizi, düğümlenen bir ipi, ellerimizin taze eklemleriyle takip etmek ve sonra, sıvası dökülmüş duvarlar ortasında asla gelmeyecek olan bir zamanı beklemek yaşatıyor.

*

Durgun denizin birdenbire kudurmasıyla kumsaldaki köpeklerin ulumaya başlaması, yosunlu çakıllar, genizde büyüyen nemli ve ekşi tat. Ilık ve -nedense- köpüklü americano. Karşı kıyıları perdeleyen sis. Az önce Unomuno’nun trajediyi anlatan bir kitabını elimden bıraktım. Bal köpüğü iri bir çift gözün yansıdığı çelik sigara tabakamı yanıma aldım bir tek. Denizin böyle hırçınlaşması beni uzak bir yerlerdeki, belki uzak bir geçmişteki, o her birimizin aşina olduğu imkansızlık duygusuna çekiyordu.

Birkaç saat sonra sanki Pink Floyd’un “Terminal Frost” parçasını dinler gibi, farları yakılmış ve virajları temkinle alan bir otomobilin içinde, birer silüetten ibaret ormanların kuytularındaki ölümleri düşünerek, uzakta bir ışık birikintisi halini alan şehre dönüyordum.


Mart

Mütereddit bir çocukluk geçirdim. Karanlıklar da, buz üstünde yürüyormuşum gibi gelirdi, aydınlıklar da.

*

Katıksız kötülüğün ve masumiyetin insanın içinde aynı kaynaktan doğduğunu düşünüyorum. İkisi de aynı ilkel duygudan beslenip, aynı yerde meydana geliyorlar. İkisinde de yaşanılan zamanın tesiri yok ve ikisinde de insanın kendi varlığı önceleniyor. Netice, kendi akışındaki tabiat üzerinde çoktan tahakküm kurmuş "en nihayetinde -aciz- bir insan olmanın" sonradan edinilmiş mesuliyetsizliği.

*

Birdenbire kendi istikametinden şüphe duyan ve yavaşlayan insanın yüzündeki tereddüt.Güneşin yalnızca toprağa ve ağaçlara değil, aynı zamanda insanın gözbebeklerinden, parmak uçlarına kadar neredeyse zorla yayılmış olan sancılı sıcaklığı. Yeni bir baharın her istikametten aynı anda ve beklenen zamandan birşeyleri dehşetle koparmış olarak gelmesi.

*

Gecenin bir saatinden sonra baş döndürücü uykusuzluk. Bahçede kıvrak bir kedi silüeti. Sokak lambalarından sisli bir yoğunlukla sabahı bekleyen yaprakların üzerine yayılan ve yaprakların titrek çizgilerinde gölgelenen ışık.

Bilmem şimdi nerede, bilmem hangi kaldırımın hangi karosuna dökülen, kimin olduğu meçhul bir damla kan, artık koca bir evrenin uykusunu kaçırma kudretini yitirmiş olsa da; tekinsiz bir karanlığın içinden ciltli kitapların yerlerindeki ağırlıklarını ve saatin bir türlü ilerlemeyen akreple yelkovanını sezerek sabahı bekleyen benim gibilerin uykularına kastetmeye devam ediyor.

Bir yerlerde ölümün varlığını ve onun her şekil ve her renge bürünerek aramızda dolaştığını bilip de nasıl uyuyabilir insan?

Fakat bu yine de ölüm korkusu değildir. Bu, ölümün insanlık tarihiyle aynı yaşta olan varlığına karşı duyulan ve ancak şimdilerde revaçta olan kelimelerle tarif ederek ona hiç istemeden mecburen haksızlık edeceğimiz türden bir şeydir.

Mesela "hakikat" deriz... Hakikat demek artık milyonlarca izlenmek demektir. Hakikat diyerek saatlerce saçmalasak bile muhakkak bilge ve haklı görünürüz. Ölümle ilgili konuşurken "hakikat" demişsek eğer: ekonomik ve sosyo-kültürel buhranların ortasında insanlığın serüvenini bir çırpıda tarif edebilmiş olmanın büyülü şöhretine adım atmışız demektir. Hayatta olan için hala başlı başına bir muamma olan ölümü, hudutları belirsiz muğlak bir kelime ile eş tutmak bizi, kendimize ve çağımıza dair birçok mesuliyetten bir anda kurtarır.

