2024

Ocak

Benim dışarıda gördüklerime karşı akıl yorma biçimim evde Baudrillard okumak. Böyle avunuyorum. Tabi bazen Attilâ İlhan’ın “Hangi” serisine bulaşmadan da edemiyorum. Böyle birkaç metin daha var.

*

Bir aralık gözlerini yumdu. Dudakları kıvrıldı, sesi boğuldu. Ağlayacak mı, gülecek mi bilemedim.

Karanlık sokaklardan, her adımda gölgemi yakalamak isteyerek yürüdüm. Beni görmeden, gözlerini yumacağını ve ağlamak ile gülmek arasında kalacağını düşünmemiştim. Öylece durunca, zaman da onunla duracak diye oldukça tedirgindim.

*

İnsanların, birbirlerinden ansızın kopmuş bir zincirin aynı halkaları olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanların ruhundaki belli başlı kıvrımlar hiç değişmiyor, her bir insanda muhakkak bir diğeri mevcut.

*

Bilmem hangi medeniyetin entelektüel tarihi... Bilmem neyin nitel tarihi. Niceliği önceleyen tarih ise bana ait. Bir böcek olsam, kara bir böcek. Milyonlarca böcekten bir tanesi. Nicelik budur. Koltukların arasında dolaşsam tıpır tıpır. Kafka’nınki gibi bir ideal değil bu.

Bir zamanlar biriyle tanışmıştım. Bir müddet Prag’da yaşamış. Artık bundan mütevellit midir, yoksa Prag’da yaşamanın bir gerekliliği olarak gördüğünden midir bilmem, koyu Kafka hayranıydı. Ama ne hikmetse en ünlü eserlerinden birini bilmiyordu. Ona bir öğlen görüşmesinde bu eseri hediye ettim. Sevindi. Bana Prag’daki Kafka müzesini anlatmaya başladı. Aslında Kafka dahil onu sevenlerin de, bir böcek olmaktan tüm gerçekliğiyle korktukları için Gregor Samsa gibi fantezileri ulvileştirdiklerini anladım.

*

Hayal ile gerçeğin arasında dönüp duran bir sayıklama:

“Kendi dünyamı görüyorum.”

Hangi dünya, “kendimizin dünyası”, hangisi değil?

Fötr şapkalı, yeşil kazaklı bilinmez insanların ziyareti. Elde tutulduğu farz edilen bir sigaranın düşeceğinden duyulan korku. Tavana bakan, daima orada meçhul hayaller ile oyalanan bir başın içindeki cinnet ve huzur. Ölüm ve yaşam. Aydınlık ve karanlık. Tükenen bedenin içindeki yaşama cevheri yalnız hayallere aittir artık. Zaman yoktur. Bugün ve yarın, bir çizgi üzerinde geçmiş ve geleceğin insan üzerindeki tahakküm hakkını silen umursamaz bir emniyet duygusunun güvenini taşır. Her şey hiç olmadığı kadar vardır adeta. Her şey bulanık gözükse de başka bir mantığın içinde gayet berrak bir seyir halindedir.

*

Kuru ve çatal çatal kıvrılan zayıf dalların arasında kara bulutların sarktığı gri gök. Az ilerideki şoseden geçen sarı halk otobüsü. Önümde beyaz bir kağıt. Antik bir kentin bugünkü ismini hatırlamaya çalışıyorum. Saat epey ilerlemiş. Beyaz floresanlar tepemde yanıyor. Beyaz floresanları oldum olası sevmem. Bana her nedense ciddi meselelerin karşısındaki mutlak mahkumiyetimizi ve çaresizliğimizi hatırlatıyor.

Birkaç gün sonra, “ışığın olduğu yerde günah da vardır” dediğim geçmiş zamanlara ait bir akşamı hatırlıyorum. “Çaresizlik de bir günah olarak addedilebilir mi diyorum?” şimdi. Mesela, ciddi meselelerin karşısındaki çaresizliklerden doğan yılgınlıklar günah mı acaba? Tüm bunlara karşı biricik tasavvur hakkının bir yerlerde boşa harcandığını duyuyorum. Felaket hayaller dinliyorum, felaket şiirler okuyorum. Zamanı, gözlerimde cinnet hummalarıyla, bir kitabın sayfaları misali tek tek koparıp ateşe atıyorum.

*

Artık bizi tutacak bir şey yok. Dünya tutulmayacak olanların etrafında, asla tutulamayacak olan zamanla dönüyor. Hangi kitapta okumuştum unuttum: “Saatler başka saatleri ölçüyor.”

*

Yorgun çehrelerimizle geçiyoruz evlerimizin aynalarından. İlk önce şöyle fiyakalı bir bakış atıyoruz mesela. Yıllar geçiyor ayna karşısındaki kendimize bakışlarımız seyrekleşiyor ve en nihayetinde, çökmüş omuzlarımız ve dalgın gözlerimizle, bir hayaletten farksız olarak geçiyoruz onların önünden.

Bizi bekleyen ne varsa; kavga, sevgi, özlem, yaşam kaygısı, umut, şehvet, yaşamaya dair, yaşamanın kendisi olan ne varsa ardımızda, bir zamanlar fiyakayla baktığımız aynalarda asılı kalıyor.

*

Şöyle sıcak bir yuvada birbirimize sarılıp, geleceğin bir ifrit gibi bilenen keskin dişlerine karşı tedbirler almalı.

Aslında geleceğin ne denli tehlikeli olduğuna dair teferruatlıca düşünmekten kaçmamızın sebebi, geleceğin kendisini değil, onun öncelenmiş ve bilinmez ihtimallerine karşı tahayyül kudretimizin en kötüsünü düşünmesidir. Çünkü insan her şekilde ve her zaman, en kötüsüne meyyaldir.

*

Beton duvarlara siyah bir boyayla şunları yazmak isterdim:

“Felsefenin, felsefesinin, felsefesinin eleştirisi. / Çağın, çağ dışı, çağdan öte eleştirisi. / Yaşamlarımızın hiç yaşanmıyormuşçasına eleştirisi.”

*

Kuru bir gürültü var. Boğuk boğuk seslerimiz bu gürültüde kayboluyor. İnsanların telaşına anlam vermeye gayret etmekle ömrümüz geçiyor. Kendimiz de bu telaşın içindeyken tabi. Bir de başımız önümüzde, daracık ekranlardan gündemi takip ediyoruz.

Bu yüzden tüm meselelerin üzerine üçüncü bir göz olarak eğilme olanağı hepimize gelişimin işleyişi tarafından bahşedilmiş bir durum artık. Bu yüzden yargılarımız, saygılarımız, sevgilerimiz ve sövgülerimiz bu denli basit. Bir çırpıda çıkıyor içimizden. Tek bir tuş marifetiyle mesela...

Seyyahların pazarındayız. Seyyahlar etrafımızda kuru gürültülerle dönüp duruyor. Bu seyyahlar ki, hiç bir yere gitmemekle meşhurdurlar... Bu seyyahlar ki, oldukları yerde dururlar. Üçüncü gözün içinde bir üçüncü göz olarak var olurlar.

Ekranların içinde akan renklerdeler, megafonda, hoparlörde, parmaklarımızın ucunda kayan satırlarda, kablolarda ve titreşimdeler.

Hep aynı yerdeler! Hep aynı yerdeyiz...

Hiç değişmeyen, hiç değişmeyecek olan şeylerin ortasında, bir süreklilik masalıyla avunuyoruz. Sürekliliğin farklı şeyler getireceğini umuyor ve hiç tereddüt etmiyoruz. Üçüncü gözlerin toplandığı gündüz vakitlerinin içinde, okulda, hastanede, iş yerinde, misafirlikte, nerde olursak olalım, bir tek şeyin tekrarı olduğumuzu ve yanıldığımızı anlamıyoruz.

*

Ufak odanın buzlu camından izlediğim siluet. Her gün aynı şeyi anlatıyor gibi dönüp duran saat. Güzel bir uyku sonrası tavana bakarak uyandığım için kendimi sağ yanım üzerine dönmeye mecbur hissediyorum. Başımı çevirmek istiyorum. Çünkü dilimdeki bu yapışkan tat, başımdaki sersemlik, uzuvlarımdaki ağırlık, ancak ufak odanın buzlu camından izlediğim siluetin gerçek olduğunu düşünmekle hafifliyor.

-“Sabah ezanları okunuyor, üşüdün mü? Haydi uyu?”

-“Köpek neden uluyor?”

-“Nerden geldiğini anlamadığı sesi cevaplıyor.”

-“Hayır, köpeğe ne yapıyorlar kim bilir?”

-“Haydi uyu...”

Sonra otomobil farlarının arasından, içinde beyaz floresanlar yanan sarı bir otobüs uzaklaşıyor.

Bir gün yaklaşıyor, bir gün uzaklaşıyor.

Eve giriyorum. Kapıları açtığımda karşıma çıkacak şeyden bir ben ürküyor olamam. Buzlu camlar yok üstelik.

Rüyamda balon gibi, lastik gibi bir şey gözlerimin yakınında büyüyor, büyüyor ve yüksek bir yerden istemsiz salındığını sandığım vücudumun çözülecek gibi olan eklemlerinin infilakıyla birdenbire kayboluyor. Dehşetle uyanıyorum. Başımı annemin karnına yaslamış bir şekilde uyandığım sabahları hatırlıyorum. Gözlerim odanın buzlu camlarına takılıyor.

*

Hayatta ilk kurulan cümle ile ölmeden önce kurulan son cümlenin arasındaki fark, yaşamın mantık formülü:

Dolaysız umut (arzu)  / Dolaylı umut (beklenti) = İstenç

Hayatta ilk kez hissedilen şey ile ölmeden önce son kez hissedilen şey ise yaşamın diyalektik formülü:

Dolaysız korku (çekingenlik) / Dolaylı korku (dehşet) = Farkındalık

İstenç ve farkındalık arasında savruluyoruz.


Şubat

Melankoli’yi okuyorum, Borgna’nın o güzel eserini. Melankolinin, incecik bacakları kımıl kımıl, parlak sırtlı ihtiyar bir örümcek tarafından huşuyla hayatın kuytularına örüldüğünü duyumsuyorum.

*

Başımı ağrılardan kurtarıp, az da olsa baharın sıcaklığını müjdeleyen güneşli havanın ve şehrin içine bıraktım kendimi.

Eskisi gibi ellerim cebimde yürüdüm bir müddet. Görkemli bir bulut dağın hemen üzerine kuruluyor, eski mahallelerin, zarif parmaklar gibi uzanmış sokaklarına gümüş bir yüzük misali itinayla iliştirilmiş kubbeler gözümü alıyor, kediler minik adımlarıyla bir görünüp bir kayboluyordu.

Susayarak uyandığım, başımda kıyamet gibi gümbürdeyen ve göğsümün içinde büyük bir külfet hissettiğim sabahlardan daha hafif bir sabah içinde yürüyordum.*

Bilim adamları, kötü anıların beyinden silinebileceğini duyurmuş. Bu koskoca bir dünya edebiyatının ıskartaya çıkması demek.

*

Birinin bir daha olmayacak olmasına üzülememeye üzülmenin, vicdanın ortasında çarpan şiddetli nabzında neler gizli?

*

Michelangelo'nun "Musa"sına benzeyen bir heykel gibi duruyordu. Mütereddit ve heybetli. Kızgın kanatlarıyla güneşe doğru uçmakta garip bir yaşama hevesi bulan İkariusvari bir şey gibi de olabilirdi varlığı. Her an bir şeyler üzerine, mitolojik bir ibret olarak yaşayabilir, ya da tarihsel bir yalan üzerinde mutabık kalabilirdik onunla. Gaddar gözleri eski ölümler gibiydi.*

Uyku ile uyanıklık arasında, denize açılan büyük bir balıkçı takası görüyorum. Vakitlerden sabah olduğunu anlıyorum. Çünkü doğudan yükselmiş güneş, denizin ortasında tuzlu esintilerin dokunduğu tenleri yakmaya hazırlanıyor... Şimdi zihnimdeki balıkçı takası, denizde kesik kesik ve acele seslerle ilerledikçe kollarımdan yüzüme yayılan sıcak bir nefes  hissediyorum. Ellerim uyuşmuş bir halde uyanıyorum.

Uyku ile uyanıklık arasında, incecik bir örümceği balkon kapısı mı, yoksa pencere mi olduğunu anlamadığım bir çerçeveye doğru ayağımın ucuyla itiyorum. Çırpınıyor, iğreniyorum. Gözlerimi açtığımda odamın karanlık olduğunu görüyorum.

*

Otobüs camlarından akan manzarada gördüğüm; kahvehanelerde yıpranmış yüzlü adamlar ve bir bayide sıralanmış gazetelerden birinin manşeti: “Kuru pilava hasret kaldık...”

Bulutlu bir günün ortasında ışıksız apartman katları, trafik ışıkları, izbe dükkanlar. Çamurlu birikintiler, parmak boğumları kir tutmuş çocuklar.

Nereye gidiyoruz?

Bilinmeyen, bilinmeyecek ve her daim bilinmez kalacak bir yere...

Bunlar söylenen ve söylenecek şeyler!

Kemiklerimizdeki dirayet, gözümüzdeki ışık, damağımızdaki tat, sesimizdeki tını... Her şey yalnız bir yere, sadece bir yere akıyor.

Büyük bir camdan bakarak, hangi mecburi yüklerle düşmüş omuzlarımızın ortasındaki başı ebediyete çeviriyor, hangi güzel rüyayı göreceğimize boş yere inanıyoruz?

*

Rastlamak, caddelerin birinde rastlamak kendimize ve iki yakasına yapışıp akıbetimizi sormak. Ya da baş döndüren bir umursamazlık içinde, Hume’un azap verici bir hayat hakkında söylediklerine uyma arzusu.

Hangisi tercih edilmeli?

Ama insanı ensesinden tutup, sürükleye sürükleye zamanın önüne atan ve orada her şeyi perdesiz, tüm yalınlığıyla gösteren anlık mutluluklar da var. Yaşamı sürdüren şeyler bunlar.

Pencerelerden metal renginde bir gün ışığı sızarken, uyumak için uyandığımı hatırlıyorum. Her nedense uyumaktan vazgeçip dışarı çıkıyorum. Caddelerin birinde kendime rastlamak için Hume’un buyruklarına uymadığımı düşünüyorum.

*

Günümüzde son derece romantik bir felsefî moda hüküm sürüyor. Yani bir nevi “atı döverlerken Nietzsche ağladı” edebiyatı.

*

İnsanlık eşitsizlikle mücadele etmenin yolunu her şeyi çeşitlendirmekte buldu. Bir bilboardtaki manken, bir markanın ledlerle aydınlanan ana binasının cephesi, bir telefon modelinin kendisi ve muadilleri, ifade biçimlerinin sınırsızlığı, diplomatik ilişkilerin tekdüzeliğj, felaketlerin her daim başkalarında vücut bulan gerçekliği. Başkalarının başına gelenler, başkaları tarafından çeşitlendirilen ve başkaları tarafından yaşanılan şeylerin sonradan eklenmiş birer parçasıyız ve biz olmasak da bu olaylar silsilesi devam edebilir.

*

Cam kırıkları gibi bir yağmur. Silinmiş yüzlerin, çarşıların ve çardakların arasından deri ceketimdeki yağmur damlalarını silkelemeden ilerliyorum.

*

Yaşamak kutsal bir şey olsaydı, onu örselememek için yaşamamayı tercih ederdik.

*

Bazı kelimeleri hala çocuk gibi telaffuz ediyor. Bu, bazı insanların anlık bir dalgınlıkla geçmişe duydukları özlemden başka ne olabilir?

Fakat bu da büsbütün doğru değil. Bazı insanlar geçmişe düşmanca bir tavır takınırlar. Bir de unutulmayacağı söylense de, bazı insanların aklından çabucak çıkar geçmiş.Tamamlanmışlık hissi demirden pençeleriyle yakalar onları. Her şey bitmiştir artık.

Her şey bir çelişki halindedir. Her sorunun cevabı kaypak bir zeminde salınır durur ama elde edilemez.

*

Sıvası dökülmüş duvarlarda dolaşan ve sonra bir noktaya sabit kalarak, sessizlik içinde her şekil ve renkte bir doğumun sancısı misali büyüyen o ince ve soğuk teri hisseden göz.

Sızlayan şakaklar, göz kapaklarının içinde dolaşan ve insanı yaka paça uykunun dışına iten hayaller.

Bizi, düğümlenen bir ipi, ellerimizin taze eklemleriyle takip etmek ve sonra, sıvası dökülmüş duvarlar ortasında asla gelmeyecek olan bir zamanı beklemek yaşatıyor.

*

Durgun denizin birdenbire kudurmasıyla kumsaldaki köpeklerin ulumaya başlaması, yosunlu çakıllar, genizde büyüyen nemli ve ekşi tat. Ilık ve -nedense- köpüklü americano. Karşı kıyıları perdeleyen sis. Az önce Unomuno’nun trajediyi anlatan bir kitabını elimden bıraktım. Bal köpüğü iri bir çift gözün yansıdığı çelik sigara tabakamı yanıma aldım bir tek. Denizin böyle hırçınlaşması beni uzak bir yerlerdeki, belki uzak bir geçmişteki, o her birimizin aşina olduğu imkansızlık duygusuna çekiyordu.

Birkaç saat sonra sanki Pink Floyd’un “Terminal Frost” parçasını dinler gibi, farları yakılmış ve virajları temkinle alan bir otomobilin içinde, birer silüetten ibaret ormanların kuytularındaki ölümleri düşünerek, uzakta bir ışık birikintisi halini alan şehre dönüyordum.


Mart

Mütereddit bir çocukluk geçirdim. Karanlıklar da, buz üstünde yürüyormuşum gibi gelirdi, aydınlıklar da.

*

Katıksız kötülüğün ve masumiyetin insanın içinde aynı kaynaktan doğduğunu düşünüyorum. İkisi de aynı ilkel duygudan beslenip, aynı yerde meydana geliyorlar. İkisinde de yaşanılan zamanın tesiri yok ve ikisinde de insanın kendi varlığı önceleniyor. Netice, kendi akışındaki tabiat üzerinde çoktan tahakküm kurmuş "en nihayetinde -aciz- bir insan olmanın" sonradan edinilmiş mesuliyetsizliği.

