2023

Ocak

"Günün birinde, her şeyin aslında ne denli gülünç olduğunu keşfettiğimizde, hepimiz kahkahalar atarak yerlerde yuvarlanacağız ve o gün gelene kadar benim pek sevdiğim acıklı bir ciddiyet olacak bütün bunlarda."

Jack Kerouac, Yolda

Hastanenin acil servis bölümünün sarı alanında çırpınan üç tane orta yaşlı insan. Az önce annelerinin ölüm haberini almış üç kardeş... Hastane personeli müdahalelerinde gecikmiyorlar. O kargaşa arasında üç kardeş bir araya geliyor, orta yere çöküp sarılarak ağlamaya başlıyorlar. O an hastane personeli duruyor, muayene için sıra bekleyen insanlar duruyor. Herkes dizleri üzerine çöküp birbirine sarılarak ağlayan bu üç kardeşi izliyor. Acı; kargaşa ve kalabalık içinde bu üç insanı kenetleyip, merkezî ve içe kapalı bir yalnızlık oluyor birden. O an burada sadece onlar ve acıları var. Artık zaman içinde bir tek onların acıları büyüyor ve orta yere iki büklüm kenetlenmiş gövdelerinden yavaş yavaş sızıyor. Az sonra ağlamaktan şişmiş gözleri ve kırmızı yüzleri ile kalkıp, yaralı birer savaşçı gibi kapıya yöneliyorlar. Acı toplanıp, gelişip, infilak ediyor ve bir anneyi kaybetmek, bir aileyi kalabalıklar içinde böyle yalnız kılıyor.

*

Erkek ve dişi, sebep ve sonuç. Süt, kan, irin, safra, sperm ve tüm insanî salgılar.

Sarsılan bir binanın üzerinden, TV antenlerinin ve baz istasyonlarının nokta nokta büyüyen bol ışıklı curcunasından gözlerini kurtarıp, kendi hiçliğine, kendi yolculuğuna ve kendi kuytularına bakmak istiyorsun. Kendi salgılarını bir sabah karanlığında terk etmeyi terk edecek kadar müthiş bir kararlılıkta terk etmeye çalışıyor ve sonra pişman oluyorsun...

Sen sarsılan bir binanın, sarsılan bir dünyanın üzerinde, kendi içinde kıvranan tüm sıvılarının birbirine gayet tabî olarak kaynaşmasını duyuyorsun. 

Ateşin çıkmış, için çekilmiş, kemiklerin paramparça.

*

Su birikintilerinde yağan yağmurla birlikte çoğalan halkaların, güvercin kanadından düşen tüylerin, yere düşen ekmek kırıklarının, damarda kıvranan kanın, ayrılığın, duaların ve olmayacak olanların dünyasından ziyade kaba ve sıradan olanların dünyasına aşina ruhlarımız ve pek tabî olarak aldanmış kalplerimizle geçip gidiyoruz.

*

Hayatın içinde yaşamımızın sürekliliğini sağlayan tüm hissî ve fizikî donamımızı, bizim için mutlak tecrübelerin hayal kırıklığına döndüğü yerlerde tek tek bırakıyor ve sonra ömrümüzün sonuna doğru bu donanımlarımızın gitgide eksilmesinden dolayı ölüyor olabilir miyiz? Sadece bir fikir. Nitekim ölüm arsız ve tutkulu bir eksiklik duygusunun dışavurumu gibi geliyor bana.

*

Gri bir günün içinde yüzen, soğuk ve şuursuz bir "umut etme" güdüsünün beni kıskıvrak yakalamasından şikayetçi değilim. Ama bu güdünün de geçici olduğunu biliyor ve onu bu gri gün içinde yanıp sönen geçici bir göz yanılmasından ibaret görüyorum. 

Şöyle anlatayım...

Şehir buzdan bir hülyanın içinde ağır ağır salınıyor. Salındığı hülyanın çeperinde, umut etme güdüsünün her belirişinde geniz yakan kükürtlü bir kıvılcım... Büyümüyor, ufacık ve anlık bir infilak neticesinde kendisini belli ediyor, beni çepeçevre sarıyor ve salınan gün, bir saniyeden daha kısa bir müddette aydınlanıyor.

*

Toplum ortasında, topluma layık olmak ve toplumla mutabık kalmak için ne yapmalı? Onu küçültüp küçültüp bir kibrit gibi cebimizde mi taşımalı? Yoksa devasa büyüklüklerin hududunu çatlatırcasına bir hale getirip, heybetle gökkubbeye asılışını mı izlemeli? 

Toplumun bilge yüzüne bakıp da bir parça hikmete nail olabilmek için onunla zamansız ve mekansız hasbihal mi etmeli? Onunla ve ondan olabilmek için daha ne yapmalı? Onunla eğlenmeli mi yoksa? Onu bir sakız gibi çiğneyip köşeye mi atmalı? Bedenini her noktasıyla teslim ettiği halde ruhunu teslim etmeyen iş bilirlerin tavrını takınan caddelerin, kurnaz sakinlerine hangi yaftayı takmalı?

