Sebîlürreşad Dergisi
Sebîlürreşad dergisinin
2020 / Mayıs tarihli 1052. sayısının
19. sayfasında yayınlanmıştır.
ÖLÜM VE SANAT ARASINDAKİ MUTLAK İLİŞKİ ÜZERİNE
Selimcan Yelseli
İnsan ruhunun kendisine
münhasır manasıyla, zamanın berrak sathında süzülmesini ve mütemadiyen yeniyi
arzu etmesini kim durdurabilir? Ölüm mü? Şüphesiz faniliğin içimizde yiv yiv
derinleşen vehmi, bizi yeryüzünde bir iz bırakmanın sarhoş edici ilhamıyla başbaşa
bırakmaktadır. Ebediyetin münbit menbaından beslenen sanatçı, kendisinden
sonraya bir köprü, bir ses, bir eser bırakmanın heyecanıyla çalışmaktadır.
Estetik mefhumunun metafiziğe dönük yüzü, insanın tüm manasıyla iç dünyasının
çetin sancılarına ayna olmakta ve sanatçı bir eser bırakma cehdiyle bu
yansımaya sarılmaktadır. İnsanlık tarihinde, insanın toplum mefhumunu ilk
tanımladığı ilk andan itibaren kültür, ölümle müşterek bir zemine oturmuş ve kutsiyet
şuuruyla iç içe bir manzum haline gelmiştir. İnsanın, ilahi geleneğe göre yer
ile gök arasında organik bir bağ vazifesi görmesi ve göksel olan bilginin insan
vasıtası ile yeryüzüne aksetmesi, insanın başlı başına kutsiyet ile ilintili
bir varlık haline getirmiştir. Böylece ölüm şuuruyla donanan insan, onu tekâmül
merhalesinin zirve noktası olarak idrâk etmiş ve kendi özünden doğurduğu
eserini faniliğin biricik gayesi bilmiştir.
Hususiyetle İslam dininin
mimari anlayışında kubbe elemanı göğün ebediyete bakan yüzü olmuş lâkin çağın
insanının soyut kavramları yanlış okuması sebebiyle birçok mimari elemanın
arkasında yer alan nice manalar gibi, kubbenin manası da göz ardı edilmiştir.
Oysa camilerimizin kubbe kasnağında yer alan Kur’an-ı Kerim ayetleri, tıpkı
çeşmelerimizde bulunan ayetler gibi insana faniliği hatırlatan mahiyettedir.
İnsanın soyut düşünme
kabiliyeti tahrip olduğunda, kendi benliği de kısır bir döngünün çetin
çarklarına mahkum olur ve insan kutsiyet ile olan ilişkisine sırtını döner.
İşte bu ilahi gelenekten kopuş, insanı kültürel bir buhrana hapseder. Zira
çağın getirdiği telaş tüm aksülamelini ölümü unutmak ve faniliğe dair ne varsa
ötelemek üzerine tesis etmiştir. Martin Lings’in “Onbirinci Saat” adlı eserinde
çağın insanını geçmiş anlayışına nispetle ölüme mesafeli ve her an ölecek gibi
olsa da ölümü unutmaya meyilli olarak betimlemiştir. İnsanın ölümle olan bağı,
kaderinin müphem çizgileriyle, kendi müteal anlayışına işlenmiştir. Eserini
ortaya koyan her sanatçı faniliğini bu şekilde olumlamış ve bulunduğu kültüre
kendi ruhundan bir hediyeyle, gelip geçiciliği vurgulamıştır. Sanatın bir diğer
tarifi, insanın fanilik idrâkidir desem mübalağa etmiş sayılmam.
Günümüzde bir sanat
eserinin fanilik ile ilişkisini tahlil edememek, kültür mefhumunun özünü öksüz
bırakmak, onu turistik birkaç argümana sığdırmak demektir. Oysa insanlık var
olduğundan bu yana ortaya koyduğu her eseriyle zamanın ve ölümün öz evladıdır.
Sanatı kendi benliğimizle ilmek ilmek işlemek ve bizden sonrakilere miras bırakmak temennisiyle.
➖
Sebîlürreşad dergisinin
2020 / Kasım tarihli 1058. sayısının
29. sayfasında yayınlanmıştır.
BU DÜNYAYI KURAN MİMARIN MEDENİYETİMİZDEKİ
İZLERİ
Selimcan
Yelseli
İnsanoğlu var olduğu ilk zamanlardan bu yana bulunduğu dünyaya mana kazandırmaya ve maddenin ihtiva ettiği keyfiyetleri mana penceresinden seyretmeye gayret etmiştir. Kendisini ifade ederken bir yandan da varlığın beş duyuyu aşan metafizik yönünü idrak etme cehdi, insanı soyut düşünceye yöneltmiş ve insan soyut düşüncenin manaya uzanan aşkın (müteâl) tarafıyla bir gelenek imar etmiştir. İnsanoğlunun kurduğu ilk yerleşim yerlerinden yola çıkarak, medeniyet, sanat ve kültür kavramlarına ulaştığımız takdirde, yine aşkın olan ile kurulan kadim münasebetin izlerini görmemiz mümkündür. Mircae Eliade’ye göre mekân, insan bedeninin etrafında, öne, arkaya, sağa, sola, yukarı ve aşağı doğru uzanıyormuşçasına düzenlenmeye izin verir. Farklı konumlanma yöntemleri bu ilk deneyimden –kendini görünürde sınırsız, meçhul, tehditkâr bir boşluğun içine “atılmış” hissetmekten- yola çıkarak gelişir; çünkü yönünü bulamamanın yarattığı baş dönmesi içinde uzun süre yaşanamaz. Bu noktada bir “merkez” etrafında mekânın yönlerinin belirlenmesi deneyimi, aşkın olanla ilintili kozmolojik bir meseledir.