*

Birdenbire kendi istikametinden şüphe duyan ve yavaşlayan insanın yüzündeki tereddüt.Güneşin yalnızca toprağa ve ağaçlara değil, aynı zamanda insanın gözbebeklerinden, parmak uçlarına kadar neredeyse zorla yayılmış olan sancılı sıcaklığı. Yeni bir baharın her istikametten aynı anda ve beklenen zamandan birşeyleri dehşetle koparmış olarak gelmesi.

*

Gecenin bir saatinden sonra baş döndürücü uykusuzluk. Bahçede kıvrak bir kedi silüeti. Sokak lambalarından sisli bir yoğunlukla sabahı bekleyen yaprakların üzerine yayılan ve yaprakların titrek çizgilerinde gölgelenen ışık.

Bilmem şimdi nerede, bilmem hangi kaldırımın hangi karosuna dökülen, kimin olduğu meçhul bir damla kan, artık koca bir evrenin uykusunu kaçırma kudretini yitirmiş olsa da; tekinsiz bir karanlığın içinden ciltli kitapların yerlerindeki ağırlıklarını ve saatin bir türlü ilerlemeyen akreple yelkovanını sezerek sabahı bekleyen benim gibilerin uykularına kastetmeye devam ediyor.

Bir yerlerde ölümün varlığını ve onun her şekil ve her renge bürünerek aramızda dolaştığını bilip de nasıl uyuyabilir insan?

Fakat bu yine de ölüm korkusu değildir. Bu, ölümün insanlık tarihiyle aynı yaşta olan varlığına karşı duyulan ve ancak şimdilerde revaçta olan kelimelerle tarif ederek ona hiç istemeden mecburen haksızlık edeceğimiz türden bir şeydir.

Mesela "hakikat" deriz... Hakikat demek artık milyonlarca izlenmek demektir. Hakikat diyerek saatlerce saçmalasak bile muhakkak bilge ve haklı görünürüz. Ölümle ilgili konuşurken "hakikat" demişsek eğer: ekonomik ve sosyo-kültürel buhranların ortasında insanlığın serüvenini bir çırpıda tarif edebilmiş olmanın büyülü şöhretine adım atmışız demektir. Hayatta olan için hala başlı başına bir muamma olan ölümü, hudutları belirsiz muğlak bir kelime ile eş tutmak bizi, kendimize ve çağımıza dair birçok mesuliyetten bir anda kurtarır.

*

Artık kitle iletişim araçlarının tek vazifesi, ilgi çekebilecek bir Cardiff devi belirleyip, onu şuurlarımıza itinayla sakladıktan sonra defalarca yeniden buluyormuş gibi yapmak.

*

Mesai saatinin bitimi ile sabah bir kenara bırakmış oldukları tüm lüks alışkanlıklarını yeniden yanlarına alarak cıvıl cıvıl sesleriyle caddeyi dolduran insanların ve vitrinlerden yansıyan göz alıcı ışıkların arasında damla damla eridiğimi hissettim.

Tüm bu insanların ve akşamın telaşı ortasında, ellerim cebimde ve başım önümde aylak aylak yürürken The Rolling Stones'un "Angie"sini nefesim tükenene dek mırıldanmaya dair şiddetli bir arzu duydum...

"Angie, where will it lead us from here?"

*

Gelenek bir sınır mı, yoksa bir pranga mı?

Bir ihtimale göre gelenek, şu ana kadar insanlık tarihinde söylenebilecek her şey söylendiği ve yapılabilecek her şey yapıldığı için doğal bir sınır.

Bir diğer ihtimale göre ise insanlık, söylenmiş her şeyin üzerine yeni bir şey söylemeyi ve yapılmış her şeyin üzerine yeni bir şey yapmayı; her saniye kendi mirasına bir tuğla daha ekleyen geleneğin baş döndürücü süratinin mahkumu olduğu için pek güç buluyor.

Üzerinde düşünülmemiş bir başka ihtimal ise insanlığın gelişme güdüsü daima yenilenen geleneğin imkan koşullarının kendisine her zaman başka biri tarafından sunulmasının kolaycılığına kurban gitmek üzere.

Hareket geçmeye niyetlenen ve sonra vazgeçen insanların tek mottosu: "Yeni bir keşfi çoktan başkaları yapmıştır, yeni bir sözü çoktan başkaları söylemiştir bile."

Gelenek kendimizi en hür hissettiğimiz mahkumiyetimizdir.

*

Kutsal yaralar, kendilerine bahşedilen kutsiyetlerini daima kanayacak olmalarından alırlar. İyileşmeye başlayan bir yaranın kutsal olduğu düşünülemez.

*

Bir duman perdesi ardından görünen yüzün. Aslında şimdi bu yüzün, bana takriben iki yıl evvel bir kış sabahının karanlığında görünmüş ve o vakitten itibaren hayatımda hiç ummadığım bir tesire yol açmıştır. Seni, tüm bu sermestliğin ortasında, beni en akıl almaz serkeşliklere yakıştıran tuhaf suratların arasında bir kez daha görüyorum. Yine incesin, yine bir hayal, bir su, bir çiçeğin yaprağı gibi yalın ve sade. Eskilere ait bir aydınlık ve karanlık dualizminden bahsederek, eski bir yaşanmışlık ya da kavga, ya da hırs, hiç fark etmez; elde edemediğim tüm şeyleri sana katıyorum şimdi. Bir ara, an geliyor sana bu dumanlı, bu kaypak yerlerden seslenmek istiyorum. Hayat ile alakalı yenilmemeye ait bir şeyler alıkoyuyor beni.

Ben, az önce yağan o vahşi yağmurla parlayan kaldırım üzerinde, gecenin serinliğini her zerresinde duyan ben, seni tüm hazların ve yaşanmışlığın ötesinde görüyorum. Gece ve gündüz fark etmiyor ölmek için. Ne de olsa, doğumların saati dakikası dakikasına tutulurken, ölümlerin saatinin dakikası bir türlü tam olarak tespit edilemiyor.

*

Sadece karanlık ve teslimiyet. İnsana ömrü boyunca yetebilecek şeyler bunlar.

*

Gençlik yıllarıma ait bir fotoğrafıma bakarken şöyle diyorum: "Vazgeçmiş mi, yoksa anlamış mı, yoksa anlayacak mı? Belli değilim bu fotoğrafta."

*

Karanlığa yolculuk yapıyorum. Her seferinde yeniden. Daha önce hiç olmamış gibi. Rutubetli duvarlara, bir türlü aydınlanmayan güne, sessizliğin, sanki insanın dudaklarından fışkıran bir safra halinde kendi başına kalmış eşyaların üzerine yağan kirine, ezelî çaresizliğe, kabul ettiğim tüm kötülüklere ve bir gün yüzümüzdeki maskeleri canımızı acıtmak pahasına söküp alacak gerçeklere doğru gidiyorum. Perdelerin arasından nokta nokta bir leke halinde beyaz yatağın üstüne sıçrayan güneş, ilkelliğin kokuları, döngüsel eziyetler, başımda tükenmek bilmez bir sersemlik, sebebini bir türlü bilmediğim bir pişmanlık.

*

Beni, yeni açmış, baharı aylar boyu incecik gövdesinde bir çocuk neşesiyle beklemiş ve en nihayetinde dirilişe fırsat bulmuş bir çiçek farz ederseniz de hikayem bitmez; bir köşede kan ve istifra arasında kendi zehrini soluyan bir bahtsız olarak görseniz de. Benim için fark etmez.

"Haydi biraz daha tükenişe!"

Eşek gözlü bir adamın, kabuklu dudaklarından sıyrılan acemi bir küfür gibi gece...

"Haydi biraz daha, biraz daha tükenişe!"

*

İnsanlığın şimdilerde gözünü diktiği hedef, acısız ve lüks bir şekilde hayatına son verme eğiliminin normalleşmesi...İnsanlık dini yasakların ve topluma karşı mahcubiyetin ötesine bir adım atmaya hazırlanıyor. İmgesel değil üstelik, bizzat kendi varlığını yok edebilme hürriyeti gibi somut bir olumsuzlama ile. İntihar kapsülü üreten bir firma İsviçre'de onay almış. Artık isteyenler bir kapsülün içine girerek, az sonra salınacak zehirli bir gazla hayatına son verme lüksüne sahip. İntiharın istatiksel yönü hakkında epey kalın bir kitap yazmış Durkheim'ın, en az yazdığı kitap kadar geniş bir başka kitap daha yazabileceği bir dünyaya doğru gidiyoruz. Bu kez sadece intihar değil, onun yeni yeni oluşan kapitalizmi de yazılabilir artık. Cioran'ın ise "bizi yaşatan şeyin istediğimiz zaman kendimizi öldürme fikri olduğuna dair" yaptığı müthiş tespit, toplumun kaçış yollarında bu kapsüle koşacakların oluşturduğu kaosa kulak asmadan ağır aksak yürüyeceklerin dudaklarındaki ince ve alaycı tebessümlerle onaylanacak. Ölüm kapitalleşecek, çünkü insanlık tüm mirasını "ihtiyaç haline gelen her şeyi kazanca çevirmek" üzerine inşa etmiştir.

*

Bir süre sonra dünyaya derin, çok derin bir boşluğa bakar gibi bakmaya başlıyorsun. Şiirlerini yakıyor, yazdıklarını yalanlıyor, bir zamanlar etmiş olduğun dualarını saklıyorsun. Artık bir şeyler, mesela tuhaf bir adamın sarf ettiği sözler ve kendisiyle savaşı ya da bir dilencinin yalvarışları seni ilgilendirmiyor. Yeni bir mucize gibi binlerce yıldır beklenen umuda ve inanca dair ıssız bir kaldırım üzerinde nutuklar atıyorsun. Yastığının altından başına destek yaptığın uyuşmuş elini uyku mahmurluğuyla umursamıyorsun bile. Hissetmemek işine geliyor.   Karşına geçip de, teslim etmek üzere olduğu benliğiyle sana mahzun mahzun bakan ve ince bir hayalden ibaret olan hazların karşısına şirin görünümlü olan ama her zaman mühim bir hakikat çıkıyor. Yaşama dair kanunun bu olduğunu öğreniyorsun. Kuru ağaç dallarının sivrilen uçlarına konmuş kara kargalar ötecek mi diye, bir saati, bir onları tedirginlikle kolluyorsun. Güneş apartman cephelerinde huzur dolu eski günlerin ışığını içiyor. Her şey solgun ve yıpranmış. Gözlerini kapatıyor ve bu kez kendi içine derin, çok derin bir boşluğa bakar gibi bakmaya başlıyorsun.

*

Dramın inceliği hayatın kaba yönüyle kesişince ortaya cikan şey sarsıcı bir gerçeklik oluyor.

*

Silinmek, bir zamanlar olunan yerde olmamak ve bir daha hiç olmayacak olmak. Yaşam destanımızı, verdiğimiz mücadeleyi bir müddet sonra kimselerin bilmeyecek olması... Tedirgin uykulardan ve yaşama gayretinden oluşan bu saf ve katıksız dayanışmamız,; ağrıyacaksak beraber ağrımak, ağlayacaksak beraber ağlamak ve aynı çocuksu neşeyi yaşamaktan ibaret yaşamımız, günü geldiğinde bilinmez ve geçmişe ait olacak.

*

Kimse ne olduğunu bilmiyor ama herkes herkesin ne olacağına karar verme yetkisini hak buluyor kendisinde. İnsanlık tarihi kadar eski bir haksız kazanç olabilir bu. Bu kazancın sözde şeffaf menfaatinin sürdüğü ve pay edildiği sistem(?). Bir sistem olarak varsayılabilir mi?- O zaman ya sistemsizliğini gizleyebilecek kadar akıllı ama eksik bir sistem içindeyiz ya da sistemimiz yalnızca bir sistem arzumuzun yanılsaması.

*

Yeni bir şeyler söylemek istiyordum,

Sadece devasa ıssızlıklar ortasında,

Açık unutulmuş bir çeşme tıpırtısında,

Bir ayak sesi, bir araba homurtusunda.

*

Artık isyanın da bir önemi yok. Ağırlığıyla sarhoş edecek kadar serkeş cümleler kurduktan sonra, mavisi solan bir günün sonundaki ıssızlığa benziyor yüzlerimiz. Sesimizi yollar alıyor ve bir çırpıda yutuyorlar artık. Bakışları şiddetli ve gözlerinde hiç de sıradan olmayan hatıraların saklandığı yabancılar görüyorum. Bir bir gelip gidiyorlar. Eve yalnız, yapayalnız dönüyorum. Yalnızca yabancılar da değil, gözlerini kaçıran bir tanıdığın, hemen sağ yanındaki ciddi binaların arasından görünen gökyüzüne muzip bakışı aklımda kalıyor bir tek. Hangi felsefî problemin içinde yarım kalmış varlığının geri kalanını arıyor?

Gümüş renkli bir deniz gibi önümde açılan sokağımdan, bulanık uykular uyuyacağım evime giriyorum.

*

İyi yazılmış bir roman gibi. Karışık, tuhaf ama cesur.

Bulutların arasından güneş yüzünü akşama doğru gösterdi.

Bir odanın içindeyim.

Camları kirli.

Baktığımda güneşi içtiğim denizle dolu o manzara ve yaz ıssızlığı yakın gibi geliyor bana.

İyi yazılmış bir şiir gibi acı verici bir akşam istiyorum.

O eski mahalleden hiç üşümeden inmeliyim ve yola çıkmadan gençlik yalnızlığımı içmiş olmalıyım.

Bir bütün halinde tepemden aşağıya dökülen bir şehir üstüm başım.

Seninle tüm bu zorluklar ve kirlenmiş olmam hakkında zırvalamak isterdim şimdi.

Yine dere kenarındaki köprü manzaralı o mekanda.

*

Bu öğlen yağmurunun penceremdeki izlerini yattığım yerden, zihnimde takip ediyorum. Beni herkesin birbirinden bir şeyler sakladığı o karanlık dünyanın kuytularına götürüyor. Garip muhasebeler, sinsi serzenişler, menfaat dolu temenniler ve kibir yüklü söylevler. Herkesin içinde o dünyanın izi var.

Nisan

İstemsizce, sanki hışımla yağan bir yağmur gibi şöyle diyorum:

"Bence insanın istekleri ya da eksikleri dahi koşullara bağlıdır. Elbette bencilliği de. Ben meseleye her zaman şöyle bakıyorum: Bence her insan bencil olabilir ama sevginin de kademeleri var. Bencil olmayı aşan, hatta sessizliğin içinde her kutsallığı, farkındalığı, erdemi aşan, yani bir çölün ortasında beraber susuz kalıp ölmeyi bekleyen ve gerektiği zaman o çöle beraber lanet okumayı da içeren bir sevgi var. Bu kan bağı ile ya da insanın bencil olması ile de ilgili değil. Biriyle beraber doğmak arzusunu bilemedik ama biriyle beraber ölmek isteyebiliriz."

*

Şimdi ışık ve yumuşak tonlu renkler ortasında, kendisinin içindeki karanlıktan bir müddet izinli bir mahkum gibiyim. Bu dekor şimdilik istediğim gibi tasarlanmış. İfade edilemeyen şeylerin unutulmazlığı ve geçmişin her zaman mevzubahis olacak efsununu düşünüyorum. Her nedense bir kitaba başımı verip de saatleri ardımdan sürükleyemiyorum. İnsan nerede çaresiz kalır ve insanı zamana mecbur kılan nedir? Başımda dönüp duran şeyler bunlar. Bir de tebessüm etmeye gayret ediyorum tabi.

*

Fritz Eichenberg'in 'City Lights'ının içinde bir figür olmanın teslimiyetle perçinlenmiş ve aslında yüklerinden kurtulmuş buhranı. Sadece baş döndürücü kalabalık ve buhran. Dünyevi başka bir şey yok. Herkes her şeyden arınmış gibi.

*

Başımı kaldırıp baktığımda gök yüzünde çatlamış damarlara benzeyen ince ağaç dalları ve sanki onlardan usul usul sızan akşam kızıllığı…
Geçmiş zamanlardaki bir zaferden miras kalmış gururlu bakışlarına rağmen yüzünü nereye çevireceğini bilmemek bir insanın kıyameti gibi geliyor bana. O zaman çatlamış damarlara benzeyen ağaçlar ve onlardan tortulu bir kan gibi sızan kızıl akşam da, sonsuzluğu anlatan güçlü bir senfoniye dönüyor.

*

Sarkazm ve romantizm arasında vahşice tatmin olmaya çalışan bir rağbet kültürü var. Bir gün dudaklarda dolgun bir tebessüm yaratacak kadar meseleleri abartma, bir gün ise umudun kesildiği yerden dikkat çekme arzusuyla bir şeyleri idealleştirme ve o şeyleri yine kaybedilen bir değer olarak sunma. Kural böyle. Ortası yok. Ortası hiç olmadı. İnsanlar, ya gülmek ya da ciddiye almak arasında tutturamadıkları dengenin, ifade biçimlerinin bir zenginliği olduğu hususunda kendilerini kandırmakta oldukça mahirdirler.
Şöyle düşünelim, rahat ve geniş koltuklarımızda bir meseleye kıpkırmızı kesilip katıla katıla güldükten sonra coşkumuz kesik öksürüklerle sönerken, yüzümüzde yeniden oluşan ciddiyetle birden şöyle diyoruz: "Sırada ne var?"
Gülmek ve ciddi kalmak arasında tavrımızı tayin etmenin mühim bir iş olduğunu biliyoruz. Bir gün ağlayıp, bir gün gülmenin, hayatın esas trajedisi olduğunu hissediyor ama meselelerin birbiri ardınca esen rüzgarıyla bunu unutuyor yahut unutmak istiyoruz. İfade biçimlerini, içimizde, hakikati fark eden o bilge hissi ortaya koyarak bir çırpıda boşa harcamaktan kaçınıyoruz. Hakikatin yüzümüze bir kapı gibi kapanmasının getireceği boşluktan ve çaresizlikten korkuyoruz.

*

Nerden esti bilmem, Peride Celal'in öyküsünden uyarlanan, başrollerini Türkan Şoray ve Rutkay Aziz'in oynadığı 88 yapımı "Ada" filmindeki şu söz geldi aklıma:

"…başımdaki uğultuyu dindirmek için insanlara ihtiyacım var benim."