*

Trenin camlarında salınan uykulu gövdelerimizi lacivert bir manzarayla yavaş yavaş silen gün. Uzunlarını yakmış otomobiller, işe yetişmeye çalışan insanlar. Trenden indiğimizde tenimizi ürperten sabah ayazı. Köşedeki o yeni nesil kahvecide karton bardaklara dolan ballı, zencefilli tatlı kahvelerin yüzümüze vuran buğusu. Patika, iki yanından yabani ve bodur bitkilerin uzandığı patika... Hemen önünde otomobillerin temkinli geçtiği şose. Ahşap bahçe masalarında günün benim için üçüncü ya da dördüncü sigarası. Karşımda, az önce doğan gün ile bilmem kaç saat sonra yeniden çökecek gecenin içinden iki yıldız çalmış gibi parlak, büyülü ve iri bir çift göz. İlk başta durgun ama sonra tüm neşesini yeniden o müthiş dudaklarının orta yerinde tebessümüyle toplayan incecik çehre. Birkaç çamur renkli sokak köpeğinin sabah huysuzluğu. Büyük ve oldukça dolu umumi küllüklerde nemli ve ağır bir izmarit kokusu. Köşede, atılan bozuk paralarla sarsılan otomatın sesi. Tepemizde rutubetli çam iğneleri.

Kış güneşi çam iğnelerinin arasından yükseldi, rutubet kurumaya yeltendi ve gitmek vakti geldi.

*

Tuhaf ama gayet sıcak bir Ocak günü R.....'nin terasında, hemen önümüzde, kül renkli çıplak dalları ile yükselen çınar ağacına bakıp, yaşını tahmin etmeye çalışırken çay ve sigara içiyor, önümüzdeki tuzsuz fıstığı ve çekirdeği ara ara parmaklarımızın ucuyla ziyaret ediyoruz. Kulağıma, usul usul akan cilimboz deresinin sesi geliyor ve gözlerim çınar ağacının çıplak dallarından, onun hemen sağ tarafında uzanan Bursa surlarına dönüyor. 

Zamana dair bütün hassasiyet bu manzaraya, çınar ağacına mesela, ya da surlara, cilimboz deresinin akışına ve karşıdaki asırlık ipek fabrikasının boyası dökülmüş duvarlarına gizlenmiş olabilir. Bir vehim değil bu. Bir öngörü, hoş bir sanı. Zaman, karşımdaki manzaranın kah girift ve kah sarih noktalarından geçerek onu ilmek ilmek örüyor. Dönüp duran ve tekerrür eden bir şeylerin ihtarıyla yokluğa inanmak üzereyim. Bu raddede, bu manzara benim içim tüm ruhî vaziyetimi çepeçevre saran incecik ve berrak bir zar haline geliyor. Onu iki yakasından tutup parçalamamak için kendimi zor tutuyorum.

*

Karanlık sabahlara, ucuz siyasete, soğuk evlere ve bir sürü yanlışa sürüklendik.

Ayrıca...

Perdeler ardından görünen karanlık bir baş. Az önce içilmiş sigaranın damardaki nikotini, ağlamaktan şişmiş gözler, dökülen içki, sinsi dudaklar, ellerim cebimde kıyamet adımlarım ve Comfortably Numb!

Durgun yüzler, kirli, paslı, kurumlu, rutubetli köşeler, her akşam eve dönüş kaygısı, tam tekmil evde bulunmanın ayartısı, bir hayale inanmanın geleceğe uzanan yankısı.

Göz gözü görmüyor... Girer girmez yaftalıyorlar beni. Çıkar çıkmaz kendimden kurtuluyorum. Bir tatlı neşeyi, bir ağrıyı uğurluyorum.

Çıkıp asırlık ............  üzerinde bağırıp, çağırmak istiyorum!

Neden mi?

Çünkü Filozofların Tutarsızlığı* üzerine konuşurken değişen dünyayı, değişen ve dövüşen dünyayı düşünüyorum. Çünkü insanlığı, iri gözleriyle, büyük bir dehşet içinde topraktan doğrulmuş olarak görüyor ve bu acımasız görüngünün neleri sabit kılmadığına dair fikir yürütmeye gayret ediyorum.

Telefonda kupkuru bir adam sesi beni tebrik ediyor. Kuru zekası ve hayatı ne zaman yakalasa yakaladığı yerden koparmış aşırı ve hayvanî mücadelesi ile bana "incelik" gösteriyor.

Aslında küfür edip de yüzüne kapatmak istiyorum. Onun yerine kuytularıma sakladığım yapmacık bir gülüşü kullanıyorum ama.

Ya ben ölürsem, ya bin yıllık yol çökerse, ya ağaçlar deliler gibi savrulur, köklerini terk edip yola koyulurlarsa?

Ayrıca...

Yıldız yağmurunda bir köşede durup keyifle izleyecek, ya da onları telaşla yakalamaya çalışacak ve bunu tüm övgüleri bir tılsım gibi kendisine çekmek için yapacak, sonra ayağa kalkıp imtiyaz sahibi olduğunu iddia edecek kadar salak ve yavşak olanlara karşı çözümüm henüz saklı.

*

İki haftadır onun haberi dahi olmadan düşündüğüm kitabı, gözlerindeki ormanların kuytularında can  vermemi isteyecek kadar büyük bir tebessüm ile elime tutuşturuyor. Bu ciltli kitabın ipten ayracı 23. sayfada duruyor bir de. 