İnsanın merkeziyet şuuru ile aşkın (müteâl) olanla kurduğu münasebet, sadece aşkın (müteâl) olana ait bazı özel bilgi türlerinin insan tarafından tecrübe edilmesine de elverir. Sadece deneyimleyene ait özel bir anlatımın açığa çıkması ve bu anlatımın yine muhatabı olduğu insan ile dünyevi bir hüviyet kazanması, insanın, göksel bilginin yeryüzüne iletimini sağlayan bir köprü olduğu düşüncesiyle, geleneksel açıdan ilintilidir. Yukarıda bahsettiğimiz özel bilgiye ulaşma yollarından biri de hiç kuşkusuz medeniyetimizde asli hüviyetini bulan tasavvuftur. Tasavvuf, René Guénon’a göre bozulmadan, kendi öz hususiyetlerini muhafaza ediyorsa eğer, “inisiyasyon” kavramı ile açıklanır. Guénon, mistisizm ile tasavvufu birbirinden ayrı bir konumda ele almakta ve mistisizme “pasif”, inisiyasyona ise “aktif” bir tanım getirmektedir. İnisiyatik öğreti yani tasavvufun içindeki hiyerarşik bir düzene işaret eden (usta / çırak, mürşid / mürid vb.) kavramların sanat ve zanaat arasında keskin bir ayrımın yapılmadığı zamanlardaki tezahürü, bizzat kadim ve ilahi öğretiler gibi özellikle el sanatlarının da bir silsile halinde nesiller arasında aktarılması ile gösterilebilir. Keza Anadolu geleneğinde bazı meslek gruplarının bugün bile usta-çırak ilişkisi arasında tertip edilmesi inisiyatik bir temele sahiptir. Batı’da geniş bir alan bulan ve sırtını pozivitizme yaslayan “kutsal dışı bilim” ile “kutsal dışı sanat” anlayışının insanlık tarihine nazaran daha çok taze bir anlayış olduğunu söylemek isterim. Bu anlayış, ihtiva ettiği değerlerle, bilim, sanat ve temeli inisiyatik bir bütüne dayanan nice meziyetleri birbirinden ayırarak, mutlak bir yanılgının pençesine düşmüştür.
Wolfgang Smith; “Kadim Kozmoloji İrfanı”
adlı eserinde; “Batı bilimi, bütünü,
kendi tespit edilebilir paçaları cinsinden açıklamakla ya da şöyle de
söylenebilir, büyük olanı, küçük olanla açıklamakla uğraştı.” demekte ve bu
yanılgıyı, kaba hatlarıyla açıklamaktadır. Eğer tarihin derinliklerinde yatan
sosyolojik yapıya tarafsız bir bakış atarsak, göreceğimiz, kadim ilkelerle
bağını koruyabilen insanın her daim, hem bir sanatkâr hem de bir zanâatkâr
olduğu hakikatidir.
Yeniden konumuza dönüp sanatın inisiyatik
yönüne, yani medeniyetimizdeki tasavvuf ile ilişkisine bakarsak; “güzel” ve
“latif” olanın betimlenmesini ve estetik mefhumların tabiri caizse bir nefs
tezkiyesi meselesine temayül etmesini inkar edemeyiz.
Misal olarak bugün Osmanlı sanatını ihtiva eden, mimari, hat, çini, tezhib vb. gibi eserleri ortaya koyan nice sanatkâr, Mahmud Erol Kılıç hocanın da ifadesiyle; “tasavvufun en muhteşem haliyle yaşandığı dergâhlarda yetişiyorlar, bu sanat eserlerini ortaya koyarlarken aynı zamanda seyr-ü sülûk denen tasavvuftaki bahsettiğimiz özel bilgiye ulaşma yolunu sarf ediyorlardı.” Selçuklu sanatındaki Mevlana, erken Osmanlı sanatında ise Muhyiddin Arabî tesiri ve bu tesirin müteessiri olarak nesilden nesile uzanan o muazzam eserler, asla beyhude bir gayretin ürünü değildir.
İlahi olanın yeryüzünde temsil edilmesi, sanatçının ötelerin ötesine uzanma hasretini doğurmuş ve yine medeniyetimizde, Anadolu’nun bereketli toprağında, estetiği, irfanî bir idrak ile zenginleştirmiştir. Nitekim Âşık Veysel’in; “Bu dünyayı kuran mimar, ne hoş sağlam temel atmış.” dizeleri, kozmik boyutta da, içinde yaşadığımız dünyanın ilahi bir sanatın ürünü olduğunu ne güzel vurgulamaktadır.
Netice itibariyle bir inancın içinde
muhafaza edilmiş “kutsal sanat” kavramının ötelenemeyeceği mühim bir
hakikattir. Estetiğin, inanç ve irfanî ile olan bağı, sanatçıyı bir şuur sahibi
olmaya yöneltmiş ve böylece kutsal sanatın aşkın tezahürü, dünya görüşü ve
varlık tasavvuru bu medeniyete ait olan sanatçıların kendi öz benliklerini, bu
toprağın bereketi ile yoğurmalarına ve nesilden nesile aktarmalarına vesile
olmuştur. Divriği’den, Bursa Yeşil
Camii’ne, Selimiye’den, Süleymaniye’ye tevarüs eden mimari anlayışın ve dünya görüşünün izleri; “Bu dünyayı kuran mimar”dan ayrı tefekkür edilemez.
─
Sebîlürreşad dergisinin
2020 / Aralık tarihli 1059. sayısının
27 - 28. sayfalarında tayınlanmıştır.