İnsanlar hem zehir, hem de panzehir. Hem içimizde, hem dışımızda. Ne büsbütün insanız, ne büsbütün onlardan ayrı ve bir türlü bulamadığı yörüngesini aramaktan yorgun düşmüş birer uydu. Her şey çetrefilli bir olaylar zincirinin içinde dönüp duruyor. Geriye kalan tek şey: Başımızdaki uğultu. Onu insan olduğumuz için duyuyor, insan olduğumuz için sebebini başka insanlarda arıyoruz.

*

Bazı geceler ruhumu eski çaresizliklerimle süslerim. Sanki göğüm yerinde durur, ben o göğe çürük bir iple asılmış ağır ve paslı yıldızlar dizerim. Her biri düşüp tuz buz olacak gibi gelir bana.

*

Doğduktan sonra hayata, sonra yaşamaya ve en son da ölüme alışmaya çalışıyoruz. Ömürlerimiz daima alışmaya çalışmakla geçiyor.

*

Ağaçlar güneşi görünce tahmin ettiğimden daha hızlı yeşeriyorlar. Dün penceremden baktığımda kupkuru ağaç dallarına gözüm takılmıştı. Bu sabah tedirgin ve çocuksu bir yeşil serpiştirilmişti bu dallara.

*

İnsanların sadece başı boş hareket etmekten ibaret içgüdüleriyle hınca hınç doldurduğu bir meydanın köşesinde yere bakarak sessizce oturmanın hazzı.

*

Bugünlerde her şey hakkında çok "kurak" hissediyorum. Sanki bir felaket hissinin gerçekleşmesine doğru dolu dizgin gidiyoruz. Kocaman bir kaos ortamıza birden bire bırakılmış gibi. Patladı patlayacak. Hiç bir şey huzura dair en ufak bir ümit vermiyor. Hayatın içinde düğümlenmiş bir şey var ve bizim şu hassas tırnaklarımızla bu zorlu düğümü çözmemiz mümkün değil… Her şey tasavvur ile gerçeğin arasında gibi. Muğlak anlayacağınız.

*

Tatminsizlik, hadsizlik, umursamazlık ve yeri geldiğinde en koyu geceden daha karanlık bir sessizliğin içindeyim. Şiirselliğin yapmacıklığı değil tüm bunlar, hakikaten, olduğu gibi böyle.

*

Sabah uyandığımda kendi kendime şöyle mırıldanıyorum:

-Bir şair kendi resmini çizemediğinde ölür.
-Kendi şiirini yazamadığında yani?
-Hayır, kendi şiirini yazamayıp, kendi resmini çizmeye çalıştığında.

*

Kusursuz bir vertigo üzerine düşünüyorum. Sersemleyen başların yeni tomurcuklanan ağaç dallarının altında soluk soluğa bir fenalık hissiyle kendilerini yitirecekleri bir vertigo. "Bir otuz yıl daha yaşasam ne hızlı geçer" diye düşünerek uyandığım bir sabahın ilk kahvesini içerken aklıma geliyor bu. Biri tam da tarif ettiğim bu vertigoyu akıp giden hayatın içinde bir şekilde yaşasa ve ben de onu meraklı gözlerle bir köşeye çekilip izlesem. Varlığın en büyük dramı buna benzer bir şey olmalı.

*

Kıyasıya insan. AVM'nin eski kubbelere öykünerek şimdi bir sırrın yoğunluğunu ve külfetini "uygarlığa" uyarlayan camlı tavanının uzandığı geniş meydanında yürüyorum. Bir fısıltı bile kat kat büyüyor burada. Burayı tasarlayanlar, bu çatının altında mahremiyetin yerinin olmadığına dair kesin ve katı bir tutum içindelerdi anlaşılan. Tıpkı akustik marifetiyle bir mabedin içinde nefes misali kesik kesik edilen en sessiz ve gizli duaların bile kat kat büyüyerek göğe yükselmesi gibi. Kalabalıktan mahremiyetini gizle(ye)meyen insanın, her şeyin ve herkesin ortasındaki fark edilmeyen mahremiyeti. İnsan olmanın sıradanlığı. Alışılmış ayıplar ve takdir edilmekten kurtulmuş doğruluk.

*

8.22'de sigara içmek için uyandım. Dün kurşun rengi bir deniz ve ağır bulutlarla perdelenen karşı kıyılar, bu sabah altın yaldızlı şahane bir sırma ile süslenmişti.

*

Gündüz vakti, dışarıda baharın neşesiyle ötüşen kuşları duya duya gözümü kapatıp uyku ile uyanıklık arasında şöyle düşünüyorum: "Acaba elimizde birden fazla hayat hakkı olsaydı ve öldükten sonra başka bir hayatta mutlaka var olacağımızı kesin olarak bilseydik; kendi elimizde var olan hayattan sıkılınca yine de pek kolay bir şekilde ölmek ister miydik? Yoksa bizim korkumuz yok olmaktan ziyade, ölümün bizzat kendisine duyulan dolaylı bir korku mu?" Akşam olunca bir yerlerde Pascal'ın şu sözüne rastlıyorum: "Önce önümüze uçurumu görmemizi engelleyecek bir şey koyar, sonra hiç aldırmadan uçuruma doğru koşarız." Pascal'ın sözünü de göz önünde bulundurursak, hayat, ölümün önüne, onun görünmesini engellemek için konulmuş bir şey olabilir mi?

*

Ateş mavisi bir yıldız gibi olduğu yerde parlayıp sönen bir hareketten ibaret tüm tavrı. Usul usul insanın içine işleyen bir şey. Kurnaz ama mahcup. Yine de kimi zaman ilkel ve cüretkar. Tabiat onun ruhuna cömert davranmış olmalı. Bir çırpıda unutuyorum şimdi. Hayır hayır, unutmak değil, umursamıyorum. Asfalttan kalkan incecik bir toz bulutu yeni açmış yaprakları hareliyor. Gördüğüm, yeşilin ve tozun dansı. Güneş ve kendi teriyle parlayan tenin dansı. Sessizliğin ve güzel tınıların dansı. Mahmur bir bakışın uzandığı yolların dansı. Uykunun ve kabusun dansı. Örümcek ağlarının leylek yuvalarındaki dansı. Salınan ve yine çevik bir şekilde toplanan; gevşeyen, eğilen, bükülen, nefes alan, nefes veren, inen ve yükselen her şey… Yaşam ve ölümün dansı.

*

Geçtiğimiz aylarda (şubat olmalı), bir deftere nostaljik duyguların hakimiyetindeyken şu satırları yazmışım. Nedense bir kenarda kalmış, unutmuş ya da unutmak istemişim:

"Bir toprağın sinesine mahfuz olmuş gibi içimde kendi hayatını kendi sermest başıyla idame ettiren bir elemin bana buyurduğu istikametteyim.

Ah bu istikamette her şey ne kadar yeni. Sanki gözleri ilk kez gün ışığına maruz kalmış bir yavrucağın çığlığına ya da çıplak derisine, bilmem hangi dağın eteğinden çıkıp gelen rüzgarların değmesiyle ürperen bir kuşun, aylar sonra o rüzgar vasıtasıyla kanat çırpacağından habersiz oluşuna benziyor her şey. Yeni, meçhul ve iç içe.

Bir tek elemin tabiri malûm ve bir tek o, tüm yeniliklerin müsavi bir şekilde uzandığı bu yolda her daim en yeni olmaya muvaffak olabiliyor. Her vakada yeni bir şekle bürünüyor, her neşenin içine, o neşenin rengini alarak nüfuz edebiliyor. Bîtâb düşmüyor, doluyor, taşıyor, benim içimde, benden daha çok yaşıyor.

Bir topraktan ibaret olduğumu idrak ediyorum. Bunu idrak edince her şeyin beyhude olduğunu tefekkür etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Sanki mütevekkil başımı her köşe başında genç ve mütebessim görerek, içimde yenilenen elemin geçmiş zamanda bıraktığı izleri yeniden takip ediyorum.

İçimde mahfuz bu elem ve bana buyurduğu istikamet hep var mıydı? Ben çocuk yaşımı bir ceviz ağacının gölgesindeki rüyalarda yüzdürürken, bir hararetle sızlayan başımı duru yastıklarda avuturken içimde uzayan istikameti hiç mi görmemiş, tüm bu hezeyanlar içinde hiç mi fark etmemiştim?

Elem… Bu kelime benim her telaffuzumda dudaklarımda şahane bir musiki gibi terennüm ederken hiç mi düşünmemiştim?"

*

Black Sabbath'ın "Heaven and Hell" albümü dünya müzik tarihindeki en şahane albüm kapaklarından birine sahip. 80'li yılların atmosferinin ötesinde görürüm bu görseli. Sigara içen üç umursamaz melek. En sağdaki melek sigarayı dudaklarına götürmüş, bir elinde iskambil kağıtları. Diğer iki melek ona bakıyor. Uhrevi olan ile manasızlığın bir araya gelmesi. Umursamazlığın kutsiyeti adeta. Harekete geçmek için zaman dolduran ve verilecek görevi beklemekten sıkılmış üç dünya üstü varlık. Bu albümdeki favori parçama gelirsek… "Die Young" derdim geçen senelerde ama nedense bugün bakınca "Lonely Is The World" kesinlikle favorim. Solosu bile bir başka. Sözleri ise müthiş. Şarkının son sözü: "Maybe life's a losing game" Yeteri kadar ironik.

Mayıs

Sırtımı, sanki bilinmez bir dudaktan nefes gibi usul usul üfürülen gölgelere ve ağaçlara açılan balkon kapısına verip, Hilmi Yavuz'un Defterler'ine dalıyorum. Kitabı elimden bırakıp balkon kapısına yüzümü çevirdiğimde gölgelerin yerini karanlığın almış olduğunu görüyorum. Şimdi sokak lambasının aydınlığı ve yapraklarıyla o aydınlığı dilimleyen ağaç dalları. Uzaklardan duyulan kahkahalar. Her şeyde tuhaf bir boşluk.

*

Uyanır uyanmaz, gece kırk ikindi yağmurlarını konuştuğumuz balkondaki masada buluyorum kendimi. Gri ve bilinmez yüklerle alçalmış gök yüzü. Oysa dün gece ben, şu beton blokların arkasına düşen tepenin bir çizgi hâlinde uzanan siluetine bakarken, gecenin neye dokunsan bir sonsuzluk vehmi yarattığını hissettiğimi hatırlıyorum. Gece, sonsuzluk kadar boşalır evden uzakta bir yerdeyken. Eşya ve kelime havada asılı kalır böyle gecelerde. Çünkü farklı bir gök, farklı bir uyku ve farklı bir şeyler vardır ya; gelir ve insanı kendi serüveninin içine katar. Sabah gün aydınlandığında boşluk kalkmış, her şeyin ilkini hatırlatan o garip acemiliğin yerini dünden aşina olduğumuz asfalt, otomobil, balkon ve gök yüzü almıştır. Çünkü eve dönüş vakti gelmiştir.

*

Ölüm birdenbire geldiğinde insan onu gündelik hayatta nereye koyacağını bilemiyor. Bir kendimize, bir ölüme yabancıyız bu yüzden. Bir yandan da ölüm fikrine alışmak için kendimizi tanımaya çalışıyoruz. Çünkü ölen artık hem "o", hem de "o değil"dir. Öldükten sonra hem biziz, hem biz değilizdir. Ve tarih ölüm üzerine söylenmiş şeylerden ibarettir daima.

Tarihin içinde, her ölümü sanki aynı gibi algılamamız, ölümün bütüncül yanı ile alakalı: Ölüm öznenin başına gelen bir nesneye dönüşme halidir. Ve bu dönüşüm kaçınılmazdır. Panta Rhei!

*

Kaybolup gitti.
Kaybolup gideceğiz.

*

Bütün çılgınlıklar tek tek karşına dizildiğinde, yağmurun başlayacak olduğunu bildiğinde ve güneşli, o amansız güneşli günleri özlediğinde, felaketi imleyen bir şiir dilinde döndüğünde, bir yaz hayali olup, tepeden tırnağa acı kesilip; geçmişe bakmak için başını çevirdiğinde, her uyanışında içinde bir şeyler devrildiğinde, bastığın toprağın kokusu bulutlara dolandığında, kendine kaybedeceğin yarınlar aradığında, bir hayalden ibaret ormanların kuytularına saklandığında, henüz büyümemiş çocuk yüzünü kalabalıklara sakladığında, kalbinin ortasına yayılan devasa bir sonsuzluk özlemiyle sonunu düşleyeceksin.

*

Gitgide incelen tenimizle, nemli, esrik, karanlık sesimizle, şehirlerde ve düşlerde kıvranan ellerimizle, hep aynı şeyleri düşünüyoruz aslında.

Tren istasyonuna inen merdivenlerin başında durmuş dalgın bir kadındır zaman. Kendisini bekliyor. Aslında biz ne düşünüyorsak, o da onu düşünüyor.

Hayat bir yanıyla, her şeyimizi, mesela tüm talihsizliklerimizi başka bir manzaranın içinde gizleme eğiliminde olmamızın ilkel ve masum dramından ibaret.

Ben kimseyi, hiç kimseyi görmeseydim, görmek zorunda kalmasaydım, yaşamanın tüm teferruatı böyle almazdı başımı. Başkaları başkalarını görmeseydi, herkes kendi gözüne taktığı hassas bir cihaz ile tabiattan başka tüm mevcudâtı gizleyebilseydi, dolu dolu yaşardık. Mesut olmazdık ama bir tamamlanmışlık hissiyle yaşardık. Eğretileme, misalleme, eksilme, acı ve sevinç başkalarına müddetli ve mecbudur.

Güneş son günlerde yüzünü göstermekte pek bir nazlı olduğu için yazacak bir şeyim yokmuş gibi geliyor. Güneşin nazı ve içimin kuruluğu nasıl bir sebeple bağlanıyorlar bilmiyorum. Tek bildiğim kopuk kopuk yazıyor ve ifademi bu yönde diriltiyorum. Gary Moore, "Pariseenne Walkways", beni fena halde bu kopukluğun kalbine çekiyor; uzayıp giden ve sanki kıyamete kadar uzayacak gibi gelen o tını. Ardından var gücüyle (işte bu) kopukluğu, yarım kalmışlığı anlatmaya çalışan yükseliş. Sonsuz azaba karşı yarım bir teselli (The Tempest Hell). Kendinde olmayanın (ki, bu sonsuzluğa tahammül duygusudur ve aslında hiç birimizde yoktur); başka bir kendinde olmayışla yamanmaya çalışılması. Yaz günlerinde uzak yolların tenhalığından, gökyüzündeki yılgın güneşin son parıltısındaki dermansız çırpınışına kadar kâinatta ısıya ve varlığa dair ne varsa bu tınılarda gizli. Döngünün bir tabiat kanunu olarak mutlak mecburiyeti. Gözümde Hayy Bin Yakzan'ın varlığa dair ilk şaşkınlığını yaşamadan önce, daha bulamaç halindeki çırpınışı canlanıyor. Sonrasında, başkalarını, kendi gibileri görmüş müdür o? Meçhul.

Bizim de başkalarını görmeyen, yalnızca karanlığın ama kendisine ait mahrem bir karanlığın içinde saklanan hislerimiz olmalı. İlkel, tutkulu, yasak. Saklanmanın ve saklamanın büyüsü bu.
Ay ışığında incelen tenimiz başkasının tenindeki son kıvranışında dağılmamalı, bir şeyleri anlatmak için cümleler kurmamalıyız… Başkalarının görmeme isteğine yani istemli körlüğe saygı duymalıyız.

*

Şimdi o gamlı musikide elimde dertlenmekten başka bir şey kalmamıştır anlıyorum… Yüz yıllık bir duvar nasıl parça parça soyunursa boyasından, nasıl ilk halindeki renksizliği teşhir ederse soyunduğu yerden, içimdeki ve dışımdaki tüm uhrevî hislerden öyle soyundum. Renksiz ve manasızım şimdi. O gamlı musikide olduğu gibi her gamlı musikide elimde öylece boyun büküp oturmaktan başka bir şey kalmamış. Talih bu. Uzaklaşmak yakınlaşmak için midir her zaman?

*

Bakışları delip geçen ve insanın aklında takılı kalmış ne varsa yerinden söküp alan, korkunç, baş döndürücü ama umarsız bir sona doğru koşarak gitme isteği saklı bu yansımada. Kendimi izlediğim en küçük ayna, en büyük korkum olabilir. Olmalıdır da. Hiç bir dile sığmayan bir dille konuşmak için bahaneler aramak ve en sonunda aynanın ortadan ikiye çatladığını, ya da pürüzsüz yüzeyinden parlayan bir kıvılcımla tutuştuğunu görmek. Kırılan ve tutuşan yansıma mıdır yoksa?

Havva, Adem'in aynasıydı, çarmıh İsa'nın, dağ Musa'nın, balık Yunus'un, taş Sisifos'un, Daedalus, İkarus'un… Hepsi birbirinin aynasıydı. Deniz göğün, gök yerin, kağıt kalemin, ölüm yaşamın aynasıydı. Tüm tükenen şeyler aynalarda gizliydi. Tüm ölümü çağıran şeyler… Ve oradan çıktığı an, yani tükenen şeylerin yansımasının büsbütün gerçekliğe (sahiliğe) kavuştuğu an, derin ve hakiki bir hiçliğin ortasındayız demektir. Başka bir gerçeklik yok gibi değil mi?

*

Kuzey ışıkları güneşte yaşanan beklenmedik bir patlama sonucu dünyanın dört bir yanında görülüyor. Sadece belli bir coğrafyaya has olan bir tabiat olayı da bir musibet neticesinde genelleşerek tüm hususi kıymetini yitirdi. Artık kuzey ışıkları herkesin. Genelleşen her şeyin sıradanlıkta erimesi ve tabiatın popüler bir nesne olarak tezahür etmesinden daha büyük bir kıyamet alameti düşünülebilir mi?