Nasıl anlamıştır, nasıl bilmiştir bu kitabı düşündüğümü, muallak...

*

Kierkegaard'ın mezar taşına birey yazdırma arzusu öylece alınmış bir karar değildi.

Ve her bireyin kendisine sorması mecbur olan tek  bir soru var:

Bu dünyadan nasıl geçeceğim?

*

Kendi tabî elemimin el verdiği huzurla (mümkünse) uyumak istiyorum.

*

Artık vodviller sadece sahnede değil, şehirlerin ortasında oynanıyor ve kimse seyirci değil. Herkes kendi hayatının epik akışında müthiş bir filmin başrolü olduğu yalanıyla kandırılmış olduğunu fark etmiyor.

Oysa her şey artık sadece bir vodvil. Muhatapsız, mesajsız ve dolaysız kendi kendisinin içinde dönüp duran ve kendisinden habersiz bir vodvil hem de...

Şehirlerin ve ekranların üzerinde atılan tiratlar, bozma yazgılar, kokuşmuş itiraflar. Ve ironi! 

*

Safsatalar, köpek gözler, yalanlar, kelimeler ve her biri boşluğa uzanmaya, onu kucaklamaya çalışan kollar.

Güneş yüzüne serpiliyor. Sallantılı ve sıcak bir otobüsün arka tarafında yüzüne serpilen güneş için ona gölge oluyorum. İçim bulanıyor.

İçim, köpek gözlerin baktığı doğadan, kolayca sarf edilen yalanlardan, kelimelerden ve her biri iğreti yağlı bir urgan gibi görünmez bir rüzgarın tesiriyle uçuşan çirkin kollardan bulanıyor.

Kendimi bir baş dönmesinin içinden şehre atıyorum. Birkaç keskin bakış, ensemde uğuldayan akşam, sigaramı tutuşturmak için ateş aranıyorum.

"Eğer yalan söylemiş olsaydım itiraf ederdim."

Eğer bir keşiş olsaydım saklamazdım. Kelimeleri dilimle ve kalemimle örmek beyhude bir iş artık. Vazgeçmek oldukça kolay. Vazgeçmek ve bu puşt yatağının ortasında durmak, oldukça kolay.

Ben bir yolcunun içindeki evinden uzaklaşma hissiyim.

Ben ani kararlarla yıkılan, bir köşeye yığılan, ama takribi iki saat sonra her şeyi unutmuş olan meczup gönüllünün biriyim.

Baş dönmesinin içinden kendimi bıraktığım şehrin kiri, keskin bakışların kini ve ensemde uğuldayan akşamın nefesiyim.

Sarı ışıklar, kurduğum düşler, kendimi görmek istediğim yerler her insan gibi, her onurlu insan gibi yaşanası ve müreffeh.

Bana kalan ise, hakikatin bizzat hakikat olduğuna dair söylenmiş yalanlarla mesut, gündelik yaşamı sadece ani gelişecek bir seks umudu, bir gün avuntusu, bir boş akıl tesellisinden ibaret olan insanların arasında iç bulantısı, baş dönmesi ve yorumsuz kalma hakkı.

*

20 ocak

Zor günlerin izi olarak tercih ettim ve kendime bu zor günleri bilmem kaç sene sonra da hatırlatacak bir mengûş taktım. Çünkü soyutlanmak, biraz da terk etmek için, soyutlandığını ve terk ettiğini unutmamak adına bir bedel ödenmeliydi.

Soyutlanan, içinden her varlık sancısıyla doğulabilen dünyadır aslında. Terk edilen ise terk edilmenin kendisi.

*

İyi bir geceydi. Almanya'dan gelmiş yarı kuru üzümden müteşekkil sıvıyı gayet zarif kadehlerde yudum yudum içtik. Güldük. Sabah oldu.

Sütlü mavi denizin içinden gümbürdeyerek geçen deniz otobüsü. Duraklarda otobüs bekleyen uykulu çehreler. Trenin, içinde sadece benim bulunduğum ıssız kompartımanı. Elimde Jack Kerouac'ın "Yolda" kitabı.

Deniz otobüsünün gümbürdediği, uykulu çehrelerin otobüs beklediği, trenin ıssız kompartımanı, yani bu, sabaha dair her şeyi içinde bulunduran olağan manzara, içine çoktan çekmişti beni... O eski, oyunbozan, gaddar çaresizliğim ile uyanan bir günün ortasında, çevremdeki manzara ile birlikte başbaşa kalmıştım işte.

*

-Hey! Bağcıklarımı bağlamam gerekiyor?

-Kimse bağcıklarını bağlamadığı için yuvarlanıp düşen birini ayıplamaz. 

-Gregor Samsa'nın bir böcek olarak uyandığı sabahtan daha utanç verici bir sabaha uyandığım için seni anlamıyorum.

-Sağlıklı yürümek kadar, sağlıklı düşmek de önemlidir. Düştün mü adamakıllı düşeceksin.

-Utanmak nedir bilmeyen insanlardan korkarım.

-Ben de utanmaktan korkanlardan.