MEHMED ÂKİF’İN ŞİİRLERİNDE MİMARİMİZİN SEMBOLİK ÖZELLİKLERİ
Selimcan Yelseli
Fatih Camii’nin uhrevi iklimini teneffüs ederken üstadın öğrencilik yıllarımdan aşina olduğum cami ile müsennâ şiirinin son dizelerini zikretmekten kendimi alamadığımıhatırlıyorum; “Evet, hurûş ederek işte rahmet-i Subbûh, Bütün yüreklere serpildi kubbeden bir rûh: Rûh-i itmînân.” Üstad “Fatih Câmii” şiirinde bir çocukluk anısından bahsetmektedir; “Hayâl, otuz sene evvelki hâli pişimden, Geçirdi, başladım artık yanımda görmeye ben.” derken, Fatih Camii’ni kendi hayalinden yola çıkarak, ezel ve ebedin çehrelerini aynı akisten yansıtan bir mabed olarak nitelemektedir adeta. Nitekim şiirinin başlarında; “Bu kudsî ma’bedin üstünde tâbân fevc fevc ervâh, Bu ulvî kubbenin altında cûşân mevc mevc envâr.” diyen şair, Fatih camiinin kubbesinin üzerinde akın akın ruhların, akisler halinde nurların dolaştığından bahsetmiş ve caminin kubbesini adeta gök kubbeye eş değer bir ulviyette ele almıştır ki bu, bir bakıma İslam mimarisinin estetik anlayışının üzerine kurulduğu bir bakış açısıdır. Dinimize göre yeryüzü topyekûn bir mescit olma şerefine erişmiş ve gök kubbe ilahi feyzin sonsuz ve bereketli kaynağı olmuştur. Öyleyse camilerimizin kubbeleri ve kubbelerin taşıyıcı elemanları, göğün mabed içindeki temsilidir diyebiliriz. Cemaatin saf tuttuğu kısım ise mabed içinde yeryüzünü temsil etmekte ve şairin; “Sufûf ayakta müselsel cibâl-i velveledâr, Gibiydi. Her birisinden duyuldu sîne-fikâr.” diyerek safları ayakta duran sıra velveleli dağlara benzetmesi ve her birisinden gönülleri yaralı bir şekilde; “Birer enîn-i tazarru’, birer niyâz-ı hazîn” yani birer af dileyen inilti, hüzünlü yalvarışın duyulduğundan bahsetmesi bu temsili haklı çıkarmaktadır.
Mabedin içindeki insan, sadece bir insan
olarak değil, aynı zamanda beşer olmanın mesuliyetiyle tabiatın bir parçası
olarak da orada bulunmakla mükelleftir diyebiliriz. Yaratılmış olmanın kutsi
mesuliyetini üzerinde taşıyan insan, göksel olanın temsili olan mabedin içinde,
“cami” kelimesinin köküne binaen “cem” olarak, kesret’de vahdetin bir temsili
haline gelir.
Yine “Süleymaniye Kürsüsü’nde” adlı şiirinde üstad, evvela caminin mimari özelliklerinden ve İslam estetiğinden bahseder. Ardından camiinin yukarıda da bahsettiğimiz gibi “cem” eden hususiyetini vurgular. Camide toplanan müminler ve şiirde konu edilen vaaz, caminin toplumu aydınlatma ve toplum şuurunu birliğe ve beraberliğe çağırma vazifesine işaret eder. Şairin Süleymaniye’ye dair teşbihleri, bu mabedin klasik dönemin şatafatını yansıtmasını ve medeniyetimizdeki diğer mabetlere nazaran taşıdığı kıyas hükmünü müthiş bir vesika olarak ortaya koyar. Üstat; “Öyle ta’zîb-i nigâh eyleme bedbîn olarak, Bırak etrâfı da, karşında duran ma’bede bak” diyerek, bizleri bakışlarımıza azap veren karamsarlıktan sıyrılmaya ve mabedin güzelliklerine dikkat etmeye davet eder. Ardından; “Başka bir sâhile gehvâre-i emvâcından, Böyle şeh-dâne çıkarmış mı yakınlarda zaman?” dizeleriyle, bu mabedi, dalgaların beşik gibi gelgitleri arasından çıkan büyük bir inci tanesine benzetir.
Tasavvufî bakış açısıyla “inci” ile ilk zuhur eden ilk akıl arasında mühim bir bağ söz konusudur. Süleymaniye’nin klasik dönemin mühim eserlerinden olması ve tabiri caizse Osmanlı medeniyetinin tekâmülünü ve tıpkı ilk aklın tezahürü gibi ontolojik olarak manasını ve gelişimini yansıtması bu teşbih bağlamında kayda değerdir. Keza şiirin devamındaki dizeler, üzerine düşünüldüğünde bu teşbihi haklı kılar; “Ne seher-pâre-i san’at ki ezelden mahmûr... Leb-i deryâdan uçan bir ebedî hande-i nûr! Sanki ummân-ı bekànın ezelî bir mevci, Yükselirken göğe donmuş da kesilmiş inci!” Sanatın şafağında, estetiğin ve ilahi inayetin ezelden mahmuru olan bu eser, şairin deyimiyle deniz kıyısından yükselen ebedi bir gülümseme gibidir. Ölümsüzlük ummanının ezeli dalgasıyla, gülümserken donup, mana dolu bir inci haline gelmiştir. Üstat şiirinin devamında; “Dur da, Ma’bûd’una yükselmek için, ilme basan, Ma’bedin hâlini gör, işte serâpâ îman!” dizeleriyle, bir eser imar etmek için yaratıcının bahşettiği ilme sarılan sanatkârların, bu ilimle eserlerini mamûr kılınca baştan başa iman kesilen eserlerini Süleymaniye gibi müthiş bir eser nezdinde hatırlatmış ve; “Yüce dağlar gibi, âfâka döşerken sâye, O, bekàdan daha câzib kesilen, âbideye, Bir nazar zevk-i bedî’îni yeter tatmîne... Durma öyleyse, urûc et o ziyâ âlemine.” diyerek, yüce dağlar gibi ufuklara gölgesi yansıyan ve ölümsüzlükten daha cezbedici bir manayı taşıyan eserin estetik zevkinin sonsuz, yüksek ve insanı tatmin edici özelliğini vurgulamıştır. Ayrıca bu dizeler yine tasavvuf anlayışında devir nazariyesini akıllara getirmektedir. “Kavs-i nüzûl” ve “Kavs-i urûc”, yani iniş ve çıkış daireleri diye iki temele dayanan bu nazariyede, 360 derecelik bir daire olarak tabir edilen ve orta kısmından “hatt-ı mevhûm” yani hayali bir düz çizgi vasıtası ile 180 derecelik iki daireye ayrılarak iki safhada betimlenen devir anlayışının başlangıçtan itibaren ortaya çıkan birinci devresine “kavs-i nüzûl” denilmektedir. Kavs-i nüzul, mutlak vücuttan ayrılan ilahi nurun dünyaya iniş dairesidir denilebilir. “Kavs-i urûc” ise, ilahi nurun canlılar silsilesinde insana intikali ve insanı “insan-ı kâmil” mertebesine ulaştıran yükseliş dairesi olarak açıklanabilir.