*

Hissetmeyi tasarlayarak atılan bakış, duymanın, görmenin ve bilmenin ötesindedir. Artık orada içgüdüsel bir yönelim devreye girer. Kelimeler ufalanır, mantık tahlil edemez hale gelir. Aklınıza gelebilecek her durumda olur bu. Başını kaldırmış saate bakan bir kadının yer aldığı oldukça grenli siyah beyaz bir fotoğrafta da, yıllar önce dönülmüş bir köşe başında da, perdelerin arkasında görünen solgun gökyüzünde de. Artık o sizinle değil, sizden bir parçadır. Dünyayı hissetmek, yaşamayı hissetmekle aynı anlama gelmez çoğu zaman. Eğer gelseydi bu mistik ve metafizik olan her şeyin inkârı anlamına gelirdi. Ama dünyadan gelip geçen bir manzara, bir olay, bir durum, belki eski bir hatıra, hisler vasıtasıyla bizi kendisine katmaya muktedirdir.

*

İlaç poşetleriyle boğuşan eğik gövde, bugün insanlık denen trajedinin bahçesinde, sıkıntı toprağında büyüyen o tuhaf çiçeklerin derlenme günü. Kan, intikam, sebepsiz vahşet ve çıldırtıcı baş ağrısı. Üstümüzü başımızı altın tozuna bulayacak gibi gelen sıcak, taze ve esrik gündüzlerde, bir sahil boyu uzanacak yalnızlıkla birlikte, bugünden bir asır sonrasını hayal etmenin, -buna cüret edebilmenin- çaresizliğiyle gelen hüzün. Elde bir şey yoktur. Elde hiç bir zaman bir şey olmaz.

*

Çemberin içinde ve dışında olmak. Kuantum fiziğinin içindeki o bilinmez, bilinse de çözülmez çelişki. Gözlerimi yeniden dünyaya ilk kez açmış gibi olmak ve her şeyin sırrını bilmek için geçmişi çevreleyen kaç çemberi aşmam gerek içimdeki? Mekan duygusu ruhumun eklemlerine kancasını geçirmiş ve onu daima başka yerlere (hatta geleceğe) sürüklemeye çalışıyor. Kitapların kapağını bir tür bıkkınlık, belki de istifra etme arzusuyla kapatıyorum. Yeni bir yara için eski kabukları elimle koparmanın ahmakça bir iş olduğunu anladığımdan beri eski ben değilim. Çember nerede? Çemberlerin neresindeyim?

*

Mayıs sıkıntısı diyorlardı ya, aslında dile gelmediği zaman güçlü bir sıkıntı olduğunu anladım bu sıkıntının. Kalın, yoğun ve ılık. Geçmiş mayıslarım geçiyor gözümün önünden. Bu ayın, ayan beyan sıkıntısını dile getirdikçe onu seyreltiyor, inceltiyormuşuz aslında. Şimdi sustukça bu sıkıntının içinde yüzüyorum.

*

Saat gece yarısını çoktan geçmişken, belli belirsiz, yırtık pırtık bir sarhoşlukla, geçmiş olan tüm şeylerin üzerine düşünülerek uyunan bir uykunun sonunda güneşli ve berrak bir sabah varsa eğer; artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmamasına doğru yönelen güçlü bir nedenselliğin varlığını duyumsarsınız. Bütün acemi kararlar böyle uykularda olgunlaşır. Bütün yaşamın külfeti böyle uykularda kalır. Sanki bir cımbız uzanıp üzerinizden sizin kabuğunuzu çekip almıştır ve siz mahmur gözlerinizle hayata dair yeni bir manzaraya dalıp gidersiniz.

*

Bin türlü dönemeci var yaşamanın, işte o bin türlü dönemecin birinden dönüp, silinen gövdeleriyle, çarçabuk, sessiz ve şikayetsiz buralardan gidenler... Rüzgara başını teslim edenler... Yağmura gecelerini sunanlar ve sokak lambaları altında, henüz doğmamış bir günün erken hayalini kuranlar... Eski safsatalar ve tarihe ait olan bir sürü kıstasla şekillenen o eski mazbut, uysal ve safdil kalbimiz bizim... Kendimizden başka yitirecek bir şeyimizin olmamasını, yaşam hakkımızı da yitirmemiz olduğunu unutmuş görünüyoruz. Dönemeçler artık bir kurtuluş.

*

Rüyamda üzerinde kabartma motifler bulunan bir mezar taşı… Mitik sahneler mi? Güneşli bir havada yemyeşil yaprakların ardından görünen bu mezar taşına bakıyorum. At arabaları, sakallı adamlar ve bazı tuhaf hayvanlar, önümdeki bir tepecikte yükselen o kum rengi mezar taşının üzerine büyük bir ustalıkla işlenmiş. Hemen not defterime sarılıp, aceleyle: 'Bilmem kimin mezar taşının güneyinde…" diye not alıyorum. Telaşlıyım. Birilerine bu mezar taşını anlatmak istiyorum. Derhal eski bir arkadaşın yanında buluyorum kendimi. Anlatırken yoruluyor ve yarıda kesiyorum. Uyanıyorum.

Haziran

Uzun ve cılız boynunu pencereden uzatarak haykırıyor genç adam: "Güneş var! Çok güneş var!" Kafamı kaldırıp mütebessim bakıyorum ona. "Güneşin aydınlığı insanlığın karanlığından iyidir." diyorum.

*

Sohbetin umutsuzluğuna dayanamayıp araya girince, "pardon, böldüm" diyorum. Ahizenin ucundaki yılgın sesiyle şöyle cevap veriyor: " Sen bölmedin." diyor, "Ben kendimi bölünmüş hissediyorum zaten."

*

Ne zaman arınmaya yeltensem usul usul akan bir su değil, taşkın ve bulanık bir su yıkıyor içimi. Ne zaman görmeye yeltensem, ağır ve grenli bir fotoğrafın içinden bakıyorum dünyaya.

*

Bazı şeylerin eski tadı yok. Bazı şeylerdeki bu eski tadı kısıtlı da olsa bir zamanlar duyumsamış olmak, güçsüzlük ve çaresizlik içinde doğduğumuz bir dünyada teselli için bize yeter. Eski güneşler, eski kokular, eski akşamüstleri ve eski çehreler artık etrafımızda olmasa bile onlar geçmişte bir yerlerde ebediyetimizle mühürlenmiş bir şekilde durmakta ve kendilerine ait o eşsiz tadı, garip bir nostalji duygusuyla mutlak sonumuza kadar muhafaza etmekteler.

*

Bulutlu, ağır, doygun bir sıcak. İnsana, içinde çaresizce dönüp duruyormuş hissi veren görünmez bir labirent sanki. Kıvrılan örtü, uçuşmayı bekleyen perde. Zamanın mutlaka geçmeye mahkûm olduğunu duyumsadığım bir gelecek tasviri. Mesela bir yerde oturmuş bekliyorum, içim daralıyor, saniyelerin geçişini takip ediyorum, önümde sayfalarının çevrilmesi için parmaklarımın ucunu bekleyen ama okumaktan usandığım bir kitap. Dilimde acı kahve tortusu. Uzakta görünen, (yüz metre mi?) iki katlı, ve ufak cafenin balkonunda oturduğumuzu hatırlıyorum. Hemen karşıdaki inşaat alanında çalışan insanların her tuğla koyuşunda Wittgenstein'ın "Felsefi Soruşturmalar"ında kurduğu bağlantılar aklıma geliyor. (Daha önce böyle duyumsamış mıydım?) Bir şarkının o elektronik ve oldukça akışkan tınısı zihnimde dönüp duruyor. (Ben o zamanlar, o inşaatı izlerken bu şarkı mı çalıyordu yoksa?) Şimdi bu labirentin içinden, bildiğimiz ağır ve doygun sıcağın zamanı yavaşlatan sıkıntısının ortasında karalıyorum bu satırları. Az önce nokta koyduğum bir yazımın içinde sarf ettiğim cümleler aklıma geliyor: "Her kavramı şuurumda karşıma tek tek oturtup tetkik ediyorum da, başkaldırıyı içinde tıpkı zamanı gelince çatlayacak bir nüve misali tahrik edici bir güç olarak taşımayan bir kavram göremiyorum. Her şey kendi başkaldırısını olağan akış içinde muhafaza ediyor. Ve her başkaldırı doğadaki mutlak antinomiyi, yani kendi karşısında konumlanan ve gerçekliği daima değişken olan -göreceli- haksızlığını da beraberinde getiriyor. Değişimin ana unsuru bu." Oysa hepsinden yoksun ve uzağım şimdi. Tahrik gücünün eksilmesi büyük bir trajedi."

*

İnsana yalnızca akşam üstlerinde çöken ve sadece akşam üstlerine ait olan o tuhaf boşluk duygusu. Beyhudeliğin yeni bir zaman dilimine geçiş aşamasında insanın üzerine hücum etmesinin saçmalığı. Güneşin eksilmesi, sadece bazı köşelerde parlak, oldukça parlak ışıklar ve sessizlik.

*

"Dicique beatus/ ante obitum nemo supremaque funera debet.'' (Kimse ölümden ve cenazeden önce mutlu sayılmamalıdır.)

Birdenbire karşıma çıkan bu sözün tesiriyle her biri birer çelik makine kolunu andıran o devasa ayakların üzerinde yükselen "kitsch" binanın geniş çatısı arasından görünen ufak tefek bulutlara bakarken, oturduğum bankın yanında birdenbire sivri gagasıyla beliren karganın telaşlı adımlarıyla irkiliyorum. Ölümden ve cenazeden önce... Burada kast edilen kendi ölümümüz ve kendi cenazemiz midir? Tam da şu an hemen yanımda bir karga belirdiğine göre -insanın bugün dahi uygulanan gömü geleneğini kargalardan öğrendiğini göz önüne alırsak- kendi ölümümüz ve kendi cenazemizden sonra esas mutluluğun kapıları bize sonsuza dek açılacak demektir. -Ya da demek midir?- Hiç düşünmedim, hiç düşünmek istemedim, ölüme dair şeyler geldi buldu beni.

*

Yan masadaki çift hararetle tartışıyor. Erkeğin yüzündeki telaş, kadının yüzündeki donuk ifade. Kutsal döngünün, insanın kendi çıkmazlarının çok ufak bir örneği. İçimizde ya da kimi zaman dışımızda kopan tufanlardan başka neyimiz var? Hayatın biricik özü kaoslardan beslenir. (Yararlı entropi) Bu kaosların bizi her sabah uyanmakta kararlı kılan ve hararetli bir tartışmanın içinde bizi ayakta ve hayatta tutan bir manası var. Donuk, hararetli. Süratli, aheste. Her şey iç içe.

Az sonra hararetle tartışan çift hesabı ödeyip masalarından kalkıyor ve yolun karşısındaki süpermarketin önünde sıkıca sarılıyorlar. Kadın bir yöne erkek başka bir yöne gidiyor sonra. Kadın köşeyi dönünce erkeğin aklına ansızın bir şey gelmiş gibi arkasını dönüyor ve koşar adımlarla kadının döndüğü köşeden gözden kayboluyor. Küçük bir kaos başka bir mekana taşınıyor böylece.

*

Bu sabah uyandığımda zihnimi kuşatan yeni mentalitenin her şeyin iç yüzünü görmekten ve her şeyi bir nedensellik çerçevesinde tetkik etmekten geçtiğini gördüm. Akıp giden yolda kirli ve kocaman camların öteki yüzünden görünen ikinci sınıf bir birahanenin konumu, müşterilerinin kim olduğu, nasıl ve kimlerden para kazandığı ya da bir tabelanın neden asılmak için şu eski duvarı seçtiği, hepsi sual ve cevap olarak sıralanıyor bir bir zihnimde. Sisteme cevap bulamıyorum bir tek. Yeni mentalitenin parlak, göz alıcı kabiliyetleri de saatler sonra körelmeye başlıyor.

*

Zaman ve tanrı düşüncesi iç içedir. İnsanlık tarihinde zamanın döngüselliğini sembolize etmeyen hiçbir ibadet şekline rastlayamazsınız. Zamanın hayatlarımız hakkındaki hükmü ve en nihayetinde ona karşı çaresizliğimiz bizi, zamanı tanrısal olarak idrak etmeye sürüklemiştir. Zaman, dünyanın zorluklarına karşı tanrının gölgesine sığınmak isteyen bizleri ilk nefesimizde yakalar. İlerleyen yıllardaki ilk hayal kırıklığımızı kollayarak bizi ansızın ensemizden yakalayan "Neden böyle oldu?" sorusunun gaddarlığına şaşmamalı. Zamanın üzerimizdeki hakimiyeti bu soruda gizlidir.

*

Sofistike olmak ile sofistike görünmeye çalışmanın arasındaki farkı ancak taklit ile samimiyetin arasındaki farka vâkıf olanlar bilir ya; günümüzün fikirden sanata, sosyal hayattan, bireyselliğe kadar uzanan kılcal damarlarında müthiş bir sofistike olma arzusunun ihtirasla ısınmış kanı dolaşıyor. Elbette taklit. Pek tabî samimi değil. Tüm donanımı taklidi kolaylaştırmaktan öteye geçemeyen bir sistemin içindeyiz.

*

Beni eski günlere çağıran nedir? Metruk bir evin boyaları dökülmüş odasını sırlayan tahta kapısının nereden estiği bilinmez bir rüzgarın tesiriyle bir ileri bir geri salınırken, geçen zamana yazıklanırcasına acı acı gıcırdaması mı? Yoksa güneşli, buğulu rüyalar gibi salınan sıcak bir öğle vaktinin ortasındaki ıssızlıkta uzaklardan titreşen şehrin gürültüsü mü? Beni eski günlere çağıran nedir?

*

Her gün yanından geçerken rastladığım o eski panaptikonun içinden bana bakan gözler kimin? Çevremi saran o ılık ve hafif yaşama arzusunun yanında, soğuk, katı ve ağır bir belirsizlik var. Sebebini panaptikonun içindeki gözlerin sahibinden biliyorum... Ona, bu çelişkinin ve aslında topyekûn yaşamın sebebini sormak için tıpkı on beş yıl evvel dize kadar ulaşan kara rağmen o soğuk kış gününde nasıl tereddütsüz adım attıysam, bu cehennem gibi sıcakta da öyle adım atıyorum sokağa. Ona gitmeliyim.

-Mezar taşları, bak şu eski Bursa valisi...

-Dil ve anlamla alakalı serüvenlere meyilliyim (söz ve anlam adlı kitap değil bahsettiğim.) Mesela Wittgenstein'in ikinci dünya savaşındaki serüvenini pekiştirmeliyiz içimizde.

-Hep aynı şeyleri düşünüyoruz.

Panaptikonun kapısındayım. Eski savaşçılar gibi bekliyorum. Mağrur, korkusuz, çevik.

-Son nerede? Eski acılarında, uykuyu hiç durmadan, büyük bir inançla çağırdığın zamanlarda gizli.

-Ben o zamanlarda şimdi olduğundan daha yakındım kendime. Çünkü son oradaydı.

Panaptikonun içindeyim. Belirsizlikle kuşatılmış ruhumla köşe bucak teneffüs ediyorum bu ağır havayı. Eskimiş mobilyalar, köşedeki tozlu masanın üzerinde ağzına kadar dolu kül tablası, birkaç boyası solmuş tablo duvarda. Boş bir beşik köşede sallanıp duruyor.Ne o bakışın sahibi var içerde, ne de yaşama dair tek bir iz. Her şey maziye ait. Mazinin an üzerindeki tahakkümü.

*

Cırcır böceklerinin tekdüze senfonisiyle uyandım. Aynı ağızdan bir bütün halinde göğe yükselen kıyamet ıslığı. Deniz açık mavi. Güneş tepede. Balkonda ilk sigaramı içerken imgesel olarak gözümde canlanan şey: Yuka çiçeğim, sivri ve yemyeşil yapraklarıyla plastik saksıda dimdik duruyor. Bir ismi bile var. Evin bir köşesinde sessiz, sakin, unutulmuş bir şey olsa da bir ismi var onun. Bir zamanlar birine hediye olarak verilmesi düşünüldüğü için benim nezdimde artık ismiyle birlikte unutulanlar arasında yerini almış olsa da; o orada, aynı şekilde, annemin gün gün sulaması sayesinde yaşıyor. Bir yanıyla artık o yalnızca bir imge. Terli etin, sıcak nefesin ve şişmiş gözlerin, cırcır böceklerinden duyduğu şu kıyamet ıslığından anladıklarıyla aynı. Yuka çiçeği ve cırcır böceklerinin telaşı aynı şeyleri söylüyor.

*

Alt alta yazılmış kelimelerden ibaret şiir. Renkleri çıldırtan, soyut tablo. Tiyatro sahnesinde dönüp duran bir meczup. Sarı ışık, süratle akan manzaralar. Çatlayan dudaktaki yangın. Safrasını çıkaran zaman. Tütün. Akşam kalabalıklarının arasında gözleri nereye baktığı meçhul insanlar. Arada, birden ayağa kalktığında gözlerin karıncalanması. Yuvarlanan bir kaya gibi üzerimize düşen saatler. Masum bir yaşama mücadelesinden ziyade alaycı ve kusurlu bir inatlaşmaya dönüşen günün döngüsü. Yaz mevsiminin sonunda beklenen ne? Kocaman bir saçmalık içinde çamurlu ellerimizle bir pırlantayı tutar gibiyiz. Yaşamak için daha fazla menfaat ve daha fazla umursamamazlık gerek. Vahşi bir nostalji fırtınasındayız. Eski filmler, eski aşklar ve modası geçmiş her şeye büyük bir çılgınlıkla tutunmaya çalışıyoruz.

Temmuz

23 Temmuz 2024
Aziz Nicolaos'un kırık lahdi başında mum yakan Ortodoksları bir kenardan izliyorum. Sessiz, sakin, din mefhumunun post-modern çağdaki ölçülü -biraz da folklorik- bir temsilcisi gibiler sanki. Zamanı henüz gelmemiş eskatojik bir tavır bu. İnsanlar, güzel bir yaz gününün turistik rüyasını teşkil eden bu mekana mütebessim girip, yüzlerinde garip bir huşuyla ayrılıyorlar.

Myra antik kentinde güneş insana bir canavar gibi saldırıyor. Yırtıcı, pervasız… Dağın eteğine oyulmuş kaya mezarlıkları mahşeri hatırlatıyor. Sürüngenler sıcak mermerler üzerinde bir hayalden ibaret.

Demre'nin suyu sıcak ve tuzlu. Bir ara denizin içinden ufka bakarak, sonsuzluk duygusunun ne yaparsak yapalım bir türlü ifade edilemeyecek bir şey olduğunu düşünüyorum.