-Utanılacak olmanın aslında insanın içinde bir yerlerde doğuştan var olduğunu bana düşündüren bir akşam geçirmiştim. Sana anlatayım. Takriben on yıl önce, zift siyahı saçları maskülen kesim, elleri ufak, gözleri iri ve üzerinde erkek arkadaşına ait olduğunu bana düşündürecek kadar emanet duran trençkotuyla karşımda oturan o kadınla, şehrin o zamanlar henüz batıya doğru göç etmemiş marjinal bar-cafelerinden birinde oturuyorduk. Ne zaman sigara yakmaya kalksam çakmağım yahut kibritim olmadığını hatırlıyor, o da her seferinde benimle birlikte bu anın büyüsünü bozmamak adına aceleyle çakmağını aranıyor ve bulup ufak elleriyle bana uzatıyordu. Ufak sahnede yıpranmış gitarıyla country söyleyen üniversite öğrencisi olduğuna hükmettiğim genç adamı dinlerken arada da ona bakıyordum. Hareketleri yumuşak, umursamaz ve kimi zaman sinsi bir arsızlıkla anlaşılmaz hale geliyordu. Babasının hastalığını anlatıyor, hemen ardından sevişmenin inceliklerinden bahsediyordu. Onun için hayatta hiçbir şey yolunda gitmemişti. Ona baktıkça bahtsızlığın ve utanmanın, yani bir bakıma hayata karşı yenik düşmüş ve düşecek olmanın bir fıtrat olduğunu düşündüm. Bazıları hayata yenilmek için başlıyordu. Utanmamak ve yenilmek için doğmuştu o (da). Belki sen de öylesindir?

*

Sanırım Lou Reed'in “Perfect Day”i on kez dinlemiştik. Akşamdı. Dışarıda sert bir kış yoktu henüz. Gündelik heyecanlarıyla aileler gelip geçiyordu sokaktan. Lou Reed onbirinci kez Perfect Day derken kahvemi tazeledi. Ölmüş olabilecek kadar mazide kalanlardan bahsetti ve sustu. Yaşamış olabilecek kadar değil de ölmüş olabilecek kadar bu dünyaya ait olmadığımızı düşündüm.

Geçen sene, bu akşamdan tek farkı sert bir kışın gerektirdiği ne varsa yaşanan bir akşamda, yokuşlardan bir yokuşu sökmeye çalışırken, yaşamış olmaya, ölmüş olmaktan daha çok inandığımı hatırladım. 

On ikinci kez Perfect Day'i dinliyorduk. "Bir kahve daha?" dedi gözlerime bakarak. Fark ettim ki gözlerindeki o eski parıltılar yerini koyu ve mat bir uçuruma bırakmıştı. Yaşamış olmaktan çok ölmüş olmaya, zamanı tanıdıktan sonra inanmaya başlamıştık. Gözlerindeki uçurumdan yuvarlanmıştık.

Kelimeleri ve başımızın üzerinde burgulu bir sızı olarak dolaşan her şeyi rahat bırakmak gerek...

Çünkü eski menkıbeler tutmaz artık adamın ruhundan. Adımlardaki ahenk ise çoktan kaybolmuştur. Akşamın uhrevi göğüne düğümlediğimiz yeminler çözülmüş, dilde doğrular tükenmiş, muvazene bozulmuştur. Eski tatlar ve eski şeyler yoktur artık.

Başıma şimşek gibi inen çocukluk inançlarım, güzel ciltli kitaplar, her insanın kendisini sıradan addetmeme ilkelliği, cennetin baş köşesinden bir yer kapmaya dair duyulan umut, kendisini yıkarak yükselten insanî mimari... Fedakarlıklar imtiyaz doğurmaktadır hep. Bu imtiyazlar ise yaşanılan dünyanın içinde geçersiz bir para gibi, yırtık bir para gibi sahibinin elinde kalmaktadır. Çözüm basittir hep: anlaşılır olmamak. Sıradan olmamayı anlaşılır olmamaya yeğler insan. Dünyanın kırbacı ruhların manevi tenine şimşek gibi süratle inip kalkar. Her darbede mosmor bir kan izidir geçip giden günler. Çile başlamıştır. Çileler de imtiyaz doğurur. Çile çeken, çile cekmeyi göze almıştır ya bir kere, artık o bir ermiş, bir aziz, bir sonsuzluktur kendisine göre. Asla sıradan değildir.

Bir kez kelimeleri rahat bıraksa insan. Burgulu bir sızı gibi bize geçmek için en müsait anı kollayan hayatı ve tüm yapmacık manalarla bezenmiş kendisini bir bıraksa ve artık menkıbelerin ruhumuzdan tutmadığını görse.

*

Nature Geoscience dergisine göre dünyanın iç çekirdeği artık gezegenle aynı yönde değil, tam tersi yönde dönmeye başladı. (Sağdan sola döndüğünü farz ediyorum. Nitekim kainatta her şey sağdan sola hareket etmektedir.) Öyleyse soldan sağa doğru dönmeye başlamış olmalı. Artık ters bir manevranın, ters bir algının ve ters bir zamanın yani özünde büsbütün terslik taşıyan bir dünyanın içinde, ezelî dönüşlerinden asla vazgeçmeyen birer kahraman olmaları yolunda insanlığın önü açıldı demektir.