Şiirinin devamında üstad; “Mütenâzır iki mihrâb, iki âzâde sütûn” deyip, iki bağımsız sütun gibi iki mihrabı hatırlattıktan sonra; “Sonra göz yükseliyor doğru yarım kubbelere, Ki dayanmış biri sağdan, biri soldan kemere…” diyerek, mabedin mimari nitelikleri hakkında biraz daha teknik bilgiler vermeye yönelmiş ve “istalâktitle” yani sarkıtlarla oluşturulan mukarnas elemanlarının ve kemerlerin uyumundan söz etmiştir. Mabedin yarım kubbesi için; “Şu yarım kubbe -ki pîrâyesidir mihrâbın” yani süsüdür mihrabın diyerek, mimari estetiğin tekniğe dayalı özelliğini de vurgulamıştır. Nihayetinde, yukarıda bahsettiğimiz ilk aklı hatırlatan en sarih düşünce şairin dilinde şöyle bir ifadeye kavuşmuştur; “Sanki Mevlâ mütefekkir, kocaman bir beyni, Açıvermiş bize göstermek için her yerini.” Şair yapının mukavemetini de şöyle betimleyerek adeta Mimar Sinan’ın aziz hatırasını selamlamıştır; “Bu yarım kubbeler elbette açık durmayacak, -Mutlaka birleşecektir- diye beş hatve kadar, Atıverdin mi, görür kubbeyi hayretle nazar... Ki dayanmış sanacaksın o yarım kubbelere. Ama pek doğru değil... Karşıki dört yekpâre, Gıranittir taşıyan başları üstünde onu. Kahramanlar ki asırlar bükemez bir kolunu!”
Şiirin ilerleyen bölümlerinde, mabedin yukarıda da bahsettiğimiz “cem” etme vazifesini hissederiz. Şairin; “Kimdi kürsüdeki? Bir bilmediğim pîr amma…” diye sorması ve sonra bahsettiği şahsın diğer dizelerde şairin ifadesiyle; “Bana siz âlem-i İslâm’ı sorun, söyleyeyim; Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim. Şark-ı Aksâ’dan alın, Mağrib-i Aksâ’ya kadar…” demesi, kesretde vahdete ve İslam aleminin o gün ki durumuna bir atıf olarak görülebilir.
Mehmed Akif edebiyatımızda Milli şairimiz
ve müstesna bir fikir adamı olmasının yanı sıra, mimarimizden de en çok söz
eden, onu şiirleştiren şairlerimizden biridir. Onun şiirlerinde mimarimizin
tarihsel vazifesini yeniden keşfeder, taşlara nakşolmuş medeniyetimizin dile
yansımasını, onun dizelerinden seyrederiz. Bu vesileyle Milli şairimiz
Mehmed Akif Ersoy’u hürmetle yâd ediyor, nesiller boyu, onun zengin fikir dünyasından müstefid olmamızı temenni ediyorum.
─
Sebîlürreşad Dergisinin
2021 / Şubat tarihli 1061. sayısının
25 - 26. sayfalarında yayınlanmıştır.
İTME MİR’ÂTI ŞÎKESTE
Selimcan Yelseli
Burhan Toprak’ın, “Din ve Sanat” adlı eserini okuyorum… Sonbahar, sarı
bir hezeyan olup yağıyor balkonuma.
Arada gözlerimi okuduğum kitaptan kaldırıp balkonuma misafir sonbaharın
çehresine bakıyorum. Müphem bir esinti saçlarımda… Okuduğum kitaba dönüyorum; “Allah bizim için nedir? Evvela yasımız
-çünkü O’nu acı duyarak sezeriz- sonra ümidimiz ve en son ümidimiz!”
cümlesinde kalakalıyorum, sonbahar uysal adımlarla çekiliyor balkonumdan.
Esinti kesiliyor ve her şey susuyor. Şimdi bu çetin hakikat ile baş başayım…
Şüphesiz ki, insanlık tarihinde acı, ferah bir anın insanı çepeçevre
saran ikliminden daha zor olsa da, insana verebileceği armağanlarıyla hudutsuz
bir deniz olduğunu müteaddid kere insan şuuruna ispat etmiştir. Nesiller boyu
acının irfanî kudretiyle yüzleşmiş, onunla muhatap olmuşuzdur. Misal olarak,
meşakkatli yolların, müreffeh yollara nispetle daha kıymetli olduğunu sezer
gibi oluruz kimi zaman… Zorluk ardındaki mükâfatın, elde edilebildiği takdirde,
kolaylığa kıstasla hep daha büyük olduğu düşüncesine temayül ederiz. Çünkü
şuurumuzun en tenha yerlerinde nesilden nesile bize tevarüs eden bu tecrübenin
izleri vardır. Her zaman acı duymaya namzet biri olarak benliğimizin
katmanlarını keşfeder, bu katmanların özünde mahfuz, hakikat ötesi hakikati kaybetmekten
korkar, ona sıkıca sarılır ve acının gaddar ikliminde teneffüs ettiğimiz
soluğun buğusunu, yaşadığımız şehirlerin ışıklı vitrinlerine bırakırız.
Ellerimiz boştur. Bu acıyı aktarabileceğimiz bir duyuş, bir his, bir emek
ararız. Hakikatin kendi özümüzdeki külfeti ağır gelir bazen ve beşerin muhakkak
şaşacağını söyleyenleri haksız çıkarmayız. Yine de bu külfet, bizim için
kaldıramayacağımız bir külfet değildir aslında. Bir buhran ile ilk karşılaşma
halinin gafletidir.