*

24 Temmuz 2024
Arykanda antik kenti beni bambaşka bir aleme götürdü. Issızlığın ortasında kendi haline bırakılmış antik tiyatronun hemen arkasında yükselen dağa bakarsanız, insanın olmadığı yerde tarihin hala kutsal olduğunu anlayabilir; şimdi yarım kalmış sütunlarda ve çatlamış taşlarda eski bir iman soluğunun tüm sıcaklığıyla dolaştığını hissedebilirsiniz.

*

26 Temmuz 2024 / Olympos

Dağ ve Heybet
Denizin kenarından yukarıya doğru uzanan, kayalarının her biri koskoca bir manayı hiç gocunmadan taşıyacak kadar heybetli dağ. Bir kenarında asırlar öncesinden kalmış bir kalenin son duvarı.

"Ben özgürlüğü dağlar ile bir tuttum, denizler ile değil."

Dağın heybetine uzaktan bakınca, suyun kenarında bir karınca sürüsü gibi görünen insanlar. Kalabalık. Özgürlük o kalabalıktan sıyrılıp dağın üzerinde sıralı kayalardan birine tırmanmanın cüretinde gizli. Yapabilir miyim? Hayır.

Kuruyan tenimin üzerinde güneş izleri; çatlak, kuru bir toprak misali gelecek zamanı, yani tarihin bereketli bir devrini bekliyor. Her şeyin benden büyük bir başka ben'e doğru ilerlediğini düşünüyorum.
Antik kentin bir köşede kalmış ve artık uğranmayan kilise harabesinin duvarlarını aşacak kadar büyüyen yabani otların arasında, cırcır böceklerinin sesinde ve az aşağıda denize koşan insanların sıcak kumlar üzerindeki telaşında bir şey gizli. Bilinmeyen ve daima gizlenen bir şey. Sanki sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerde her kıpırtıyı, her soluğu, zamana dair bir mahremi bozmaktan korkarak örten görünmez bir el var üzerimizde. Bu el, bir bütün halinde hepimizin içine dokunuyor sanki. İlk önce zamanı hatırlatıyor, sonra bu döngünün ebedîliğini. Etrafımızda, metruk ve harabe olanın günümüz insanına artık pek de hitap etmeyen ihtişamı kalıyor sadece.

Mavi
Renkler içinde en sonsuz olanı o. Ayaklarımı suyun içinde büsbütün yerden kestim ve attığım her kulaç daha derine sürükledi beni. Suyla aramdaki hikayemde bir milat bu. Açık maviye doğru bir sonsuzluk öykünmesinde bulunuyorum. Her şey suyun altındaki ağırlıkta bir yanılsamaya dönüşüyor. Zaman hariç.

Akdeniz
Az sonra dudaklarımda Toscana purosu. Acı, hakiki bir tat deniz tuzuyla karışıyor dilimde. Birkaç beyaz bulut şu mavi uçsuzluğun üzerinde kıvranıyor. Ufukta beliren ve her saniye durmadan Akdeniz'in üzerinde titreşen buğuya bakıyorum. Uzayan ve Dali'nin tablolarındaki gibi damla damla erimeye hazırlanan zaman... Akdeniz'in takriben bir metre derinliğine dalarak çıkardığım taşı inceliyorum. Onu yanıma bir hatıra alarak kendi mutlu elemime dönmek için hazırım.

27 Temmuz 2024 / Dönüş Yolu
Sarı bozkırın ortasında tek başına kalmış ağaçları arıyor gözlerim. Süratle akan manzaralar ortasında rastladığım o bahtsız ağaçları gördükçe yorgun başımı öylece bırakmak ve uyumak istiyorum. Umutsuzluğun en saf hali bu. Yalnızlığın ve dünyadaki varlığımızın doğadaki temsili. Sarı, kahverengi, beyaz, mavi. Renkler akıp geçiyor. Virajlar her seferinde nereye kıvrılıyor? Issız köyler, yıpranmış yüzler ve Akdeniz'in kavruk çocukları...

Beyaz badanalı evler, içlerinde sakinleri olsa bile sanki asırlar önce terkedilmiş gibi geliyor bana.

Yolların, kat edildikçe kendisine ait felaketleri de içinde taşıyan bir masal olduklarını düşünüyorum.

Her an eski savaşçılar gibi destansı bir şekilde ölebilirsiniz yollarda.

Hem kanlı bir kazaya, hem de muhteşem bir manzaraya şahit olabilirsiniz ayrıca.

Yollar en olmadık ihtimalleri ıssızlığında saklar. Ölüm ve yaşam, güzel ve çirkin yollardadır.

İnsan yapımı olan şeylerin -fayda söz konusu olduğunda- başında gelir yollar. Mitolojik ama bir o kadar da profandırlar. İnananları yeryüzünden çoktan silinmiş dinlerin mabetlerine benzerler bir de.

Saatler geçti.

Bozüyük dolaylarında sıcaklık neredeyse on derece birden azalıyor. Dağların arasından üzerimize kara bulutlar düşüyor. Otomobil camlarında tedirgin yağmur damlaları, seyrek ve ince. Başlarımız birer gölge halinde, bir o yana bir bu yana sallanıyor.

Akdeniz iklimini çoktan geride bıraktık.

Ağustos

Kilisenin akşam güneşi vurmuş çatısı arkasından yukarıya doğrudan hayli geniş bir şekilde uzanan nefti yeşil dağa bakıyorum. Sanki bir fırça darbesiyle işlenmiş sık ağaçlar, ışık ve gölgenin şehvetli vuslatıyla kımıl kımıl geliyor bana. Caddenin bir kenarında oturuyorum. Gelip geçen otomobillerin homurtularını dinlerken, kaldırımın kenarındaki bakımsız çöp konteynerlerinin, kavrulmuş ve birkaç hafta sonra yapraklarını dökmeye hazırlanan ağaçların teşkil ettiği bir manzara, gözlerimi kilise ve dağ manzarasının şahane uyumundan koparıyor. Kendimi her gün aynı saatleri var eden, saatleri var etmekle birlikte, var ettiği saatlerle mutabık hiç şaşmadan aynı yere vuran ve her gün aynı manzaranın en ince teferruatını bile içinde saklayan güneş ve ışık üzerinde bir şeyler söylemekte oldukça hevesli görüyorum. Çünkü olağan ve sıradan; aynı zamanda muntazam ve şahane, bununla beraber güzel ve çirkin, iyi ve kötü, hani doğanın üzerinde sayfalarca kafa patlattıkları şu dünya tarihi kadar eski fasaryalar, bir akşam vakti, şehirlerden bir şehrin küfü ve tozu ortasında tabiata duyulacak şiddetli bir özlemle ifade edilebilir aslında.

*

Altın kitaplar serisinden miydi? Ciltli, oldukça eski, Sartre'ın şu Akıl Çağı, (Uyanış). Kenarına not alarak okuduğum tek kitaptır benim. "Bir romanın sayfa kenarlarına da not alınır mı canım?" mı dediniz? Kurşun kalemimi ısıra ısıra bu kitabın sayfalarına yazdığımı hatırlıyorum.

Sonbahar yahut kış? Unutmuşum mevsimi. Yalnız üzerimizde kalınca giysiler, akşam çöktüğü gibi yanan sokak lambaları dudaklarımızı buğu buğu tutuşturmuş, eski bir dostla konuşa konuşa ağır aksak iniyoruz caddeye...

"Mathieu" diyor, "amma da sana benziyor öyle." Tebessüm edip, bir roman kahramanıyla benzetilmenin mahcubiyeti omuzlarımda cevap veriyorum: "Sana daha çok benziyor." Bu cevabımda samimiyim. Kapağını yeni kapattığım bir kitabın içinden konuşuyorum.

Sahiden öyle mi? O, cevabım karşısında bu romana dair teferruatlar aklında, aydınlık gözlerini akşamın göğsüne dikerek mahrem birkaç kanıt arıyor. Bu cümlelerin tesirinden, hayatımla mutabık noktalarını tespit ede ede ve sayfa kenarlarına yaza çize bir kez daha okuyorum romanı. Bu romanın devamı olan Yaşanmayan Zaman'ı ise okumaya bir türlü cesaret edemiyorum o zamanlar. Öylece kalıyor.

Bugün, mahallemdeki sahafın kapı önündeki eski çekmecenin içinde gördüğüm gibi hemen seçiyorum onu. Alıp bir iki çeviriyor, bu kez, birkaç yıl evvel bulamadığım cesareti kendimde bulup satın alıyorum. Evde rafa koyuyor ve izliyorum sonra. 1966 basımı. Güzel bir kapağı var. Ve ben açacağım bu kapaktan büyüyecek yeni bir dünyanın içinden konuşmak istiyorum. Bu kitabın da devamı olarak bir de "Yıkılış"ın olduğunu hatırlıyorum.

*

7 Ağustos - Trabzon Yolu

Sarkazm hakkında Aralık / 2023'de bilmeden şöyle yazmışım:

"Zaman, ruhumun sıhhatli ve parlak etine ıslık ıslığa bir vahşet halinde darbelerini indirdikçe, ruhumun içinden, sarkazmın mor ıslak ve iğreti cildi meydana çıkıyor. Artık bir yara haline dönüşen insan."

Bugün sarkazmın Oxford etimoloji sözlüğünde geçen anlamına rastlayınca hayretler içinde kalıyorum:

"İngilizce sarcasm (iğneleme, alaycılık) Yunanca "sarkazein," eti sıyırmak demek (sarx "et"). Derinin altındaki veya kelimelerin gerçek anlamının altındaki niyeti ortaya çıkaran kesici veya ısırıcı mizahı kasteder.

*

8 Ağustos / Trabzon

Trabzon kıyılarında güneş bir şiir gibi batıyor. Dünya üzerinde güneşin batışını, o an durduğumuz noktadan sadece bizim izlediğimiz ve başka kimsenin güneşe bizim durduğumuz yerden bakmadığını biliyorum. Güneşle aramızdaki o kutsal giz. Uzamsal olarak güneşle mesafemiz o an sadece bize ait. Müthiş bir mahremiyet duygusu bu. Uzam ve uzay, kütle ve bilincimiz arasındaki bakış öykümüz.

Düşüncelerimin şu içinde bulunduğum zaman diliminde (Ağustos) aslında ne kadar da birbirilerine yakın olduklarını düşünüyorum. Her şey tek bir yerde düğümleniyor. Bir yerlerde kurulmuş ve itinayla saklanan eş zamanlılık, gecenin bir yarısı otoyoldan tek tük geçen otomobillerin adeta insanın beynini sıyıran ince ve keskin sesinde benden çok uzaklara gidiyor. Gidiyor gitmesine ama saate bakma arzumuzun bir alışkanlık olarak sürekli içimizde bir yerlerde olması, yine zamanı ve onunla beraber vuku bulan her şeydeki eş zamanlılığı hatırlatıyor. Dünyaya gelmek için ana rahmine düşmemiz de bir eş zamanlılık sonucu değil mi?

"Bir ana rahminden geldik pazara..."

*

11 Ağustos / Trabzon

Karadeniz'in ne zaman sakin, ne zaman hırçın olduğunu anlamıyorum. Sadece gittikçe lacivertleşen bir ufkun üzerinde kül rengi bulutlar. Kendimi akşam vakti, lacivertin kızıla döndüğü yerde ufkun ötesini düşünürken yakalıyorum. Ufkun ötesinde ne var? Kanatları köpük köpük rüzgarın üzerinde akan martılardan sorulabilir mi bu?

*

Aynı yerden yazsak da, aynı yerde yaşamıyoruz.

*

Sorular, sorular, sorular...Gündelik sıkıntımızın orasından burasından sarkan rengarenk teller ve pullar.

*

Hiç anlaşılmasa da her şey ufalanarak toz olmak ve oradan oraya uçmak için daima hazırdır. Üzerinde sabit kalınacak ya da bir şey üzerinde tüm ağırlığıyla sabit kalacak ne var? Her şey tuhaf bir eylem yasası ile harekete meyilli. Bilim ne söyler bilmem...Yıldızların uçuştuğu, kumların için için kımıldadığı, seslerin bir su gibi aktığı, renklerin bir parlayıp, bir söndüğü bir dünya burası. Ellerimizde sadece bize ait, bizimle her yere gelen bir boşluk var.

Bir de gözümüzün kenarından akıp giden manzaralar...

Arada bir duyduğumuz gündelik sesler bir de...

Bu hareket güdüsüne rağmen kimi zaman günün ortasında dalıp gittiğimiz ve varlık sebebimizi düşündüğümüz dakikalarda nedensellik bizi bir şimşek gibi çarpar. Bu çarpmanın şiddetiyle her zamanki halimizi aynalarda aradığımızda geç kalmış olmamak için dua ederken buluruz kendimizi. Artık her yansımamız mutlak bir kudretten bize kalan tek şeydir. Hareketin tecellisi.

*

Yeniden evdeyim. Buğulu bir akşam. Duvarların nemden sızladığını duyumsuyorum. Bir köşede kendi kendine akan Nocturne 20. Bende tuhaf bir huydur, Chopin'in Nocturne 20'sini sadece o esere odaklanarak dinlerim. O an başka bir şey yapmak içimden gelmez. Bende bir ritüel, bir yortu gibidir bu. O an başka bir şeyle ilgilenmem, ilgilenemem. Nocturne 20 mevzubahis olduğunda özellikle Wladyslaw Szpilman o cızırtılı icrâsını dinlemeyi severim. Onun icrâsında notalar cızırtıyla katmerlenen bir elem halinde karanlığın içinden hakiki boşluğa usulca akar gibidir. Bir ağustos akşamında yeniden dikkatle dinliyorum bu eseri. Şu sonuca varıyorum:

"Dünya üzerinde sadece son bir kez yazma hakkım kalsa, usanmadan bu eseri anlatmaya çalışırdım. Hakkında bir şeyler yazılabilecek en güzel sanat eseri Nocturne 20'dir"

*

"Orfeo ed Euridice, Wq. 30, Act II, Scene 2: Ballo. Andante (Dance of the Blessed Spirits)"

Andente eserlerin en güzeli mi? Bilmem... Yalnız flüt ve yaylıların uyumu, yüksek bir yerden aşağıya kendini bırakmak ve bir tüy gibi hafif, öylece süzülmek hayalinin hazzını veriyor insana.

*

29 Ağustos - Assos

Sezonun sonunun geldiğini iyiden iyiye hissettiren hava. Üstadım A.T ile Assos'un kıyılarında durmuş, gece yarısı bir anda hırçınlaşan rüzgara doğru yüzümüzü dönüp Ferdi Özbeğen'in "Kandil" şarkısına eşlik ediyor ve gökteki takım yıldızlar hakkında konuşuyoruz. Geçen sene, yalnız bir ay evvelinde burada yine beraber "Kandil"i dinliyorduk.

Öğle vakti, buraya gelir gelmez girdiğim suyun soğukluğu gövdemde mi hala? Neden bugünün doğum günüm olduğunu hatırladıkça ürperiyorum? Az önce kalktığım masada dostların samimiyetlerine ve mütebessim çehrelerine minnettar kalarak şöyle dediğimi hazırlıyorum:

"İnsan belli bir yaşa gelene kadar zamanın süratle geçip gittiğini idrak edemez. Belli bir yaştan sonra ise o sürati fark etse bile yapacağı pek bir şey kalmamıştır."

30 Ağustos - Assos

Dalgalar bu mevsimde bizi sürüklemek ve hangi kıyıda nihayete ereceğini bilmediğimiz kaderimizi noktalamak için ne kadar da ısrarcı. Tenimde büyüyen bir gökyüzü var sanki. Kuru, uçsuz, ılık. Bir tek o bana ait. Onun dışında ne kum sunuyor bize kendini, ne su. Her şey tam bir mevsim geçişinin sancısına hazırlanıyor ve sırrını büsbütün ifşa etmiyor.

Eylül

Sabahlar serin artık. Bulutlar hiç olmadıkları kadar ağır. Çiçekler eskisi kadar gürbüz ve coşkun bir tazelikle baş vermiyorlar topraktan. Renklerin üzerine buğulu, şeffaf bir örtü serilmiş. Çıkılan tüm yollar muğlak bir de. Artık elden, o yolların ortasında beklemekten başka bir şey gelmeyecek gibi... Oysa yolların ortasında beklemek dayanılmazdır.

Her gün aynı manzaraları görmek de öyle.

Yolların ortasında öylece beklemek yerine ilerlemek istiyorum... "Forever Young"u dinliyorum. Şimdi ağır ve kalın bulutların arkasına gizlenmiş güneş, henüz mavi bir göğün ortasında bulutsuz ve sancısız duruyorken, bir otomobilin arka camından onu bir serüven cesaretiyle takip ettiğimiz ve kasabaların içinden süratle geçtiğimiz günlerdi. Bende tatlı bir rüya haline gelen yol kenarındaki karpuz satıcıları, boz köpekler, kızıl atlar, ayçiçeği tarlaları, uzakta, varmaya çalışsak kainatın ilk günü kadar uzakta olan yapayalnız mağrur ahlat ağaçları.

Eve dönmek üzerine söylenmiş tüm sözleri söyleyebilirim şimdi. Şöyle otursak şehirlerin ortasında yeniden, ellerimizde birer karanfil olsa... Ben dudaklarımın kenarında büyüyen karanfil değil nikotin acısıyla konuşsam: Eve dönmek desem, bozkır desem, geçmiş bir yaz mevsiminde takriben iki bin kilometre desem ve sonra başım önümde yeniden, yeniden hiç sıkılmadan söylesem: Eve dönmek... Günümüze dair söyleyecek pek bir şeyim olmadığı için eski yollardan ve eve dönmekten bahsetsem... Güneş bir an için ağır ve kalın bulutların arkasından çıksa, bilmem kaç katlı apartmanların boyası dökülmüş cephelerinden altın gibi tatlı bir sarı ile yüzümüzü de kendisine katıp usul usul süzülse (turn our golden faces into the sun). Biz onu izlerken "Farsça'da "genç" hazine (altın?) anlamına gelir" desem bir de. "Sonsuza dek gençlik hayalleri kuramayız, akşamlar var" desem. "Bir ömrün, bir günün akşamları..."

Şimdi düşünüyorum da o akşamlar ki, içimizden aldığımız taze bir kuvvetle saçımız ve sakalımızdaki aklara inat, ara sokaklarda eski bir şarkının nakaratını (I want to be forever young) mırıldanmamız içindir yalnızca. Bir dahaki yaza, bir dahaki yolculuğa ve bir dahaki güneşe kadar, zaman karşısındaki tek avuntumuzdur bizim.