Mesela bir bilmiş artık şöyle demekte bir beis görmeyebilir:

"Dünyanın çekirdeği bile tersine doğru dönerken, ben hep aynı yöne dönüyordum!"

*

Saate çok sık bakıyorum. O durur gibi ilerliyor, ben ilerler gibi duruyorum. Bu yüzden hasetli ve öfkeli bir çocuk gibi gözlerimi saatten ayıramıyorum. O kendinden emin, her şeye bilge bir tavırla geçip gidiyor ben ise yeni atacağım bir adıma bile katlanamıyorum adeta. İlerler gibi durmanın aymazlığını üzerimde taşıyorum.

Ve sonra duyuyorum ki kıyamet saati** gece yarısından 90 saniye öncesine alınmış. Bunun sebebi Rusya-Ukrayna savaşıymış. 

Saatlerin hükmünden değil, belki de tüm insanlık olarak onları tek tek kıpırtılı bir kıyamet ölçer haline getirmiş olmamamızın nihayetinden korkuyorum.

Zacharius Usta, Ahmed Zamanî el-aman!

*

Arada o güzel kahkahasını serbest bırakarak önündeki kitaptan Charles Bukowski şiirleri okuyordu. Pencereden gözüken marmara gittikçe kararıyor, rüzgar camlarda kuduruyor, zaman geçiyordu. Ansızın gözleri ciddileşti, tane tane okumaya başladı:

"şimdi bu bedeli ödemek zorundayız; geri

dönemeyiz, ileri gidemiyoruz, olduğumuz yerde,

sallanıyoruz, kendi eserimiz,

bir dünyaya

çivilenmiş."

Bedeller ödemiş, geri dönmüş, ileri gitmiş ya da olduğu yerde sallanmak yerine ileriye doğru atılmış olmanın gizli zaferi ve dünyada çivilenmek yerine, dünyayı kendimizden uzak bir yere, mesela rutubetli bir duvara, bir gençlik posteri gibi çivilemiş olmamızın huzuru içinde baktık birbirimize. Dünyanın bizim eserimiz olmadığını; mesela demokrasi niyetiyle ancak seçilebilecek olanları bize seçtirdiklerini, küresel ısınmanın, kutuplardaki erimenin, salgının, yoksulluğun, dijital çılgınlığın ve yirmibirinci yüzyılda siperlerde karşılaşıp birbirlerine mermiler yağdıran insanların zihin dünyalarının bizim eserimiz olmadığını çoktan anlamıştık. 

Nasıl da aynı yalnızlığı tadınca, kokuşan dünyayı ve onun tuhaf düzenini fark ediyor insan. 

Üzerindeki küllü bulutlarla acı bir sıvı gibi çalkalanan ve kararan deniz içimde sigara içme isteği uyandırdı. İçtim. Bir şiir daha okudu. Yine o güzel kahkahası dudaklarında büyürken şöyle dedi: "Güzel yazmış piç!"

*

"Learning to Fly" yeryüzünde bunun gibi güzel bir şarkı az bulunur. Pink Floyd'un en iyi şarkısı mı? Bilmem. Ama iyi bir şarkı olduğu kesin. Beni çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdan kotarır, onu ilk dinlediğim ana taşır, içimi karşı konulamaz bir esriklikle doldurur ve havalandırır adeta. Zamanın üzerinde yüzüyor gibiyimdir. Ritminde inip çıkan ve daima hareketi ihtar eden bir devinim vardır. Sözleri de harikadır üstelik:

"Tongue-tied and twisted, just an earth-bound misfit, I"

*

27 Ocak

Hayatın bir berrak akışı vardır, bir de bulanık... Acınızı dindirmek için berrak bir akışın içinde kendinize müsait bir yer ararken bir bakarsınız ki bulanık akışın içindesiniz ve bulanmışsınız. Aynı bulanık akışı bir hastane bahçesinde de duyumsarsınız mesela. Aslında çoğumuzun berrak akış içinde bir yeri yoktur. Bulanık akıştan arada bir başımızı çıkarır ve nefes almaya çalışırız sadece.

Dün gece uyumadan önce, karanlık bir denizin ortasında olduğumu düşlüyordum. Gövdem siyah ve soğuk bir yoğunluğun içinde sızlıyordu, başım suyun üzerindeydi. Birkaç karabatağın gece karanlığındaki kıpırtısı ve yıldızlar altında büyük bir vecd ile kıvranan suyun sesi vardı. Her şey karanlık olmasına rağmen berraktı. Bulanıklıktan kurtulamadığım için kusurlu bir berraklık hasretiydi bu düşlemim. Başım sızlamaya başladığında uyumuştum. 

(Rüyamda üç tane hamster gördüm. Ailemle, sokağa dizilmiş lokanta masalarından birine oturmuştuk ki, oturduğumuz masanın ortasında aşağıya, toprağa inen büyük bir delik olduğunu fark ettim. O deliğe baktığımda üç tane siyah beyaz hamsterla göz göze geldim. Bizi görünce delikten aşağıya kaçtılar. Onları çeşitli hareketlerle çağırmaya başladım ve biraz yukarı çıktıklarında parmağımın ucuyla tek tek masadan uzaklaştırdım. Gariptir ki, onların orada olmasını talihsizliğimle bağdaştırdım.)