Fıtratında sanatkâr bir duyuş taşıyanlar bu buhran karşısında daha
şanslıdır diyebiliriz. İfade biçimlerindeki bir eser meydana getirme kaygısının
sularına bırakırlar kendilerini. Üstün bir yaratıcının varlık ve yokluk ötesi
tecellisini yaşar onlar. Burhan Toprak’ın bahsettiği ümidi burada idrak
ederler. Acıları, ortaya koyacağı eserlerinin hamurunda manaya bürünmeye
hazırdır ve yaslarını ilmek ilmek kelimelere, resimlere, taşlara, eserlerine
işlerler. Böylece mütemadiyen sürüp giden bir serzenişin, bir yalvarmanın o
kutsal mahcubiyeti olur sanat. Ümit ile ümitsizliğin incecik hudutlarında
dolaşan bir hikmettir o. Arıtan, yaşatan, aranan ve arattıran bir acının
dışavurumudur. Güzellik ve sanat artık bir bütün olarak bu acıdan aldığı ivme
ile metafizik ve kozmik bir düzleme kavuşur. Bu, Polonyalı filozof Roman
Ingarden’ın da deyişiyle; sanat yapıtı
metafiziğin ortaya çıkmasıyla zirve noktasına ulaşır. Bu noktada sanatçı,
kendisinden bulduğu bu hakikat timsalinin ürpertisini ve mesuliyetini ümidin
beklentisine bırakır. Artık onun için bekleyiş bir nevi gayedir. Ümitsiz
olmaktansa ümitli olmayı yeğler, onu bekler ve kendisinden devşirdiği hakikat
timsalinin ümide, hem de manası sadece kendisine münhasır ve inayete gebe bir
ümide kifayet ettiğini bilir. Endişenin yarattığı boşluk inayet ile dolar ve
tabiatın boşluk kabul etmeyen göğsü bu inayeti kabul eder. Burada mesele
ruhtur. İspat edilemez olanın hakikat mefhumundan sayılmaması, yadsınması ve
sadece somut delillerin birer hakikat olarak tarif edilmesi yanılgısına düşmez
sanatçı. Keza bir şeylerin ispatına da gayret etmez. Onun için inayetten ve
kendisine biçilen mana hükmüyle tasavvur etmekten başka hiçbir şeyin ehemmiyeti
yoktur. Bu yüzden insan aklıyla bir sanat icra edemez, bir sanat eseri ortaya
koyamaz. Aklın delil isteyen mekanizmasının çarklarını birer birer hükümsüz
kılan bir ilhama muhatap olan sanatçının delili kendi öz ruhunda, kendi tecrübe
ettikleridir. Ruhunun ebediyet kadar müstesna ve kıymetli yasıyla baş başa
kalır ve burada kendine ait dili ve idrakiyle bir kompozisyon oluşturur.
Sanatın dehası burada mahfuzdur. Kant’ın, sanat eserinin meydana gelmesinin
uygunluğunu nesnede değil, öznede bulması ve bu meydana getirmenin estetik
doğasında, nesnenin özneyle ilişkisi açısından öznenin belirleyici olduğunu
söylemesi bu dehaya işaret etmektedir. Nitekim Kant “Yargı Yetisinin
Eleştirisi” üzerine adlı eserinde; “Sanat,
güzel bir şeyin tasarımlanması değil, ama bir şeyin güzel tasarımlanmasıdır”
derken, tasarımlama ve tahayyül kudretini özneye atfetmekte ve öznenin bu
tahayyül kudretini, ait olduğu organik bütünlükten aldığına işaret etmektedir.
Kant bu hususta düalist bir bakış açısı getirmiş ve aşkın olan bir özbilinçden
de söz etmiştir.
Bir diğer noktada Hegel, münferit olanın (saltığın) üç gerçekleşme
merhalesinden birini sanat olarak tanımlar ve romantizm bağlamında, romantizmi
baştanbaşa acılar ile donatılmış bir akım olarak ele almaz. Burada ortaya konan
ve işlenen acı, ruhun idrak noktasıyla bir nevi uzlaşımcı tavrıdır. Bahsedilen
acı ve uzlaşım, tıpkı yukarıda da değindiğim gibi fıtratında sanatkâr bir duyuş
taşıyanlar için daha besleyici bir mecraya açılan bir kapı hüviyetine bürünür.
Ayrıca romantizmin aydınlanmaya getirdiği eleştiri, bir kuru bir akıl
eleştirisinden ziyade, modern dünyanın getirdiği parçalanmışlığa yöneliktir.
Medeniyetimizde bahsettiğimiz türden bir “acı” mefhumunu tanımlamak için
ona muâdil olarak ekseriyetle; “hüzün”, ”gam”, “melâl” kelimeleri
kullanılmaktadır. Bu kelimeler engin dilimiz elverdiğince çoğaltılabilir elbet…
Medeniyetimizin fıtrî niteliklerinden olan “sabır” ise, bu kelimelerin vücut
bulmuş tesiri karşısında hakiki bir teselli reçetesi olarak durmaktadır.
“Emek”, “sabır” ve acıya muâdil olarak zikrettiğimiz kelimeler bağlamında
düşünürsek eğer, bu üç mefhum bir sanat eserinin meydana gelmesi için kâfidir.
Emek ile diğer yazılarımızda da bahsettiğimiz gibi “inisiyatik” bir hüviyet
kazanan eser, onu imar ederken erişilen sabır ve sanatçının hüznü, gamı, melâli
ile daima artan bir mana ummanı olmaya namzettir. Fani olanın, kendisinden
sonra fanilik hırkasını taşıyacaklara miras bıraktığı bir muştudur…
Osmanlı döneminde ustasının elinde hem bir zanaat hem de bir sanat ürünü olan aynaların altına birbirinden nefis hatlarla yazılan şu nükte mana bakımından kayda değerdir; “itme mir'âtı şîkeste, seni yüz sûrete kor”. Yani aynayı kırma, seni yüz sûrete koyar. Gündelik yaşamlarımızda kimi incelikleri, güzellikleri, imkanları ve yansımaları yaşadığımız hüzünlerle, tecrübe ettiğimiz gamlarla, başımızın üzerinde dönen o melâl rüzgarlarıyla ve bazen yasımızla fark edemiyoruz. Gönül aynasını kırıyor, yaşamak sanatını incitiyoruz. Yüz surete dönüşüp, yüz sureti terk ediyor, aslımızı yitiriyoruz. Aynadan yansıyan nice eserin idrakine malik olamıyor, manasızlıktan ve gayretsizlikten ibaret bir kısır döngüye teslim şu dünya içinde dönüp duruyoruz. Oysa yasımızı, emek ve sabır ile tıpkı bir sanatın incelik gerektiren sathında müthiş bir şahesere dönüştürüp, bu eserin tasavvur merhalesinden doğan acıyla ve kaygıyla, hem bir eser bırakma, hem de benliğimizi arındırma yoluna tevessül etsek ne hoş olur değil mi? Kainatın ulvi ve müthiş aynasından yansıyan ümide, o en son ümide dönük yüzlerimizin beklediği inayet böylece yetişecektir.