*

Güneşin her günü aldatmaktan sakınmayan doğumu. Gece, ay ve ayartı bir de.

Tıpkı denizin dibindeki kabuklu bir hayvan gibi süratle içine kapanacak bir hayatım var. Güneşten ve Ay'dan kendisini sakınmaya yeltenecek bir hayat bu.

Eski tebessümlerim, bakışlarım, mesela köprünün üzerinde saçlarımı tel tel seven rüzgar. Göğsümdeki o büyük, o inatçı ateş.

Şimdi bir kabuğun etrafını sarması gibi katmerlenen bir sakınma hissine teslim.

*

Karanlık ve yağmurlu bir eylül öğleninde nedendir puhu kuşlarının öttüğü sıcak bir akşam üstüne çekiliyorum şimdi. Ben o akşam üstülerinde başımda koca kayalar gibi sızılar, elimi çenemin altına koyarak gözlerimi sımsıkı kapatıp uyumak isterdim. Simitçi sesleri puhu kuşlarının garip ötüşlerine karışır, nerelerde, hangi dağların ardında gün bitmeye hazırlanır merak ederdim.

*

Hayatın realitesini keşfettiğini sanan her insan bir dönem bilim tarafından kandırılır.

*

Yağmurla uyandım. Ağır, gürültülü bir yağmur. Bütün yaz boyunca kıyıda köşede biriken güneşi bir sabah vakti süpürüyordu sanki...

Kararmış gökyüzüne bir bakış, yudumlanan ikinci kahve. Dün gece karanlık bir rüyanın uykumu böldüğünü hatırlıyorum: Evin içinde karanlık bir orman vardı.

Güneş mi o? Vakit öğlene dönüyor.

Sabah, sancılı bir gövdeyle, başım ellerimin arasında sonbaharla başa çıkmaya çalışıyordum. Sonbahar birdenbire gelince ne dayanılmaz şey oluyor.

*

Huzurlu ve sükûtu içeren şeyler söylemeyeceğim. Bir çilekeş gibi inayet peşinde koşmanın da bir faydası yok. Sakin ve güvenli limanlarda demir atmayı önceleyen bütün felsefeler, kendisine bilgelik addetme riyakarlığına düşmüş birkaç ihtiyarın ölmeden önce bizlere attığı kazıklardan ibaret.

Çocukların, kadınların, işçilerin, vicdanların, hoşgörünün öldüğü yerde toprak kabarıp içindekini kusmuyorsa, ne inayet beklerim, ne de merhamet.

*

İçimizdeki yol. Mutlak.

Beni o ara sokaklara çeken budur.

Gölgeli bir eylül gününde, içine daldığım sıcağın nabzında büyüyen yağmur.

Metal rengi bir otomobil üzerinde sarı bir kedi.

Kapanan birkaç pencere sesi.

Düşmeye başlayan iri ve seyrek damlalar.

Bir kez daha, ama bu kez hepsinden daha da şiddetli, mutlak bir sona erme duygusu...

Gözlerim ufuklarda geçirdim bu yazı.

Yeni başlayan şu yağmur mu, yoksa yazın bitmesi mi başım önümde ağır aksak yürümeme sebep?

Artık ufuklar karardığı için yeryüzündeki karanlıklara ilerleyen adımlarımı izlemekten başka çarem yok...

Eylül bu.

*

Cumartesi akşamı, salonun köşesindeki abajurun ışığı duvarlarda gölgelerden bir başka dünya kuracak kadar güçlü bir aldatmacayla gözlerimi kendisine katarken, balkon kapısına çarpıp çarpıp geri çekilen rüzgarın sesiyle nerelerdeyim şimdi?

Ahşap masalarla dolu, sarı ışıklı o cafenin cam kenarında,  yağmurdan sarhoş ateş böcekleri misali titreşen farlarıyla köprünün üzerinde akşamın geceye döndüğü yere doğru ilerleyen otomobilleri izliyorum. Boynumda bir şal. Kadife mi? Az ilerideki masadan kopuk kopuk kahkahalar duyuyorum. Kadınlı, erkekli, şöyle böyle her zamankinden bir güruh bu. İçimde büyük, hiç olmadığı kadar, hatta belki de hiç olmayacağı kadar büyük bir boşluk duygusu. Tek başımayım. Herkesin tek başına olduğu bir zaman vardır. Pek de ilginç bir şey değil bu.

Az sonra camdan bir üçgen olarak şehrin en yüksek tepesinin yanında pek de yükselemeden kalmış alışveriş merkezinin (hani şu Louvre Müzesi biçiminde inşa edilmiş yapının) balkonundayım. Sinemada, ikinci sınıf bir dram-komedi filminin gece seansının molasında...Bileklerime değen soğuk beni sinema salonunun karanlığından kurtarıyor. Aşağıda akan cadde. Herkes bu şehre geldiğinde bu yoldan geçer. Hepimizin bu şehirde,  bu yoldan geçmişliği vardır. Yollar olmadan şehirler olmaz. Şehirler olmadan insanlar. İnsanlar olmadan ne olur? Bizim çetin ve ıstıraplı hayatlarımızın olmazsa olmazı nedir bir de?

Zamanın üstünde süzülüyorum.O eski evlerin duvarlarına dayanarak içtiğim ilk sigaralarım. Baldırlarımdan karnıma, oradan göğsüme ve oradan da dudaklarıma yayılan bir kıpırtı. Gençlik bu. Gençlik büsbütün kıpırtı demek. Mesela koştura koştura yağmur avlıyordum saçlarımla. Geceleri, beni tertemiz umudumla kıskıvrak yakalayan dolunaylar göz bebeklerimde gençliğim gibi yitiyor şimdi.

Geçen yıllar, devrilmiş bir heykelin kopmuş parçalarından farksız, ayak uçlarımda duruyor. Samanyolu'nun en kuytu yerinden bakıyorum onlara. Geçen yıllar parçalanmış bir heykel olup, hani o insanlık tarihi kadar eski bir teşbihi, o meşhur hayal kırıklıklarını hatırlatsa da umursamaya gerek yok. Hayal denen şey, her şeye inat yenilenip, her badirede bir kez daha kırılan bir şey zaten. Biz hayallerimizi kırıldıkları için fark ederiz aslında. Şimdi tüm hayal kırıklıklarını, bir şarkıda geçmişi hayal ederken yaşıyorum. Geçmiş de kırılıp ufalanıyor böylece. Zihnimin içinde yüzlerce, binlerce parça. Işıl ışıl. Bir yakamoz gibi kelimelerimin karanlığında yüzüyorlar.

*

Pişman olduğumu ifade edecek bir tebessüm bulup, dudaklarımdaki kıvrımlara saklıyorum onu. Zamanı gelince kullanmak için başka yerlerden kaptığımız şeylerle doluyuz ne de olsa.

Fotoğraflarda pozumuz, sevgi dolu sözler söylerken sesimiz, uzaklara dalıp gidişimiz, hep daha önceden hazırlanmış, tasvir edilmiş, yapılmış şeyler değil mi?

Bir istisna...

O akşam gitarist genç eski bir şarkı çalıyordu, ben de içimden eşlik ediyordum. O şarkı neydi? Şimdi hatırlamıyorum. Önümdeki ağır kadehi parmak uçlarımda masadan kaldırmadan çevirip duruyordum. Zor zamanların ve cevapların karşısında takındığım bir tavırmış bu, bilmiyordum. Daha sonra ruh tahlillerinden birinde söylemiştin bunu bana.

Şarkı zihnimde, kadeh parmak uçlarımda dönüp duruyordu. Hiç bir yerden kapmadığım, bizzat kendime ait bir şeydi bu. Önce bizim, sonra zamanın ve en nihayetinde kainatın zor ve çetin varlığı karşısında önümdeki ağır kadehi çevirip durmaktan başka ne yapabilirdim ki? Dünya, işte tam da buna benzer bir sıkıntıyla, masadaki dolu ve ağır kadeh gibi milyarlarca yıldır dönüp durmuyor mu hem?

*

Eski bir defterim önümde. Bir öğlen sıkıntısında kapağını açıyorum. 2016 ile 2020 yılları arasında yazdıklarım bunlar.

2016'nın on beş Haziran'ında şöyle yazmışım:

"Uzaklardan şehrin sesi duyuluyor. Bir yerlerde, gökyüzünden boşalan bir uğultu gibidir aslında yaşamak. Öyle içten, öyle şiddetli lâkin beyhude. Şiddetli bir yağmurun telaşından yeni çıktık. Karanlık havalarda, kimsesiz odalarda kurduğumuz hayaller öylece kaldı yine.

Bir yerlerde alkışlar koptu. Birileri, bir yerlerde hakiki bir yaşama kavuşmuş olmalı. Birileri bunu başarabilmiş olmalı. Ondan olmalı bu alkışlar...

Babam hastanedeydi. Bir merhamet duygusuyla ürperememenin, içime dönememenin verdiği suçluluk duygusuyla sustum. Tepkisizdim.

Dili yormuyorum. Ağır bir şarkı dönüp duruyor içimde.

Günlerce sürecek bir hezeyanın habercisi gibi üzerime saçılan bakışların tesirinden kurtulabilmek! Öylesine hiç olmakla doluyum ki, avuçlarımdan kainat akıyor ve ben öylece izliyorum."

*

Yüzündeki ifadeden memnunsuz olduğunu anladığım insanların yanından geçince, yazılan ve yazılacak olan tüm öykülere, şiirlere, romanlara göz atma arzum... Her insan bir romandır. Oktay Akbal'ın da dediği gibi aslında "İnsan Bir Ormandır." "Roman" ve "Orman" arasındaki fonetik bir benzerlik mi bu?  Oktay Akbal da böyle düşünmüş olmalı.

-Sabaha karşı, saatleri bir kovada toplayıp, uzayın sonsuz kuyusuna dökme eğilimi.-

Üzerinde "Kalendermeşrep" yazan kupama dolan katran karası kahve. Grenli bir fotoğrafın içinde gibiyim.

Az sonra grenler kıpırdayacak, beyaz noktalar koyu renklerin arasında hareket ederken, kendi şekline büsbütün kavuşan bir şey yerinden kalkıp elinde kocaman bir kova ile saatlere ait ufacık rakamları uçsuz karanlığa savuracak. O grenli fotoğrafın içinde binlerce yıl geçecek. Karanlık seyrelecek. Beyazlar yeniden kıpırdayacak. Bir ormanın kuytuları seçilir gibi olacak. Önce ağaç gövdeleri, sonra o ağaçların dalları, en son yaprakları görülecek ve nihayet gökten yıldız yağmuru gibi rakamlar yağacak bu taze ormanın üzerine. Zaman böylece yeniden yaratılacak. Her zamankinden farklı. Daha sancılı olsa da daha merhametli olacak bu kez.

*

Birkaç ay evvelki bir gece yolculuğunda karanlığın içinde kıvrıla kıvrıla sürüklendiğimizi hatırlıyorum şimdi. O an madde hükmünü kaybedebilir ve biz karanlığın ve yolun çekimiyle takriben bir kilometre ötede uyuyan birinin rüyasına karışabilirdik. Ya da en ince teferruata kadar yeryüzünden silinebilir ve hiç var olmamış olabilirdik.

Tüm gece yolculukları böyledir. Önce karanlığın içinden birkaç bodur ağaç seçersiniz, sonra onlar simsiyah bir denizin içinde kaybolurlar. Önünüzden kesik kesik uzayıp giden beyaz şeritler bir müddet sonra o kadar çok var olur ki, onları fark etmemeye başlarsınız. Karanlık arttıkça artar ve gittikçe daha çok tabiata karışıyor olma duygunuz yavaş yavaş karanlığın içinde erimeye döner.

İşte yeryüzünden silinme ve aslında hiç var olmamış olma tehlikesi budur. Her şey uğuldamaya başlar. Zaman ve mekan arasında açılan derin bir çatlağın arasından süzülüp kaybolmamanız için hiç bir sebep yoktur o an. Karanlık bir sarmaşık gibidir, o çatlağın içinden büyür, sizi sarıp kendisine çeker. Teslim olmaktan başka elinizden bir şey gelmez. Bir dağ aşar, bir tünele girer, bir virajdan dönersiniz ve her seferinde bilinciniz varlığınızı aynı yerde bulmak istercesine karanlığın içindeki manzaralardan apaçık bir şey seçmek ister. Her zamanki bir şey olmalıdır bu. Bir ağaç, bir elektirik direği, bir ev fark etmez, bilinciniz kendisini yeniden varlığa ve zamana inandıran bir şey arar.

*

Dünyanın tüm sefaletini güzel bir pencereden izlemek... Aslında edebiyatın yapmaya çalıştığı tam da budur. Her gün kirli otobüs camlarından, çamurlu su birikintilerinden, ansızın gelen kötü haberlerden, sabahları uyanma mecburiyetinden, geceleri bir ateş parçası kesilen yastıklardan, hayal kırıklıklarından, fırsat "eşitsizliğinden", adaletsizlikten, nefretten ve aşırı sevgiden, şahit olunan ölümlerden, hatta kendi ölümümüzden edebiyata sığınırız. Bizim -biraz da Baudrillard'a öykünürsek- "çaresiz stratejimiz" budur.

*

Vilhelm Hammershøi, iç mekanlarda tasvir ettiği o hüzün dolu, iddiasız ışığı hiç şüphe yok ki sonbaharda bulmuştur.  Çünkü sonbahardan başka hiçbir mevsimde yoktur o ışık.

Hammershøi'nin 1906 tarihli, uzun bir pencereden güneş ışığını ustalıkla zemine kondurmuş o iç mekan tasvirine dalıp gidiyorum, bir de sağ tarafta, sanki geçmişin üzerine sımsıkı kapatılmış bir kapı. Tozlu, sarı, eski bir mekan bu.

Eski, çocukluğum kadar eski.

Bu esere baktıkça bir müddet sonra çocukluğumun akşamüstlerini, evimizi, sonbahar hüznüyle dolup taşan o geniş salonumuzu görmekten kendimi alamıyorum.

Ekim

Kendi çevremde de insan kötülüğe meyillidir derim hep ama her seferinde kötülüğün bu kadar gerçek, bu kadar esrik ve bu kadar uçsuz olduğuna şahit olmak günden güne tüketiyor insanı. Bilmiyorum… Birey, toplum, insanlık; her şey ve herkes daha da kötüye gidiyor.

*

Kırık camlar. Işıltılı yüzler. Gölgeler, boy boy gölgeler. Kalemi terk ediyorum. Işığı ve sesi de.

Bize ne oldu?

Şafak vakti tenimizin ürpertisinde dolaşan aydınlık, geceleri yüzümüzü örten karanlığa inat perdelerden sızan sokak lambaları. İçimizdeki gökyüzünün mahcup yıldızları… Gelmek bilmeyen uyku, bitmek bilmeyen şarkı.

Bize ne oldu?

Uyku gelmek bilse de, rüyaların sancı sancı büyüdüğü ve o uykulardan nefes nefese uyandığımız vakitlerdeyiz. Gövdemizin ortasında yükselip duran bulantı. Sanki bin fersah ötede, dalgalar üzerindeki o meçhul yolculukların birinde çalkalanıyor gibiyiz. Dünya ellerimizden kayıp gitti. İnkar ediyor bunu her şeye rağmen düzenini sürdürmeye çalışan borsa, reklamlar ve ekranlar. Dünya ellerimizden kayıp gitti ve her şeyi bir kenara bırakan insanlar, bir gün dönecekler eski masumiyetlerine…

Kitap kapaklarıyla muhafaza edilen ve bizi daimi mutluluğa inandıran yalanlar; ne çok konuşulursa, o kadar az… Uçsuz, lekesiz, bembeyaz: yeni bir "yaşamak" arasak?

Bir sabah düşülse yollara, o eski ve güneşli tenhaların gizli neşesiyle. Mesela uysal ve zamanın mahreminde uyuklayan cevherin ateşiyle, yeniden, tertemiz bir doğuşa inansak… Mümkün mü bu?  Daima sarfedilen, tüketilen ve asla yerine bir yenisi gelmeyen kelimelerin dilimizdeki avuntusundan bizi kurtarıp, tıpkı yeni bir yaşamak gibi, yeni kelimelerin münbit alemine kavuşmak için elimizden ne gelir?

Kırık camlar. Işıltılı yüzler. Gölgeler, boy boy gölgeler. Kalemi terk ediyorum. Işığı ve sesi de.

Bir meczup, titrek, kalın ve kirli elleriyle siyah gömleğine döktüğü sigara külünü aceleyle temizliyor. Bir kadın gülüyor, bir adam suratıma -sanırım kavga etmek için- dik dik bakıyor. Her zamanki manzaranın içinden bir manzara bu. Kırık camlara basıyorum eski ayakkabılarımla. Sokak lambalarından sızan sarı bir yangın. Işıltılı yüzler ve sokak boyunca uzanan boy boy gölgeler.

Çocuktum. Etrafımda ilmek ilmek örülen bir dünyanın içinde, cam kırıklarından ve kanımdan sakınır, ışıltılı yüzlere tebessüm eder, gölgeleri doğdukları yerde, karanlıkların içinde mahkum bulurdum. Kalem henüz yazmaz, ışık ve ses ayrı ayrı düşmezdi içime. Kelimeler de yeterdi dilime üstelik. İçimi bir çırpıda açardım herkese. Harfler, kelimelere büyük bir iştiha ile kavuşur, cümleler sonsuzluğa uzanır gibi kurulurdu bende. Belagat için söylenmiş o coşkun ve cüretkâr sözlere kolay kolay kanmazdım bir de.

Her aynanın karşısında durup da "Bana ne oldu?" diye sorardım gocunmadan. Kendim ayrı, yaşamak ayrı bir yerde akar gibiydi. Hep aynı kelimeler birbiri ardınca gelirdi dilime. "Ben" ise "Biz" olmamıştı henüz.

Şimdi…

Hayır! Kelimeler yetmiyor bana. Kalbimin ortasından zamana sıçrayan kan, barut ve infilak… Gözlerinde bin yıllık acılarla, kırık camlara basmaktan korkmadan, yalınayak kendi kıyametine yürüyen bir çağın yoldaşıyım ben.