*

Artık kitle iletişim araçlarının tek vazifesi, ilgi çekebilecek bir Cardiff devi belirleyip, onu şuurlarımıza itinayla sakladıktan sonra defalarca yeniden buluyormuş gibi yapmak.

*

Mesai saatinin bitimi ile sabah bir kenara bırakmış oldukları tüm lüks alışkanlıklarını yeniden yanlarına alarak cıvıl cıvıl sesleriyle caddeyi dolduran insanların ve vitrinlerden yansıyan göz alıcı ışıkların arasında damla damla eridiğimi hissettim.

Tüm bu insanların ve akşamın telaşı ortasında, ellerim cebimde ve başım önümde aylak aylak yürürken The Rolling Stones'un "Angie"sini nefesim tükenene dek mırıldanmaya dair şiddetli bir arzu duydum...

"Angie, where will it lead us from here?"

*

Gelenek bir sınır mı, yoksa bir pranga mı?

Bir ihtimale göre gelenek, şu ana kadar insanlık tarihinde söylenebilecek her şey söylendiği ve yapılabilecek her şey yapıldığı için doğal bir sınır.

Bir diğer ihtimale göre ise insanlık, söylenmiş her şeyin üzerine yeni bir şey söylemeyi ve yapılmış her şeyin üzerine yeni bir şey yapmayı; her saniye kendi mirasına bir tuğla daha ekleyen geleneğin baş döndürücü süratinin mahkumu olduğu için pek güç buluyor.

Üzerinde düşünülmemiş bir başka ihtimal ise insanlığın gelişme güdüsü daima yenilenen geleneğin imkan koşullarının kendisine her zaman başka biri tarafından sunulmasının kolaycılığına kurban gitmek üzere.

Hareket geçmeye niyetlenen ve sonra vazgeçen insanların tek mottosu: "Yeni bir keşfi çoktan başkaları yapmıştır, yeni bir sözü çoktan başkaları söylemiştir bile."

Gelenek kendimizi en hür hissettiğimiz mahkumiyetimizdir.

*

Kutsal yaralar, kendilerine bahşedilen kutsiyetlerini daima kanayacak olmalarından alırlar. İyileşmeye başlayan bir yaranın kutsal olduğu düşünülemez.

*

Bir duman perdesi ardından görünen yüzün. Aslında şimdi bu yüzün, bana takriben iki yıl evvel bir kış sabahının karanlığında görünmüş ve o vakitten itibaren hayatımda hiç ummadığım bir tesire yol açmıştır. Seni, tüm bu sermestliğin ortasında, beni en akıl almaz serkeşliklere yakıştıran tuhaf suratların arasında bir kez daha görüyorum. Yine incesin, yine bir hayal, bir su, bir çiçeğin yaprağı gibi yalın ve sade. Eskilere ait bir aydınlık ve karanlık dualizminden bahsederek, eski bir yaşanmışlık ya da kavga, ya da hırs, hiç fark etmez; elde edemediğim tüm şeyleri sana katıyorum şimdi. Bir ara, an geliyor sana bu dumanlı, bu kaypak yerlerden seslenmek istiyorum. Hayat ile alakalı yenilmemeye ait bir şeyler alıkoyuyor beni.

Ben, az önce yağan o vahşi yağmurla parlayan kaldırım üzerinde, gecenin serinliğini her zerresinde duyan ben, seni tüm hazların ve yaşanmışlığın ötesinde görüyorum. Gece ve gündüz fark etmiyor ölmek için. Ne de olsa, doğumların saati dakikası dakikasına tutulurken, ölümlerin saatinin dakikası bir türlü tam olarak tespit edilemiyor.

*

Sadece karanlık ve teslimiyet. İnsana ömrü boyunca yetebilecek şeyler bunlar.

*

Gençlik yıllarıma ait bir fotoğrafıma bakarken şöyle diyorum: "Vazgeçmiş mi, yoksa anlamış mı, yoksa anlayacak mı? Belli değilim bu fotoğrafta."