─
Sebîlürreşad dergisinin TBMM tarafından basılan
2021 / Mart tarihli “İstiklal” özel (1062.) sayısının
91 - 92. sayfalarında yayınlanmıştır.
ZAMANDAN
MEKÂNA, RUH DÜNYAMIZI İMAR EDEN BİR MEFHUM: “İSTİKLÂL”
Selimcan
Yelseli
Asırlar var ki,
istiklâlin manası bu topraklarda hiç değişmedi... Bir mabet inşa ederken de,
bir gönlü hoş kılarken de, kimi zaman irfan mayasını nesilden nesile, sözle,
nesirle, şiirle, taşırken de istiklâl, kendisine münhasır kıymetini bu
topraklarda her daim muhafaza etti. Çünkü bu topraklar, doğduğundan beri
istiklâle âşık olanların irfan güneşi ile aydınlanmış toprağıydı. Şeyh Edebali
Osman Bey'e; "Haklıysan mücadeleden korkma" diyerek, istiklâli elde
etme yolundaki mücadelenin kıymetini öğütledi... Bu öğüt, asırlar sonra
istiklâl marşımızın ilk kelimesi olacak müthiş bir çağrıyı, ötelere has bir
tevafuk hükmüyle kendisinde saklıyordu; "Korkma!"
Orhan Bey, Bursa'yı
fethederken istiklâl için yeni bir sayfa açıyordu. Ardından Kosova'da
istiklâlin ebediyeti için bir padişah şehit ediliyor, istiklâl sancağını
devralan Bâyezîd, zaferinin nişanesi olarak Bursa'da bir Ulu mabet inşa
ediyordu. Daha sonraları mabedin hünkâr mahfilinin yanına II. Mahmud bizzat
kendi emeği olan; "Allah, insanlar
arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder."
mealindeki hat levhasını yerleştiriyor ve istiklâlin adaletle mündemiç olan en
kat’î kaidesinin bu istiklâl abidesinde asırlar boyu okunmasını sağlıyordu.
Çelebi Mehmet fetretin
karanlığını silercesine, Yeşil külliyeyi bir inci gibi kondururken Bursa'nın
boynuna, istiklalin aydınlığına aşina bir yüreğin, tarihe müthiş bir armağanını
sunuyordu adeta. O yeşil ki, her taşı nakış nakış bir medeniyet telakkisi...
Bir medeniyetin istiklâle dair arzusunu ve her zorluktan sonra yeniden
dirilişinin izlerini takip etmek isteyen bu yapıya baksın desek yalan söylemiş
olmayız...
İstiklâl bugün de, çağın
tüm hengâmesine rağmen hem bu topraklarda hem biz olan, bizden olan
coğrafyalarda ehemmiyetini muhafaza ediyor... Karabağ'ın istiklâl mücadelesi
için, Yeşil'in, Ulucami’nin kubbelerinde dualar yankılandığı gibi, muzaffer
olmasının ve istiklâle kavuşmanın sevinci ile bugün o kubbelere şükürler
yükseliyor... İstiklâlin ehemmiyetini bilen ve onunla yoğrulan şuurlar ile imar
edilmiş her yapının kubbesi, bugün belde-i İslâm'ın istiklâli ve istikbâli için
dualarla yankılanıyor. Ezelden beridir hür yaşayan ve hür yaşayacak olan
yüreklerin her daim taze ve solmaz imanı, bugün nice tarihi eserin sütunlarında
soluklanıyor. Fethin gülen yüzü Ayasofya'nın her taşından istiklâlin çehresi
yansıyor. Fatih Camii'nin manası, Süleymaniye'nin şaşaası, Selimiye'nin zarif
minarelerindeki asaleti, istiklâli ilahî bir emanet olarak muhafaza edelim diye
ihtar ediyor bizi...
Her eserde mana mana billurlaşan
sessiz, dilsiz ifadeler, sükûtun içindeki tefekkürün ve teslimiyet içindeki
hürriyetin bir yankısı oluyor. Bizi istiklâl mücadelesinde düşmana karşı o
müreffeh sinelerini açarak kucaklayan gümüş kanatlı güvercinlerin tefekkür
yurdu cami avluları, asırlar boyu pencerelerden süzülen ve hep aynı güneşle
aydınlanan rahleler, secdeye hep aynı teslimiyetle eğilen başlar istiklâlin
nabzını dinliyor, bu ilahî emanetin mesuliyetiyle, diğer coğrafyalardaki
mazlumların dertleriyle dertleniyor... Böylece istiklâl, sadece bu dünyaya ait
değil, ötelere de uzanan bir mefhum oluyor. Hürriyetin içinde sadece yaratana
teslim olmanın getirdiği şuur, istiklâli ruhî bir mesele haline getiriyor.
Çünkü sınırları belli bir
dünya içinde külli iradeye duyulan tevekkül ile birlikte cüz’i iradenin
gereğini yapabilmek ve her daim sahih bir duyuşla; iyi, güzel ve ahlakî olana
meyletmek, inanan herkesin mizacının bir gereğidir. Ruh dünyamızın sağlam
temeller üzerine inşası hiç kuşkusuz; iyi, güzel ve ahlakî olanın muteber olduğu
bir sahada mümkündür. İstiklâl; iyi, güzel ve ahlakî olanı muteber kılan ve
medeniyetlerin hür bir şekilde gelişmesini sağlayan bir mihenk taşıdır.
Yukarıda misalini verdiğim nice yapının imarında zemin teşkil eden istiklâl,
ruh dünyamızın da imarıdır. Benliğimiz ve benliğimizle birlikte yoğrulan
medeniyetimizin nesiller boyu devamını sağlamak istiklâl ile mümkündür.
İstiklâlini yitiren bir medeniyet gayet tabii yıkılmaya ve tarihin tozlu
sayfalarına gömülmeye mahkûmdur. Öyleyse istiklâl medeniyetimizin fizikî
teminatıyken, ruh dünyamızın da imarı olarak bizi biz yapan ve insanın
bulunduğu topluma aidiyetini pekiştiren vazgeçilemez bir mefhumdur.