Farklı, el değmemiş, daha masum ve daha sessiz kelimelerle sormalıyım bir kez daha: Bize ne oldu?

Kalemi, ışığı, sesi terk edemiyorum bu kelimelerle.
*
Penceredeki yansımamdan süzdüğüm çehremle gülen yüzlerden kaçıyorum. Çünkü döndükçe sürat kazanan ve ne zaman duracağını bilmediğim bir çarka dalıp dalıp gidiyor gibiyim şehrin akşamlarında. Gülen yüzler anlamaz ki bunu. Öylece, bir noktaya bakıp duruyorum.  İçimde kıpırtısız bir ifade arayışı var.

*

Hayatımda okumak için zamanını beklediğim kitaplar var. Farklı bir zihin akışına katılmak için insanın kendi zihninden emin olması ile alakalı bu bekleyiş. Misal olarak Camus'nun Defterler'i. Artık zihnimi Camus'nun sayfalar arasında hala canlı bulunan zihnine katabilirim. Ya da katabilirdim… Ama olmadı.

*

Dipsiz bir kuyuya kendini bırakma cesaretiyle dalınan hudutsuz uykular… Sonrası bulutlu ve çamurlu gün. Dağın başında kirli, alacalı bir sis. Alımlı derler ya tam da öyle ve bir yandan da tüm ciddiyetiyle akşamın ortasında gelip geçene göz kırpan ışıklı camekanlar… Şayet yürürken ufacık bir hayal kurmaya görün, sizi uyandırmaktan, kendi dünyanızdan çekip almaktan tereddüt etmez bu camekânlar. Artık her manzaraya karışmaktan kendimi alıkoyuyorum. Uykulara, bulutlu ve çamurlu günlere, dağın başındaki kirli sise, ışıklı camekânlara, hepsinden, hepsinden uzak duruyorum.

Eskisi kadar cüretkâr değilim miyim? Aslında eskiden de değildim. "Bu Su Hiç Durmaz" diye diye çocuk gözleriyle bir tınının içinden bana bir şarkı dolusu imalarda bulunan birinin ya da izmaritini tutuşturmak için çakmak isteyen yoksul delikanlının, Cioran ile kafayı bozan dostumun mesela, annemin, kalbimin, geceleri yastığımda sızlayan karanlığımın bende bulduğu şey yarım bir cüretti yalnızca. Böylece beni dev gibi görür, içimde, adeta bir incir çekirdeğine dönüşen kalbimi bilmezlerdi.

*

Eskiden esrik bir halde savruluyordum. Şimdi kendimdeyim ve buna rağmen hiç bir şeyi umursamadan esip duruyorum. Bilerek günah işlediğim ve gül bahçelerine çamurlu yollardan gidildiğine inandığım günlerden; çamurlu yollara ve gül bahçelerine dair inancımı yitirdiğim, kaldırımlar üzerinde terli başımın ağrısına teslim olduğum günlere ulaştım. Böylesi hakikattir işte. Hatta hakiki teslimiyetin doruğu budur. Artık ne bir estet, ne bir dekadanım ben. Yalnızca hakikatin yüzüne bakmaya cesaret eden bir zaman yolcusuyum. Ne kıta felsefesi ne de analitik felsefe; ne petekten bal süzercesine itinayla ve iştahla zamanın içinden süzülmüş o şahane besteler, ne sayfa sayfa kitaplar, ne satırlarından ay ışığı sızan şiirler umrumda değil artık. Bu kaldırımlar üzerinde yürümekten ve bu kaldırımlar üzerinde ölmekten başka bir amacım yok.

*

Sonbahar sabahının serinliğinden metro istasyonuna sığınmış beyaz bir kedi, metro beklemek için oturduğum banka, yanıma sıçrıyıveriyor. Başını severken kısılan göz kapaklarının ardından çakıl çakıl gözleri. Az sonra metro geliyor ve pantolonuma bıraktığı beyaz tüyleriyle biniyorum. Öylece bakıyor ardımdan. Ne peşimden gelmeye, ne de başka bir yere gitmeye yelteniyor. Hareket etmek üzere olan metronun kapanan kapıları ardından izliyorum onu. Bankın üzerinde oturuyor hala. Merhameti böyle tanımasına hayret ediyorum. Merhamet dünyadaki hislerin arasında en ince ve şeffaf olandır. Onu görmekten ziyade sezebiliriz ancak.

*

Lacivert denizden köpürerek gelen dalgaların kumsalda bıraktığı soğuk ve pürüzsüz ıslaklık. Her bir dalga, bir önceki dalganın ulaştığı sınıra yaklaşmak için çırpınıyor. Islak çakılların üzerinde birkaç pet şişe, izmaritler, kumsalı yoldan ayıran diz mesafesindeki duvarın dibinde soluk soluğa uzanmış iri bir köpek. Denizi laciverde boyayan yağmur yüklü bulutların kıvranışı ve suyun her defasında sanki içimde bir yerlere çarpan sesi.

*

Sabaha karşı 03.23

Karanlık denizin göğsünden başka bir karanlık olarak yükselen tepenin üzerinde bir yanıp bir sönen kırmızı ışıklar. Bıçak gibi keskin bir ayazın içinden çınlayan ani bir parıltı: birkaç martı çığlığı. Saatler önce dolunayın denizin üzerinde uyandırdığı o gümüş, o yumuşak yansı şimdi göğün laciverdinde eriyerek sabahı çağırıyor. Uyuyacağım. Günün son sigarası bu. Gökyüzünün bir yerinden bir anda değil, usul usul bir sabah doğacak, biliyorum. Bir bilinmezliğe doğacak yeni gün. Ve o büyük bilinmezliklerin duvarına bir tuğla daha olacak.

*

Kasım

Birbirine benzeyen ailelerde büyümüş, aynı yollardan geçmiş, aynı insanları sevmiş ve aynı şeylerden nefret etmiş gibiyiz. Karanlıklarımız farklı bir tek. Her şey aynı olsa da, karanlıklarımızın dehşeti kendi üzerimize bir kimlik olarak kalıyor. Nereye gitsek taşıyoruz onu. Sesinin etrafında gece böcekleri, mağlup göklerin o ümitsiz yıldızları gibi eski bir şatafattan miras kalan yarım övüncü katıyorlar cümlelerine.
*
İnsanlar genelde bir şeyleri bir şeylerden ayırmakta zorluk çekerler. Tarihi, akımları, iyiyi, kötüyü, doğruyu, yanlışı ve zamanı. Bu yüzden her yerde saatler vardır. Her yer bir saat mezarlığıdır adeta. İnsanlar zamanı ayırmakta güçlük çekmeseydi saatler olmazdı. 
*
İnsan bazen bazı şeylere istemsizce sürüklenebiliyor... Mesela Le Feu Follet'i izlemek gibi. Satie'nin notaları, siyah beyaz Paris ve filmin birkaç sahnesinde aklıma birdenbire esiveren hani Sartre'ın şu meşhur serisi "Özgürlük Yolları". (Geçen de yazıp çizmiştim bu seriyi, beyhude!) 

İzlediğim en yıkıcı filmdi. Alain herkesten uzaktı, içinde bulunduğu dünyadan, hatta seyirciden bile. Bu uzaklık yakalıyor insanı ve bu uzaklık, filmin içinden taşarak izleyicinin de dünyasını yıkmaya yelteniyor. 

Cafe sahnesinde, her zamanki gündelik telaşlarıyla gelip geçen insanların yalnızca kendilerinden mesul çehrelerine rastlayan ve o çehrelerin duvarına çarparak kendi içine yuvarlanan Alain. Yıllar önce yaşadığım bir anı hatırlayıveriyorum şimdi:

-"Böyle bir hissi daha önce de yaşamıştım. Eski kamu binasının arkasında, mesai saati bittiğinde masalarını daracık caddeye çıkaran o cafede. Yaz akşamıydı. Hayır, ilkbaharın ilk akşamlarından bir akşamdı. Üzerimde deri ceketim ve içimde bir gömlek vardı. Saçlarım dağınıktı. O an gökte asılı kalmış bir parça buluta uzun uzun baktım ve bir insan gençliğine rağmen nasıl bu kadar tükenmiş hissedebilir diye düşündüm."

-"Sebebi neydi? Şimdi de saçların dağınık ayrıca."

-"Sadece zamanla alakalı bir şikayetim var sanki. Umut etmekle ilgili bir şey değil bu. Bir yerlerde başlayan ve biten şeyler, mesela bir ailenin huzurlu akşamları, uyunacak uykular, bir kabuğa sığınmış gibi güvende ve mahremde olma hissi... İnsan neden böyle hisleri içinde taşıyan, güven ya da mahremiyete bu denli muhtaç olan bir varlık diye sorguluyorum. Beni bu hayatta yoran en büyük şey insanın bu güven ve mahremiyete duyduğu muhtaçlık hissi.

-"Bizi diğer canlılardan ayıran şey bu. Yani böyle şeyler.

-"Meseleye biyolojik bir perspektiften bakacak kadar nedenselliğe inanmıyorum artık. Gerçi tam da nedenselliğe eskisi kadar inanmadığım için biyolojik bir perspektiften bakmam gerek de, neyse... Şimdi yine aynı örümcek ağının ortasındayım işte. Kıskıvrak yakalandım. İçimde bir yılan gibi süzülen zamanı hissediyorum. Üstelik söylenmiş ve yazılmış tüm romantık şeylere karşı öfkeliyim."
*
Geriye bakmıyorsun. İleriye de baktığın söylenemez. O zaman anın tadını çıkarıyorsun diyenler olabilir sana, muhtemeldir yanılıyorlar. Sen geçmişe ve geleceğe doğru genişlemeye meyilli zamanın ortasında, tam da bulunduğun yerde, ağır aksak ilerlemeye ya da görünmez bir kaynaktan seyrek bir şekilde damlamaya mecbur bir zaman kavramının içinde sıkışıp kalmışsın. 

Başın ağrıyor.

Dün gece sığındığın o kalın yorgan hiç de ağır gelmedi sana. İçinde kayboldun o yorganın, tıpkı hiç var olmadığın günler gibi. Uyudun, uyudun... Ninniler okunmadı başında. Yüzünü şefkatli bir el sevmedi usul usul. Derin nefesler alıp verdin, hepsi uzak bir yaz mevsimi gibi sıcacıktı. Gökte bir yıldız olması için gözlerini uyuduğun zaman aldılar senden. Bütün gece gökte, uzaklarda yanıp sönen dünyaya karşı parlayıp durdu onlar. Oysa daha birkaç saat önce, yani sen henüz uyumadan dünyanın bütün karanlığına ve sefaletine şahitti gözlerin. Gökte bir yıldız olunca, dünyanın uzaktan bu kadar masum ve bu kadar aydınlık görünmesine şaşırdılar. Bu şaşkınlık, gözlerin sana geri verildiğinde, yani sen uyandığında dünyaya karşı o büyük yadırgamanın sebebiydi işte. Sen kendini yılgın ve umutsuz sandın. Oysa her şey gözlerinin dünyayı başka bir yerden seyretmesiyle ilgiliydi. 
*
Gölgelerle savaşıyorum. Yüzlerce gölge, binlerce şekle bürünüyor. Bana sabah vakti Zweig'in "Dünün Dünyası"nda Rilke'yi anlattığı satırları okuyorsun. Bir parça kek ve bir kahve fincanı duruyor masada. Gölgeler sabah aydınlığında eşyaların arkasına saklanıyorlar. Rilke'nin tebessümü diyorsun, o tebessümü düşünüyorum. Karanlık holde gözlerim kaybolup gidiyor. Gölgeleri buluyorum orada. Destansı değil savaşım, acemice ve korkak. Ansızın ölmek gibi bir kaçış yolu da yok bu savaşta. Oysa adım adım değil birden olmalı sonum. Gölgeleri kuşanan ve gölgelerden arınan zamanın içinden gönül rahatlığıyla kurtulmak, ancak birdenbire gerçekleşecek olan şeylerin sırrında gizli bun
*
Yüzümü, yansıyan ve yansıyacak her şeyden bir bir toplamalıyım. Bir iz kalmamalı. O yollar ne iyi, ne güzeldi. Yansımaz, akar giderdim. 

Yaklaşan ağır kış, yaklaşan hafif son. Serseri bir hayalden ibaretim, yarım yamalak bir varlık, koşulsuz nefret ve sevgiyim, dolaysız bir cümleyim ben. Yansımaların kaybolduğu bir yolun yolcusuyum. Başlangıç ve son değilim. Yalnızca arafta kalmış bir sürek olmaktan başka bir şey yok elimde. 

Arafta kalmış, geçmek ve gelecek bir süreğim. 
*
Kaygıyı, gürültüyü, lekeyi ve imkansız arzulara -hislere- karşı çaresizliği bir kenara bırakmak. Bu böyledir. Ne zaman yaşamak üzerine düşünsek, hemen teslimiyete ihtiyacımız olduğunu keşfederiz. 

Hatırlıyorum, mavi bir hayalet gibi o taşlı ve ağır avizenin etrafında salınan sigara dumanları arasından geçerek henüz tükenmemiş dimağım ile bir şeylere inanmanın, bir şeylere bağlanmanın saadetini yaşadığım yıllar. İlk gençlik mi? Yaşamak üzerine düşündüğüm anlar, teslimiyeti arar, aradığım yerde bulur ve gönül rahatlığıyla yarınlar adına tebessüm ederdim. 

Mevsimin son güneşleri, odamdaki ahşap masanın üzerinde gri bir deniz gibi uzanıyor. Uzak köşede karanlık ve kuytu. Ne kadar yaşamak üzerine düşünsem, o kadar karıncalanıyor gövdem. 
*
Bir zamanlar ergenlik akneleriyle kızaran çehremiz, eğitim hayatımızdan zoraki mezuniyetlerle edindiğimiz kağıt parçaları, okuduğumuz kitaplardan içimize takıp takıştırdığımız imitasyon duygular, her akşam bir çatı altında muadillerinden bilmem kaçıncısı olan sosyal platformlardan birinin karşısına kurulup başka hayatlara attığımız kaçamak bakışlar bir kenara; gökdelenler, koca koca ekranlar, büyük camlı evler, heybetli heykeller, uzayıp giden yollar inşa ettik. Yazdığımız kitapların sayfalarına ağaçlar yetişmiyor. Bestelenen şarkılar bir söylendi mi, yer yerinden oynuyor. Artık bir tuşla kendimizi o uzun, o parıltılı o haz dolu boşluğa bırakıveriyoruz. Ama olmuyor. Kendimizi dünya üzerinde tatmin edemiyoruz. Burası yurdumuz değil, burası yurdumuz olmayacak. Elimiz çenemizde, sırtımızda ağrılar, gözlerimizde bir sis, tıpkı bizden öncekiler gibi ölüp gideceğiz. Bir hiç olarak kalacak her şey. Ne yazarsak yazalım, ne söylersek söyleyelim ürkütemeyeceğiz dünyanın içinde soluk alıp veren o ilkel hayvanı. Aksi mümkün değil.
*
Othello'ya verilen arada köprüye uzanan caddenin icinde vızır vızır yanıp sönen araba farlarını ve az önce yağmış yağmurun akşam parıltılılarındaki canlı ve taptaze yansımasını izlerken düşünüyorum: "Tiyatro kalabalıklar içinde yaban bir hal alan utancı meşru -tanınır- kılmak için kullanılan bir araç olabilir mi?"

Othello'ya dönersek... 

İzlediğim Othello'nun kötü bir icrasıdır. Kostümler erkeklerde takım elbise, kadınlarda ise abiye. Gülünç. Dekor ise tam bir facia! Sahnedeki testi yağmurunun şıngırtısından diyalogları duymak mümkün değil. Sahnenin arka kısmında bir tür mekanizmayla asılı duran gotik makyajlı iki melek figürü... Onların arada mırıldandıkları şarkılar ise kulak tırmalıyor. Othello'yu oynayan aktörde ise sakalının arasından saçtığı abartılı hezeyanlardan başka bir marifet yok. Ben Othello karakterini her zaman şöyle düşünmüşümdür: Kendisine bahşedilen ve mesleğinde de ilerlemesini sağlayan zekasını; aşk, tutku ve kıskançlık karşısında diri tutmaya çalışan ama bir türlü başaramayan bir bahtsız. İnsanî her meselede kalbiyle davranmasını bilen ve tam da bu yüzden saf kötülük karşısında gururunun içine yuvalanmış kötülüğe kapılan bir budala. Sadece hezeyan ve evham değildir Othello'yu Othello yapan, aynı zamanda hakikate duyduğu o tutkulu, o vecd dolu inançtır. 
*
Sonbahar mı, kış mı? Bilmiyorum. Tek bildiğim yağmurun dindikten sonra ardında hazin bir koku bıraktığı o mevsim bu... Çimen ya da toprak kokusu değil. Nemli, buğulu, eski bir koku. 

Geçmişe bakınca anlıyorum, annemin gözleri ilaç poşetlerindeki beyaz kutuların üzerlerindeki yazıları okumaktan bozulmuş, benim karnım geceleri aklıma dolaşan binbir türlü fikrin akan zehrinden dolayı ağrımış, yağmurun ardından duyulan koku, mazimizi hatırlatmak için tüm gücüyle içimize dolmuştur. 
*
Bir şehri, geçip giden bahar sonrası şeffaf, gri bir perdenin ardından izlemekle alakalı söyleyeceğim çok şey var. Her şey bir yana, nihâyetinde ne olacağını bilmediğim vakitler gelir aklıma. Gri bir perdenin ardında ceketinin yakalarını kaldırmış, yüzünde bilmem kaç günlük sakalı, uçuşan saçları ve ağzında tuttuğu sigarasıyla dolaşıp duran bir adamın aklına başka ne gelebilir ki zaten? Ne olacağı bilinmeyen vakitler, birdenbire silinip giden insanlar, hatıralar, yalnızlıklar ve düşlerin içinde, güneşi avcunda tutmaya duyulan şiddetli arzu. Rüyalarda gri perdeler yok. Yitirdiklerimiz ve yitireceklerimiz var yalnızca: Zaman mesela. Gri perdenin yerinde beyaz bir saten kumaş gibi ruhumuzun bedeninden kayıp giden ve bizi ne olacağı bilinmeyen vakitler karşısında çırılçıplak kılan zaman.
*
Fırtına kör bir insan gibi gecenin içinde savruluyor ve ıslık çalarak düşüyor. Tertemiz, berrak, umutlu ve sıhhatli bir yaşam temenni ederek gözlerini uykuya kapatmış insanlar geliyor aklıma.