*

Karanlığa yolculuk yapıyorum. Her seferinde yeniden. Daha önce hiç olmamış gibi. Rutubetli duvarlara, bir türlü aydınlanmayan güne, sessizliğin, sanki insanın dudaklarından fışkıran bir safra halinde kendi başına kalmış eşyaların üzerine yağan kirine, ezelî çaresizliğe, kabul ettiğim tüm kötülüklere ve bir gün yüzümüzdeki maskeleri canımızı acıtmak pahasına söküp alacak gerçeklere doğru gidiyorum. Perdelerin arasından nokta nokta bir leke halinde beyaz yatağın üstüne sıçrayan güneş, ilkelliğin kokuları, döngüsel eziyetler, başımda tükenmek bilmez bir sersemlik, sebebini bir türlü bilmediğim bir pişmanlık.

*

Beni, yeni açmış, baharı aylar boyu incecik gövdesinde bir çocuk neşesiyle beklemiş ve en nihayetinde dirilişe fırsat bulmuş bir çiçek farz ederseniz de hikayem bitmez; bir köşede kan ve istifra arasında kendi zehrini soluyan bir bahtsız olarak görseniz de. Benim için fark etmez.

"Haydi biraz daha tükenişe!"

Eşek gözlü bir adamın, kabuklu dudaklarından sıyrılan acemi bir küfür gibi gece...

"Haydi biraz daha, biraz daha tükenişe!"

*

İnsanlığın şimdilerde gözünü diktiği hedef, acısız ve lüks bir şekilde hayatına son verme eğiliminin normalleşmesi...İnsanlık dini yasakların ve topluma karşı mahcubiyetin ötesine bir adım atmaya hazırlanıyor. İmgesel değil üstelik, bizzat kendi varlığını yok edebilme hürriyeti gibi somut bir olumsuzlama ile. İntihar kapsülü üreten bir firma İsviçre'de onay almış. Artık isteyenler bir kapsülün içine girerek, az sonra salınacak zehirli bir gazla hayatına son verme lüksüne sahip. İntiharın istatiksel yönü hakkında epey kalın bir kitap yazmış Durkheim'ın, en az yazdığı kitap kadar geniş bir başka kitap daha yazabileceği bir dünyaya doğru gidiyoruz. Bu kez sadece intihar değil, onun yeni yeni oluşan kapitalizmi de yazılabilir artık. Cioran'ın ise "bizi yaşatan şeyin istediğimiz zaman kendimizi öldürme fikri olduğuna dair" yaptığı müthiş tespit, toplumun kaçış yollarında bu kapsüle koşacakların oluşturduğu kaosa kulak asmadan ağır aksak yürüyeceklerin dudaklarındaki ince ve alaycı tebessümlerle onaylanacak. Ölüm kapitalleşecek, çünkü insanlık tüm mirasını "ihtiyaç haline gelen her şeyi kazanca çevirmek" üzerine inşa etmiştir.

*

Bir süre sonra dünyaya derin, çok derin bir boşluğa bakar gibi bakmaya başlıyorsun. Şiirlerini yakıyor, yazdıklarını yalanlıyor, bir zamanlar etmiş olduğun dualarını saklıyorsun. Artık bir şeyler, mesela tuhaf bir adamın sarf ettiği sözler ve kendisiyle savaşı ya da bir dilencinin yalvarışları seni ilgilendirmiyor. Yeni bir mucize gibi binlerce yıldır beklenen umuda ve inanca dair ıssız bir kaldırım üzerinde nutuklar atıyorsun. Yastığının altından başına destek yaptığın uyuşmuş elini uyku mahmurluğuyla umursamıyorsun bile. Hissetmemek işine geliyor.   Karşına geçip de, teslim etmek üzere olduğu benliğiyle sana mahzun mahzun bakan ve ince bir hayalden ibaret olan hazların karşısına şirin görünümlü olan ama her zaman mühim bir hakikat çıkıyor. Yaşama dair kanunun bu olduğunu öğreniyorsun. Kuru ağaç dallarının sivrilen uçlarına konmuş kara kargalar ötecek mi diye, bir saati, bir onları tedirginlikle kolluyorsun. Güneş apartman cephelerinde huzur dolu eski günlerin ışığını içiyor. Her şey solgun ve yıpranmış. Gözlerini kapatıyor ve bu kez kendi içine derin, çok derin bir boşluğa bakar gibi bakmaya başlıyorsun.