İstiklâl, medeniyetin
nesilden nesile aktarımında mühim bir rol oynarken, aynı zamanda kültürel ve
sanatsal anlayışların kimliğini ve öznelliğini sağlamaktadır. Mazisinde
istiklâlin ehemmiyetini defalarca tecrübe etmiş ve istiklâli her seferinde
muhafaza edebilmiş bir medeniyetin torunları olarak bizler; bu coğrafyada inşa
edilen her yapıda, söylenen her sözde, yazılan her şiirde istiklâlin nabzını
tutar ve onun, taçkapıların azametinden, dergâhlardaki derviş odalarının sabır
kokan duvarlarına, minarelerin göğe yükseldiği ata yurdu şehirlerden, ıssız dağ
başlarına, ana kokan lezzetlerden, gözyaşı ile sulanmış ovalara uzanışını
seyrederiz.
Bu coğrafyada istiklâl,
her köşe başında kendisini göstermeye daima muktedirdir. Anadolu’nun her hangi
bir yerinde bir şehitlik selamlar bizleri bazen… Bazen bir köyün kaybolduğumuz
mezarlıklarında, sessiz sedâsız öylece duran mezar taşları… Üzerlerinde
şehitliğe dair ibareler görmek şaşırtmaz bizleri. İstiklâl için nicelerinin bu
toprakları kanıyla suladığını biliyoruzdur… Hazır yeri gelmişken öğrencilik
yıllarımda rastladığım bir mezar taşından bahsetmek isterim. Bursa’nın köylerinde
yaptığımız yüzey araştırmalarının “Akçalar” köyü etabında, köyün mezarlığına
girip birkaç tarihi mezar taşı okumak istemiştim. Mezarlığın sessiz ikliminde
ilerlerken bir köşede yan yana duran, son derece yıpranmış iki mezar taşı
dikkatimi çekti. Oraya doğru yöneldim. Elimle yılların tozunu şöyle bir
temizledim mezar taşının üzerinden… Üzerindeki tâlik hat; “Zalim Yunan aldı
benim canımı” diye başlıyor ve “Akçalar karyesinden Hacı Osman Ağa’nın ruhuna
Fatiha” diye bitiyordu. Yanında yine hemen hemen aynı boyutlarda, yine aynı
satırlarla başlayan ve “Hacı Osman Ağa’nın kerimesi Emine Hanım’ın ruhuna
Fatiha” diye biten bir hanım mezar taşı vardı… Her iki taş da, 9 Eylül 1338
(1922) tarihliydi... Baba kız, bir millet için istiklâlin ehemmiyetini
zamansızlığa taşırcasına aynı anda ecel şerbetini içmişler ve yan yana
defnedilmişlerdi.
Bu misal gibi nice misaller var daha… Toprağa düşen isimsiz kahramanlardan, bir hilal uğruna batan güneşlere kadar niceleri var ki, bugün onlardan aldığımız mirası hakkıyla geleceğimize taşıyabilmek mesuliyetinden alnımız pak çıkabiliriz umarım… Her şekilde, her renkte, her seste ve ahenkte akışını dinlediğimiz zamanın, hürriyet ile kıymetli olduğunu yeniden idrak edebiliriz… Dünyanın dört bir yanındaki mazlumların sinesinden kopan feryadın, aslında bizim sinemizden koptuğunu duyabilir ve Mehmed Akif’in şu müthiş çağrısına kulak kesilebiliriz; “Sizi bir aile efrâdı yaratmış Yaradan; Kaldırın ayrılık esbâbını artık aradan”. Zamandan, mekâna, ruh dünyamızı imar eden istiklâl, bizden sonraki nesillere bir ailenin efrâdı olmanın idrakiyle taşınabilir ancak.
─
Sebîlürreşad dergisinin
2021
/ Haziran tarihli 1065. sayısında
18. sayfada yayınlanmıştır.
ÖLÜM
TİYATROYU YENER
Selimcan Yelseli
Katıldığınız
bir sahne performansının ardından demişsiniz ki; "Sanatın insanlar ve
kültürler arasında kurduğu irtibata inanıyorum." Ne müthiş bir tespit Bay
Guterres! Tebrik ederim...
Sahne
sanatlarına duyduğunuz ilgiden ve dünyanın vicdanı kanasa dahi ödün
vermediğiniz bu hususi zevkinizden mütevellit, belki bilirsiniz Bay Guterres,
Baudelarie'in Paris Sıkıntısı eserinde tiyatro ile alakalı; "Kahramanca
Bir Ölüm" adlı müthiş bir bölüm vardır... Fanciolle adlı bir soytarının
çarpıcı bir hikayesidir bu. Durun durun kısaca anlatayım... Fanciolle çok iyi
bir soytarıdır Bay Guterres. Hem de hizmet ettiği Prens'in dostlarından sayılabilecek
bir soytarı. Gel zaman git zaman bizim Fanciolle ciddi meselelere heves eder.
Hatta mevcut durumdan şikayetçi olur ve iş oraya varır ki, birkaç beyzadenin
prense karşı hazırladığı bir suikasta katılır bir gün... Bir süre sonra diğer
beyzadelerle birlikte bizim mevcut duruma öfkeli soytarımız da ihbar edilir ve
tutuklanır. Tabi ölüm cezasına çarptırılmaları kaçınılmazdır. Prens gözde
oyuncusunu bu isyancılar arasında görünce üzülür... Duyarlı bir prenstir. Hazza
ve güzel sanatlara karşı merakı da oldukça büyüktür prensimizin. En büyük
mutsuzluğu da, dehasını kapsayabilecek kadar geniş bir tiyatrosunun
olmamasıdır...