İnsanlar sahiden böyle mi? 

Eski bir filmi bir kez daha izledim az önce. Bu soruyu bir kez daha sordum filmi izlerken. İnsanların nasıl olduğuna dair bir fikre sahip olmamak değil mesele. Mesele değişkenliği düşünmek. Değişen her şeyi düşünmek. Düşünebilmek. 
*
Yıldızlarda çamur yok. Oysa iz bıraktığımız her yerin bizim olduğu inancına sahip olmak gibi müzmin bir yanılgımız olduğu için yıldızlara çoktan tam anlamıyla ulaşmamış olduğumuza şaşıyorum. Global enstantaneler, bir havalimanı soğukluğu, eski bir politik hamlenin sarsıntısı, skandalların rengarenk ve büyülü dünyası. Benzin istasyonlarından satın alınıp beyaz floresanla aydınlatılan evlere getirilen oyuncaklar, beyaz yakalı lüksler... 

Bir de düşkünlük... Bir köşede kalmış ve unutulmuş kirli bir bardak ya da ağzına kadar dolu bir kül tablası gibi bir düşkünlük ama. Sarhoş bakışlar arasında ışıklı bir düşkünlük. 

Sabaha karşı, gün henüz aydınlanmadan ışıkları yanan bir ev. O evden çıkarılan ölü. Saç baş yolan ve kimsesiz kalanlar. Ekmek parası kazanmak için ruhuna kadar üşüyen biri. Sesi soluğu sokak lambalarıyla aydınlanan caddenin ıssızlığında devrilerek yiten biri ya da. TV'lerde yeni nesil pragmatizm. Yıldızlarda çamur yok. Kamaşan göğe bakarken kendimi içinde bulduğum o sıcak yaz yalnızlıklarında düşünüyordum bunu. Çamuru, suyu, toprağı ve insanı düşünüyordum. Yıldızlar için gece olmasına gerek yoktu. 
*
Nereden almışım bilmem, kapağında Schiele'nin çizdiği Peschka'nın portresi bulunan ufak bir not defteri. İçine -ani gelen bir gece düşüncesiyle- bugüne kadar okuduklarım arasından benim için önemli olan kitapları yazmaya başladım. Şimdilik bu kitapların sayısı kırk.

Aslında kitap okumaya çalışan biri olarak okuma listelerini takip etmem. Çapraz okumalar da yapmam. Okuyacaklarıma neredeyse içgüdüsel olarak yönelirim. Deliler gibi her dakika okuma, mesela bir ayda elli kitap okuma furyasına da hiç yeltenmedim.

Kitap okumak mevzubahis olduğunda birkaç yıl önce genç ve umutsuz bir akademisyen adayıyla yaptığımız sohbettin içinde geçen bir tabir aklımdan çıkmaz: "Steril okuma". Evet, steril bir okuma alışkanlığım yok. Hatta kirli, dağınık, bir ucundan bir ucuna alakası bulunmayan bir silsile halindedir benim okumalarım. Hep böyleydi. Böyle de gidecek sanırım. 
*
Evet dün gece talihsiz bir kaza geçirdim. Sol elmacık kemiğimin hemen üstünde iz kalması muhtemel olan ufak ama derin bir yara açıldı. 

Bilinç kaybı zamanın yalnızca kopuk bir film halinde belli sahnelerden ibaret olduğu birkaç dakikadan ibaret. İnsanın hiç bilmediği bir yere kendisini almadan seyahat etmesi. Tatlı ve her şeyden habersiz bir şekilde zihnin kuytularına doğru salınam derin bir uyku. Ve sonra birden bire uyanış. Bilince kavuşulan ilk an gövdeden yukarıya yükselen korku ve şaşkınlık. Zihnin kuytularına ışık ve ses girmeye başlayınca geri dönme hissinin gittikçe ağırlaştığını duyumsuyor insan. 
*
Aslında umutsuz biri değilim. Daha yolun başında her şeyin iç yüzünde kötücül bir şey olduğundan şüphelenir ama bu ihtimali görmezden gelirdim. Muhakkak dahil olduğum sistemde ve yaşamın özünde olumsuz bir şey vardı. Yine de bunu yok sayardım. Çünkü bir şeyleri değiştirmeye gücüm var diye düşünürdüm. Yani her insanın kendine inancı olduğu gibi benim de vardı. Ama sonra baktım ki şüphelendiğim şeyler, her şeyi ele geçirecek, yönetecek kadar mühim. Yani olumsuzluk, kötücüllük tamamıyla esas dinamik. Ama iyimserlik benjm kendi benliğimden besleniyor. Benliğimin feragati olmasa iyilik de yok demek. Ama kötücüllük var olmak için benliğime ihtiyaç duymuyor.

*

Aralık

Birkaç gündür uyumak eyleminin aslında sırtımda bir külfet olduğunu, saatler ilerledikçe uyku ile aramda ilk bakışta sezilmeyen gizli bir mücadele başladığını duyumsuyorum. Aynı uykuları uyuyup, aynı sabahlara uyanmak. Aynı yastıkta bilmem kaç bininci kez aynı düşüncenin içinde yitip gitmek. Kalkıp bir sigara yakmak, birkaç yudum su içmek, saatlerin ilerliyor olmasından duyulan tedirginlikle yeniden başını yastığa koymak. Uyuyamamak ve nihayetinde uyumak. Bulunup bulunup her defasında yeniden kaybolmak. Rüyalar. Rüyalarda görülen yüksek, kurak, sıcak dağlar. Bu dağların yamaçlarının uzandığı lacivert deniz. Doğan gün ve ağır bir taşı yerinden kaldırmaya benzeyen berbat bir his: Başımın yastıktan ayrılması.
*

İnsanın kendi elleriyle çetin savaşlar vererek sağladığı tüm dengesinin birdenbire yitmesi için tasarlanmış günler vardır. O günlerde birbiri ardınca gelen telefonların, çalan kapı zillerinin muhatabı olursunuz. Sarsılır dünyanız. Kurulan bir cümle, bir bakış, bir ima, hatta masum bir sevgi belirtisi bile sizi allak bullak etmeye yeter. Kendi içinizin sükûnetine kavuşmak için bir odada başınızı ellerinizin arasına alıp oturmaktan başka çareniz yoktur. Her histen muaf olmak, yalnızca bir nesneye dönüşmek istersiniz.

*

Elde kalan şu yaşama bakışı değiştirecek kırılma noktaları üzerine düşünmek zorundayım. Evet, bir zorunluluk bu. İyi de olsa, kötü de olsa tedbirli olmamızı gerektiren, bizi bir daha asla eskisi gibi kılmayacak olan o büyülü anlar... Bir felaketin eşiği. Bir güzel haberin bizi bulması. Saniyelerle hatta saliselerle ölçülen bir zaman diliminde gerçekleşen bir olay. Bambaşka bir dünyaya gözlerimizin açıldığı bambaşka bir durum. İnsanın ne denli hassas bir dengenin üzerinde bulunduğunu keşfetmenin hayretini yaşamamak mümkün değil bu kırılma noktalarında.

*

İçinde binlerce düğüm olan, karmakarışık birileri ve onlar gibi olan niceleri. Bir adım sonrasını düşünmekten, o adımı atmaya mecali kalmamışlarla dolu dünyamız.

*

Camekan içinde öylece duran eski kadehlere takılıyor gözüm. Her birinin ansızın patlayıp tuz buz olacağına dair bir vehim var içimde. Bir şeylerin sabit kalması beni tedirgin etmeye yetiyor. Bir kapının kapanışı, bir şarkının başlangıcı, ansızın seslenilen adım. Tedirginlik halinde süren yaşamak bu...

Zehirli bir sarmaşık gibi etrafımı saran zaman, maskelerin ardına gizlenmiş yüzler, hep daha öfkeli kelimelerle bilenmiş yargılar, aralanan perdeler, kolayca söylenen yalanlar.

Çamurlu ayakkabılarımla kaçıncı kez geçtim bu yollardan? Kaybolmaktan korkmasam da, bulunmaktan korktuğum oldu.

*

Akşam vakti vitrin ışıklarından sakındım onu. Çünkü o, gözbebeklerimde ebedi uykusuna yatmış, geçmiş bir zaman dilimiydi. -Hayal mi? - Saçımı karıştıran rüzgarın, toprağı da karıştırdığı gerçeğinden habersiz kıldım onu. Tabiatla benzerliklerimizi sakladım. Ağrılı bir kış mevsiminde, karanlık evlerde yanan mumların ışığından, derin bir iç çekişten sonra ciğerimden kopup gelen sıcak nefesten, dağ başlarında uluyan kurtlardan, fosforlu bulutlar ardına gizlenmiş yıldızlardan haberi olmadı hiç. Gece vakti bir yolcunun korkusunu da yaşatmadım ona. Onun, aydınlık sabahlara aşina gövdesine güneş doldurmaktan başka elimden ne gelebilirdi?

*

Üzerine ya birkaç kere yazdığım ya da bir yerlerde kimi zaman bahsettiğim mesele: Geleneği savunmak!

Bugünlerde -geç kalmış- bir kabuk değişiminin tecellisi olarak şöyle düşünüyorum: "Gelenek, kendisine bahşedilen o haşmetli ulviliklerin -ya da ulvilik dahi değil, normların- içinde savunulmaya bu kadar muhtaçsa; onun hakikatle bağının sahiciliğine nasıl inanabiliriz?"

Gerçi geleneği savunmaya da gerek var mıdır? Bu da ayrı bir sual. Geleneği ulvilikten ayırdıktan sonra elimizde kalan, yalnızca insanlık tarihinin bilinmez şeylere duyduğu arzulardan ibaret yanılsamaları gibi geliyor bana.

*

Güzel bir şarkı dinlemek gibiydi.

Güzel bir şarkıyı, rezilce dinlemek gibiydi.

Sabahtı ve yağmur vardı,

Üstelik bu yağmur,

Hiç dinmeyecek gibiydi.

Issız caddede cumartesi gecesinin yorgunlukları bir bir önümden geçiyordu. Gece bitmemişti. Saatlere karşı kayıtsızdım. Beş dakika erken gitmenin ya da on dakika geç kalmanın bir ehemmiyeti yoktu. Yalnızca yağmurun içinde yürüyor ve bildiğim kadarıyla  "I Know It's Over"ı mırıldanıyordum. Çünkü hayat yalnızca bir geceden ibaret olsaydı, o gecenin şarkısı kesinlikle bu şarkı olurdu...

"Cause tonight is just like any other night"

Ben kendi dünyamın içinde kıvranıp duruyordum.

Kendime ait çaresizlikler yaratmıştım.

Yalnızca benim bildiğim çıkmazlarım vardı.

Boğuşuyordum.

Kendi gölgesine sataşan ve sonra onunla boğuşan bir sarhoş gibiydim 

Büyük talihsizliklerimin ortasında yapayalnızdım. Güzel bir şarkıyı rezilce dinliyordum işte.

Başka bir hayatın kendisiyle en ufak bir tedirginlik duymadan göz göze gelmek. Umut etmek ve tebessümle uğurlamak onu.

Başka bir hayatı ve sonra başka bir hayatı daha...

İki ayaklı hayatları bir bir uğurlamak...

Huzur dolu selamlaşmaların sonrasında herkes kendi cehennemine dönmeli..

*

Martılar sürüler halinde mi uçar ve konarlar? Güneşli bir günde kıyıdaki kayalıkların üzerinde duran martıları izliyorum. Birkaçı suya girip yeniden kayaların üzerine çıkıyor. Bir ara aralarından biri bir çığlık koparıyor, diğerleri de eşlik ediyor ve eğer bu bir martı sürüsüyse, liderleri olduğunu farz ettiğim iri kanatlı bir martı zarif başını göğe kaldırıp yarı açık gagasıyla onlara susmalarını söylüyor.

Martılar sürüler halinde mi uçar ve konarlar? Bu soruyu sevdim. Cevabını merak etmiyorum. Kendini gözlemim diğer nesnel cevaplardan daha ilgi çekici geliyor bana. Kumlardan yükselen nemli iyot kokusunu duya duya karşı kıyılara dalıyorum. Güneş tepede ama ısıtmıyor. Soğuk bir poyrazla irkiliyorum. Dalgaların her salınışında zihnimdeki soruya dönüyorum. Martılar havalanıyor ve neredeyse her biri farklı bir tarafa kanat çırpıyor.

*

Başkalarının da paydaşı olduğu bir yaşam biçiminin ateşli taraftarı olmanın yanılgısı... Çevresine bir koza misâli yalnızca kendisine ait bir dünya örme yetilerinden mahrum kalmış ya da bırakılmış her insan, mutlaka tasarlanmış bir yaşam biçiminin ateşli taraftarı olur. Mutlak gerçektir bu. Oysa insana akışkan olmak, deneyimlemek ve geride bırakıp ilerlemek daha yakışıkalır gibi geliyor bana. Bu her ne kadar temelsiz ve köksüz görünse de, doğal olanın bu olduğuna inanıyorum.

*

Su birikintilerine basmadan, koşar adım geçmek sokağı ve sonra bir bakışta kurtuluş hissini veren başka bir sokağa dalıvermek. Işıkları sönmüş apartman cephelerinin başbaşa vermesiyle gökyüzünün kapandığı bir sokak olsa da, kurtuluşa inanmak orada.

Başım öne düşer ve bana dair pay edilen hakikat biter. Söylediğim her cümlenin yarıda kalmasının gizli hazzı da böyle bir şeydir. Hakikati bitirmek ve kurtuluşu en imkansız yerlerde aramak. Daha önce buna benzer şeyler söylemiş olmalıyım.

*

Yarın, beyaz örtüler içinde, solgun yüzlerimizi buruşmuş ellerimizle kapatarak, geçmiş zamana ya da kendi hayatımıza dair masallar dinleyeceğiz. Ağlayacağız. Başkalarının pişmanlıklarından beslendiğimiz gelecek aklımıza. Toz duman içinde, topraktaki izleri takip ederek ulaşacağız kendimize.

Çünkü yıllarca sürmüş bir kış mevsiminden sonra buralarda yürümüş, bu yol üzerinden yine kendimize varmıştık. Güneşin ince tenimizi yaktığıı günlerden bir gündü. Kahkahalar zehirli bir sarmaşık, dolanıp dururdu etrafımızda. Yıpranmış bankakatik düğmelerinin, otomobil çığlıklarının ve bolca sarf edilen kelimelerin içinden geldik kendimize. Ama kaybettiğimiz biz değildik hiç bir zaman, kaybettiğimizi bulmadık biz, kaybettik sandığımızı bir kez daha kaybetmek içindi her şey. Yaşamın bir görünüp, bir kaybolmak için kıpırdadığı o haz dolu aldatmacanın içindeydik. Tanıdığımız birini, bir sokağı, bir evi, aslında tanımamak ve hiç tanımamış olmak için çabalamaktan başka bir şey gelmiyordu elimizden. Geçmiş zamana dair aykırı bir oyundu bu. İnkar etmenin hürriyetini keşfediyorduk.

*

Şimdi taze yüzler görüyorum, ilgisizler geçmişe ait ne varsa. Bir harfin kıvrımına gizlenmiş o aykırı, o esrik yaratma tutkusu pek umurlarında değil artık. Bol güneş, bol ses ve bol kahkaha ortasında kendi geleceklerini imar ediyorlar.

*

Bilginin izole olması ve bilgisizlik olarak addedilen her şeyin sınırsız hürriyeti. Çelişki i örtük utancından böyle kurtuluyor artık.

*

İnayet beklediğimiz gecelerin ihtişamlı karanlığında öyle bir an gelir ki, aslında tüm inayetin bir saatçik uyumak olduğunu kavrarız.

*

28 Aralık

Bugün ömrümde bilmem kaçıncı kez "Bir Adam Yaratmak"ı izledim. Ömrümde bilmem kaç kez daha bu müthiş piyesi izleme fırsatım olur, bilmiyorum. Benim için daima özel, daima manalı. Sanat ve hakikat üzerine yazılmış en iyi piyes. Onun üzerin uzun ve teferruatlı bir inceleme eser kaleme alma hevesim hala sürüyor. Yazarken ilk perdeyi bitirdikten sonra verdiğim ara bugüne kadar uzandı. Bundan sonra yazabilir miyim acaba?

*

İçimize sivri pençeleriyle tutunan ve gittiğimiz her yere bizimle gelen boşluk duygusundan başka bir duygu var mı dünyada? Onu yalnızca karanlık gecelerimizden, esrik hallerimizden mesul tutsak da, aslında o bütün mevcudiyetin haklılığını kendisinde saklayan bir cevher. Mümkün olan yalnızca onunla var. Mümkün olmasına ihtimal verilmeyen ve hatta mantığa sığmayan her şey yine onda gizli.

*

Yalpalayan bir yıldız.

Mevsimlerden azade.

Yalnızca kendi sıcağında ısınan ve genişleyen dünyasından ve yalnızca kendi soğuğundan korkuyor.

Fizik kaideleri,

Yazılmış çizilmiş binlerce kurgu,

Tespit edilmiş sayısız tabiat olayı

Ve demirden kollarıyla savaşa uzanan nefretin ortasında yalpalıyor o.

Uzun hastane koridorları, floresanlar, sevgi dolu cümleler

Ve kopuk kopuk salınan insanî salgıların içinde,

Bir ölüm olacak.

Yalpalayan bir yıldız ölecek.

Yeryüzüne düşecek eski savaşçılar gibi.

Demirden zırhı,

Bilmem kaç darbeyle dövülmüş kılıcı,

Ve fosfor renkli teni,

Onu düşüşün şiddetiyle gömüldüğü toprağın içinden alıp,

Başka bir toprağa gömecekler.

Zaman ve mekan içinde sonsuzlukta yanıp sönen vakalardan bir vaka,

Ve eski kelimelerin,

Eski aynaların,

Eski günlerin üzerinde tüten bir duman olarak anılacak sadece.


Sık Ziyaret Edilenler

Higgs Bozonu ve Çocuk Sezgimizdeki Masumiyet

Şekilcilik, Kabuk ve Öz

NON FVI, FVI, NON SVM, NON CVRO.