*

Dramın inceliği hayatın kaba yönüyle kesişince ortaya cikan şey sarsıcı bir gerçeklik oluyor.

*

Silinmek, bir zamanlar olunan yerde olmamak ve bir daha hiç olmayacak olmak. Yaşam destanımızı, verdiğimiz mücadeleyi bir müddet sonra kimselerin bilmeyecek olması... Tedirgin uykulardan ve yaşama gayretinden oluşan bu saf ve katıksız dayanışmamız,; ağrıyacaksak beraber ağrımak, ağlayacaksak beraber ağlamak ve aynı çocuksu neşeyi yaşamaktan ibaret yaşamımız, günü geldiğinde bilinmez ve geçmişe ait olacak.

*

Kimse ne olduğunu bilmiyor ama herkes herkesin ne olacağına karar verme yetkisini hak buluyor kendisinde. İnsanlık tarihi kadar eski bir haksız kazanç olabilir bu. Bu kazancın sözde şeffaf menfaatinin sürdüğü ve pay edildiği sistem(?). Bir sistem olarak varsayılabilir mi?- O zaman ya sistemsizliğini gizleyebilecek kadar akıllı ama eksik bir sistem içindeyiz ya da sistemimiz yalnızca bir sistem arzumuzun yanılsaması.

*

Yeni bir şeyler söylemek istiyordum,

Sadece devasa ıssızlıklar ortasında,

Açık unutulmuş bir çeşme tıpırtısında,

Bir ayak sesi, bir araba homurtusunda.

*

Artık isyanın da bir önemi yok. Ağırlığıyla sarhoş edecek kadar serkeş cümleler kurduktan sonra, mavisi solan bir günün sonundaki ıssızlığa benziyor yüzlerimiz. Sesimizi yollar alıyor ve bir çırpıda yutuyorlar artık. Bakışları şiddetli ve gözlerinde hiç de sıradan olmayan hatıraların saklandığı yabancılar görüyorum. Bir bir gelip gidiyorlar. Eve yalnız, yapayalnız dönüyorum. Yalnızca yabancılar da değil, gözlerini kaçıran bir tanıdığın, hemen sağ yanındaki ciddi binaların arasından görünen gökyüzüne muzip bakışı aklımda kalıyor bir tek. Hangi felsefî problemin içinde yarım kalmış varlığının geri kalanını arıyor?

Gümüş renkli bir deniz gibi önümde açılan sokağımdan, bulanık uykular uyuyacağım evime giriyorum.

*

İyi yazılmış bir roman gibi. Karışık, tuhaf ama cesur.

Bulutların arasından güneş yüzünü akşama doğru gösterdi.

Bir odanın içindeyim.

Camları kirli.

Baktığımda güneşi içtiğim denizle dolu o manzara ve yaz ıssızlığı yakın gibi geliyor bana.

İyi yazılmış bir şiir gibi acı verici bir akşam istiyorum.

O eski mahalleden hiç üşümeden inmeliyim ve yola çıkmadan gençlik yalnızlığımı içmiş olmalıyım.

Bir bütün halinde tepemden aşağıya dökülen bir şehir üstüm başım.

Seninle tüm bu zorluklar ve kirlenmiş olmam hakkında zırvalamak isterdim şimdi.

Yine dere kenarındaki köprü manzaralı o mekanda.

*

Bu öğlen yağmurunun penceremdeki izlerini yattığım yerden, zihnimde takip ediyorum. Beni herkesin birbirinden bir şeyler sakladığı o karanlık dünyanın kuytularına götürüyor. Garip muhasebeler, sinsi serzenişler, menfaat dolu temenniler ve kibir yüklü söylevler. Herkesin içinde o dünyanın izi var.

Sık Ziyaret Edilenler

Higgs Bozonu ve Çocuk Sezgimizdeki Masumiyet

Şekilcilik, Kabuk ve Öz

NON FVI, FVI, NON SVM, NON CVRO.