Birdenbire
Bay Guterres, prensimizin tüm suikastçıları bağışlayacağına dair bir söylenti
halkın arasında dolaşmaya başlar. Başlıca ve en iyi rollerinden birini
Fanciolle'nin oynayacağı büyük bir oyun düzenleneceğinin duyurulması da bu
söylentinin kaynağı olur. Söylenenlere göre bizim Fanciolle ile diğer isyancı
beyzadeler de bu oyunda bulunacaklardır. Prens kırgın olsa da mert ve erdemli
bir adamdır Bay Guterres... Ama insanın aklı büsbütün şüphesiz yaklaşamaz bu
olaya; yoksa bizim prens bir aktörün sahne maharetlerini mi ölçmek ister? Büyük
gün gelip çatar nihayetinde. Debdebe ve onca şatafatın arasında bizim prens
locasına kurulur. Fanciolle’nin mahareti ise her zaman yaşamın tüm gizemlerini
simgesel bir biçimde belirtmek olan az sözlü ve jeste yönelik oyunlarda ortaya
çıkar ya, o da hafiflik ve kendine münhasır bir özgüvenle kurulur sahneye…
Kalabalık, Fanciolle’nin bu rahatlığı ve özgüveninden dolayı prensin kendi
dostunu, baş aktörünü bağışladığı düşüncesine kapılır… Fanciolle sahnede
devleşir, en garip tavırları bile ulvi bir çehre ile izleyicisine sunar…
Fanciolle sanatın insanın şuuruna üflediği o hafif rüzgar ile sermest, dehanın
her türlü ölüm düşüncesini ötelediği kendine has dünyadasında, sevinçle ölümü
oynar, seyircisini müteessir kılar. Kimsecikler ölümün canlandırılması
karşısında ölümü aklına dahi getirmez, herkes kaygısızca bu harika tavra
bırakır kendisini. Sanatın gücü de buradadır… Hayranlık, sevinç çığlıkları,
haykırışlar, alkışlar havada tuhaf bir telaşa yol açar, hatta prens bile
coşkuyla alkışlamaktan kendisini alamaz ama yine de mütereddittir. Yüzü gitgide
solmakta, en tehlikeli vehimlerin ateşi alnından tüm vücuduna yayılmaktadır.
Sahnedeki eski dostunun, ölümü böylesine iyi oynamasına karşı gittikçe rahatsız
olmakta, gözlerinden kin ve kıskançlık okunmaktadır… Bir genç, prensin
locasından süratle ayrılır o sırada. O da ne, birkaç dakika sonra tiz bir ıslık
kopar, Fanciolle’nin gözleri baktığı yerde sabit kalır… Tıpkı uyanış haline
benzeyen bir sersemlikle gözlerini bir kere sıkıca yumup açar ve sendeler. Soluk soluğadır… Cansız, kaskatı devrilir
yere… Prens, kurnazlığının tüm öldürücü etkisini önceden sezmiş midir? Sevgili
dostuna üzülmüş müdür? Keskin bir kılıç gibi süratle gelen ıslık celladın
hakkını mı yemiştir? Muallak Bay Guterres… Mutlak olan, o akşamın bir daha aynı
olmadığıdır. Sahnedeki bu hakiki ölümü beklemeyen seyirciler dehşetle
yuhalarlar katili… Tepki gösterirler… Ölümün şiddetli hakikatini görmüşlerdir
bir kez, aynı olmaları, yaşamlarına devam etmeleri, belki de o tiyatro oyununun
diğer perdelerini merak etmeleri beklenemez…
Fanciolle
bir insandı. Prens de öyle… Ve ölüm hiç de basit değildi bu iki insan için. Her
ne kadar seyirciler sergilenen oyunun akışında ölümle birlikte unutsalar da
ölümü, bu iki karakterin arasında sözsüz, tepkisiz müthiş bir cereyandı o.
Seyircilerin ölümün içinde ölümü unutması, tiyatro sahnesinin bir
aldatmacasıydı sadece… Oysa bu iki insanın şuurları ölümü her an yaşamaktaydı.
Prens kendi ölümünü de düşünmekteydi o an… Fanciolle ise ölümü son kez
seyircisine aktarmaktaydı… Başka şansı yoktu çünkü.
Ölümler
sadece tiyatro sahnesinde gerçekleşince mi bu denli çarpıcı, bu denli insan
şuurunu uzun uzun düşünmeye sevk eden bir meseledir… Bir insanın ölümü, ışıklı
dekorların ortasında olunca mı bir ibret vesikası haline dönüşür ve aktarılır
nesilden nesile… Dünya bir tiyatro oyununun sahnelerinden müteşekkil bir
kurmaca mıdır ki? Perde kapandığında, ışıklar, adaletsizliğin ve zulmün kol
gezdiği coğrafyalarında mı ışıkları söner… Evet, söner Bay Guterres… Karartma
gecelerinin tedirginliği sarar her yanı. Ufukta sarı bir hezeyan olur korku.
Çığlıklar gecenin göğsünden kopup gelir. Üstelik bu bir tiyatro sahnesi
değildir. Prensler kurulmazlar localarına, ölenler Fanciolle gibi düşmezler
yere. Kurmaca ile gerçeğin birbirine karıştığı bir ölüm artistik bir tavırdır
Bay Guterres ve ancak bir tiyatroya yakışır… Sanatın önümüze sunduğu tesirlerden
bir demettir sadece. Oysa bu dünyada ölenler gerçekten ölürler… Tabiri caizse;
ölüm, tiyatroyu yener… Tıpkı Fanciolle’nin ölümüyle dağılan ve bir daha eskisi
gibi olmayan o şatafatlı tiyatro akşamı gibi… Seyirci uyanır, ölümün hakikatini
bizzat kendi gözleriyle tecrübe eder.
Siz
sergilenen oyunu izlerken görmediğiniz Gazze’deki insanlar Bay Guterres,
tiyatro sahnelerine yansıyamayacak bir dehşetin tam ortasındaydılar. Dediğiniz
gibi, sanat, insanlar ve kültürler arasında müthiş bir bağ kurar… Sanatın gücü
ile diğer coğrafyalardaki insanları ve onların kültürlerini kendi coğrafyamıza
ait anlayışlar ile yoğurur, belki de yeni akımlar bile oluşturabilir ve
insanlığın ortak mirasına katkılar sunabiliriz de lâkin yaşama hakkı olduğu
sürece...
Satırlarıma
son verirken Bay Guterres, sanatın insanlar ve kültürler arasında kurduğu
bağın, Gazze’de üzerine bombalar
yağdırılan, zulme ve adaletsizliğe uğratılan, daha çocuk yaşta öldürülen
insanlığın da ortak paydası olduğunu söylemek isterim. Tıpkı yaşama hakkı gibi.
Dünya bir tiyatro sahnesine sığmayacak kadar gerçek bir yerdir Bay Guterres…
İnsanlar ölüyor, gerçekten ölüyor… Seyirci kalmak mümkün mü?