*

Mide gurultuları arasında, son model bir goygoycunun dilenirken yanık sesiyle okuduğu ucuz nağmeleri duyuyorum. Gün puslu ve yağmurlu. Tetiksiz, amaçsız, uyuşuk bir gün.

*

Hayat, her şeyin yolunda gittiğine dair hepimizin üzerinde mutabık kalmaya çalıştığı bir yalan.

*

Kutsal tükenmişlik... Kendi içimde yıkılan dünyanın gürültüsünü duydum ve içimdeki mistik karmaşa eskisinden daha esrik şimdi. 

Hürriyet ne korkunç şeymiş. Başına gelince anlıyor insan. Ömürlük değil, mevsimlik bir yaşam düşünen koca bir çınarın gitgide tükenmesine şahit olmanın hürriyeti ne acıymış bir de. 

Bak yaşamın ortasında kalakaldık. Birimiz tam tekmil yaşama donanımlı, birimiz ha düştü düşecek. 

Bir yıldızın kayıp düşmesinden korkulur mu? Saatlerin hep birden, aynı anda durmasından tedirgin olur mu insan?

Eski olan ne varsa içinde muhakkak bulunan ulvi merhametin, kutsal tükenmişliğimizi affetmesini umuyorum.

Önce ışık sönüyor, sonra insan. İnsan ölüyor, sonra teni eşlik ediyor ona. Hürriyet, suratına içten bir tebessüm takınıp sinsi sinsi yaklaşıyor. Tutunamayanlar için bir avuntu, tuhaf bir aldatmaca aslında o. Ölmeden önce biraz daha yaşayabilmek için, ağır bir hastaya verilen son bir ilaç hürriyet.

Çocukken şahit olduğum bir ölümü hatırlıyorum... Hasta yatağında dünya ile tüm bağını kesmiş, uçuk mavi gözleri tavanda bir yerlere dikilmişti. Başucuna geçtim. Kesik kesik alıp verdiği zorlu nefesi, gırtlağında takılıp kaldı ve herkesin uyuduğu bir gece, kimseler uyanmasın diye dikkatle kapanan bir kapının kilidi gibi yuvasına oturarak son buldu. 

Son nefesi ömür denen kapıyı kapatmıştı sanki. Oysa ölmeden önce gayet hürdü, artık o durumda yıllarca yatsa kimse karışmazdı ona. Son ilacını almış, son arzusunu biraz da mecburi bir şekilde tatmıştı. Yaşamıştı. 

*

Çılgınlığa varan nostalji içinde ikimizde sessizce Tanrı'ya inanıyorduk. Kitap okumak, lacivert denize bakmak, dışarıda yağmur yağarken perdeleri çekik bir odada beraberce tükenmek iyiydi. 

*

 

29 Ocak

Çiseleyen bir yağmurun içinden açılan sisli Gemlik körfezi. Yol boyunca uzanan cılız ağaçların gümüş renkli gökyüzüne bir tür vahşilikle uzanan sivri dalları... Issız köy sokakları, tezek kokuları, kirli köpekler, sıvası dökülmüş evler. Bir de metruk evlerin bir tarafı yıkılmış duvarlarının ardından gözüken çiçekli mutfak fayansları, tel dolaplar, yabani ve ıslak otların üzerine atılmış molozlar... Yarım kalmışlık kokan eşyalar ve arada bir köşe başlarında beliren ihtiyarlar...

Köy evlerinden bir evin daracık avlusuna asılmış ve kuruması beklenen üç adet büyük ve eski kot pantolon... 

"Yabancı bir fotoğrafçı gelse, yıkandıktan sonra kuruması için ipe asılmış bu üç kot pantolonun fotoğrafını çekse ve ardından uluslararası bir sergide altına iri harflerle "kimliksizleşme" yazarak sergilese büyük ses getirir."

Meydanda eski bir ilkokulu andıran köy camii ve tam karşısındaki kahvehanede bir çoğu kasketli olan, kederli yüzlerini yıpranmış gazetelerin sayfalarına gömmüş bir halde oturan kırsal adamlar. 

Dipnotlar

*İmam Gazali'nin eserine atıf.

**Kıyamet Saati, nükleer savaş veya iklim değişikliği gibi küresel bir felaket potansiyelinin görsel bir temsilidir. Saat, “gece yarısını” veya dünyanın sonunu temsil eden gece yarısında başlar. Saat gece yarısına ne kadar yakınsa, insanlık küresel bir felakete o kadar yakındır. 1947’de saat ilk oluşturulduğunda II. Dünya Savaşı vardı.


Şubat

Bir şeylere, belki bir felakete, bir sona ya da ölüme bir gün daha yaklaşma hissiyle uyandım.

*

İnsan insanın boşluğudur.

*

Sırbistan Cumhurbaşkanı Vucic şöyle diyor:

 "Bugün, önümüzdeki günlerde, haftalarda ve aylarda bugünden daha büyük, daha geniş ve daha şiddetli hale gelecek bir tür üçüncü dünya savaşına tanık oluyoruz. Sözlerimi not edin."

Bu savaş çığırtkanlığı, bu kör heves de neyin nesi? Sanki dünyanın tüm basiretsizleri toplanmış, her biri, kana susamış dudaklarından tükürüklerini saçarak şu habis planın teferruatını konuşuyor:

"Handiyse bu yüzyılda bir üçüncü dünya savaşı çıkmaz gibi ama en azından denemeye değer."

Bir süredir takip ediyorum, felaket tellallığı oldukça revaçta. Kimi mecralara göre üçüncü bir dünya savaşı çıkmak zorunda hatta!

Ne oluyoruz?

İçinde bulunduğumuz yüzyılda bir dünya savaşı çıkarsa eğer bu metah bir durum olmaktan ziyade insanlığın bu çağa kadar sadece tesadüfi bir şekilde geldiğinin ve özünde, kendisine biçilen her manayı hak etmeyecek kadar kötücül olduğunun bir göstergesidir. Haksız mıyım?

Şöyle bir eni konu düşününce dünyanın zaten bugün halihazırda geçmişteki savaşların mağlubu olduğu ortada. Evvela bir fısıltı olarak başlayıp yüksele yüksele çığlık halini alan teoriler ve savaş beklentileri, zamanı geldiğinde cepheden cepheye kan kusan felaket araçlarının insandaki yıkıcılığın kökenlerinin şiddetli ve acı bir göstergesi...

Yine de bir tesellim var...

Teknoloji bu kadar ilerlemişken dünyadaki genç nüfusun, zorla çıkarılmaya çalışılan bu savaşa rağbet edeceğini düşünmüyorum. Gençler sanal dünyada kendisinden kilometrelerce uzaklıktaki başka ulusların fertleriyle tanış olup, online oyunlar oynuyor, bir paylaşım içine giriyor. Dünya eski dünya mı? 

Artık sibernetik bir dünya içindeyiz. Tecrübelerimiz hakiki tecrübeler yerine karmaşık sistemlerin güdümünde. Bırakın bir üçüncü dünya savaşını, Rusya - Ukrayna savaşı dahi Batı'nın zorla sürdürdüğü bir savaş değil mi sizce de?

*

Şiddetli bir kar yağışı bekleniyor. Kediler huzursuz. ellerim kırmızı. Apartmanlardan birinin zemin katının penceresinden uğursuz bir adam sesi sızıyor. Duyuyor ve ilerliyorum. 

Bilmem kaç yıl önce de yağacak şiddetli bir kar evvelinde, ufukların yakıcı soğukluğuna saklanıp, ilelebet öyle kalmak istemiştim.

*

Dünya etrafımda eriyerek ve süzülerek akıyor. Tüm renkler kayboluyor.

İnsanlığın çok sarp bir yokuşu nefes nefese tırmandığını hissediyorum. Bu zorlu mücadelede patlamak üzere olan başlar, kırılan parmaklar ve karanlıkta son kez hayret eden gözler var... Bunun yanında, olduğu yerde yavaş yavaş çözülen ve akan dünya.

*

Karın ortasında yalpalayarak yürüyorum. Kendimi, sarsılıp da içindekileri kusmaya namzet bu zeminden, bu ciğerlerimi dolduran soğuk havadan ve etrafımı saran bu sinsi sessizlikten kurtarıp koşulsuz ve ezelî hiçliğe bırakmak istiyorum. 

*

Gerekçelenmeyen şeylere artan rağbet, avunma arzusunun güçlü hegemonyasına delalet eder. Avunma duygumuzla yaşarız. Bizi hakkıyla avutan şeylere itimadımız ve hürmetimiz gitgide artar. Gelecek gibi. Gelecek beklentisi avuntudan ibarettir. Bu yüzden gelecek günlere hiç durmadan inanırız. Bireysel ilişkilerimizde de bizi avutana karşı duyduğumuz zaaf, bizi avutmayana karşı duyduğumuz şeylerden çok daha fazladır.

*

Bir gül tomurcuğunu sigara tabakama koydum. İçimi koyacak yer yok henüz. Asık suratları görerek, kapitalist tükürükler arasından yürüyerek ve lüks alışkanlıklara küfrederek geçiyorum hayattan. Göğsümde bulutlu bir gökyüzü.

Bir fotoğrafta görüyorum çocukluk bakışlarımı. İnsan kavramının girift varlığından bir hediyedir bana eski olan ne varsa... Gül tomurcuğu da sigara tabakamda eskiyecek mesela. Hepimizin zamanında birer yaşam tomurcuğu olup da yaş aldıkça eskidiğimiz gibi. Mesela o ahşap binada, soğuk sabahlarda içtiğim kahveleri bir zamanlar diye anmak hürriyetine sahip olacağım her daim... 

Genç adamlar, genç kadınlar içinde sızlayan kavuşma duygularıyla bir zamanların tutkulu bir panoramasını çizecekler bize. Eskiyecekler. Sokaklar, binalar, gökyüzü, metrolar ve aşklar eskiyecekler.

Sorular da eskiyecek. Cevapları yıkan sorular. İnsanı karanlık bir odada eriten sorular.

*

Onu, gözlerinin içindeki kuytu ormanlarla, romantik döneme ait bir tablonun içine gizledim. Belli vakitlerde onu izliyorum. Şimdilik hiç bir şey söylemiyor bana. Tavrı tıpkı bir vazgeçiş gibi. Mesela, ........ otelinin lobisinde, 99 tarihinde imzalanmış dört ya da beş adamın yan yana oturuşunu içeren ve Hodler'in "Hayal Kırıklığına Uğrayanlar" tablosunun kötü bir öykünüşü olan o tablo ne çok sey söylemişti bana. Doğrusu tam bir gevezeydi. Renkleri solgun ve tutarsız, biçimleri ahenksiz olsa da anlattıkça anlatıyordu.

*

İçime çökerek yiten dünya. Marjinal laf salataları,  ........, sefiller, budalalar ve gidilecek mesafelerini bir hiç mesabesinde gören aymazlar.

*

Cehenneme giden yol içimizden geçer ve bu biz yolda durursak ölürüz... Aslında bir yanıyla durursak hep ölürüz. Yalnızca içimizdeki değil dışımızdaki yollarda da geçerlidir bu. 

*

Hangi kayanın içine gizlenmiş benim mabedim, hangi ağacın kovuğuna? Hangi şiirde söylenmişim, hangi küfürde bilenmişim yaşamaya...

Beni alacaklar, binlerce yıllık ateşlerde yakacak ve sonra sızlayan küllerimi buz gibi soğuk sularda yıkayacaklar. 

Kalbime herkes gibi bir nefes verecekler. Sonra sualler ezberletecekler, çetin sualler!

Cevap vermek, bir inayetin vesilesi olacak. Kalbimdeki nefesi duymak için ölüm gibi susacağım.

Yüzündeki çiçeklerde geçmiş ıstırapları gördüğüm sen,

Elindeki serinlikte, başıma değen ilk rüzgar saklıymış.

Artık ben çiçekleri koparıyor, serinliklerde eskisi gibi üşümüyor, kendi varlığımı, kutsalımı, kayalara, kovuklara gizlenmiş o mabedimi, yani kendi acımla inşa ettiğimi yıkıyorum.

*

Hakikat arayışında olanlar kaybolmayı kabul etmiştir. Mesela yoğun dumanlı günlerde, elinde kahvelerle gelen ve geçirdiğimiz ılık kışın serzenişinde bulunan .......... gibi, daima sonsuz bir kayboluşun eşiğinde bulunmak, hakikati aramaktan ve ona her an yakın olmaya gayret etmekten ayrı bir şey değil benim için.

O yoğun dumanlı günlerin sonunda başımı yastığa koyduğumda, yolculuğa çıkmanın tehlikelerinden, bir insanın yerini bir türlü tam olarak bilememesinden ve hakikat arayışının gayretinden nasıl tedirgin olduğumu burda anlatamam.

Geçen saat, ilerlenen yol ve yolun sonunda bekleyen ile ardında bırakılanların biraz da gizli bir memnuniyetsizliği taşıyan yüzlerini, hakikat arayışının sabrından katiyen ayrı tutamam.

Hakikat arayışı ve yolculuk, kayboluşlardan acılardan beslenir. 

"Terk etmek" ve "kavuşmak" arasındaki gerilim.

*

Akşamın rahatlığı ve "entelektüel" birikimlerin arasından eve döndüm. Saati bilmeye ihtiyacım yoktu. Yakaları yıpranmış deri ceketim ve sigara kokan gömleğimi üzerimden çıkarıp eski bir katibin aceleyle karaladığı bir sicil ile baş başa kaldım.

Bazen dünyayı harflere sığdırmak istiyor insan. Katip de böyle bir arzuya kapılmıştı. Bunu çizgi çizgi süratlendiği arzulu el yazısından anlıyordum.

Saati bilmeye ihtiyacım yoktu. Katibin ise saat ile ilgili bir huzursuzluğu vardı. Belki de bir türlü vaktine yetişmeyecek bir şeydi onun yazdıkları.

Saat kaç olduysa o kadar başbaşaydım içimdeki dünyayla. Katip ise saat kaç olduysa o kadar ıstıraplıydı.

*

Ayyaşlar racon bilen tavırlarını dünyanın hakiki kuralı sanıyorlar. Sert hayat... Bira şişeleri, hışımla yağan yağmur, ağzına kadar dolu küllükler. Tuzlu fıstık ve üzerinde limon gezdirilmiş dil söğüş. "Cebimde üç beş bin var" diyen bir lavuk ve bir bira daha fazla içmek için ihtiyar garsonu kollayan beleşçi adam. Gözlerim duvardaki eski fotoğraflarda dolaşa dolaşa geliyor ve akrep ile yelkovanı buluyor.

*

Kalbimiz mümkün mertebe durmak üzereymiş. Şehirlerle vedalaşmışız. Saatleri de terk etmişiz. Bizi bekleyen kurak bir yaza, tütün kırıntısına, kül lekesine, baruta, öfkeye ve ölüme doğru yola koyulmuşuz.

Bak bir adam kelimeleri tek tek sökecek ve yarım kalan bir şeyler üzerinden yeni bir hayat yükseltecek. Asırlar sonra!

Bak şu kadın geceleri ağlayarak büyüyecek. Hemen şimdi!

Pikseller ve Bauman'ın bahsettiği akışkanlık üzerinden vahdet-i Vücûd için övgüler yağdırıyorum. Geçip giden her şey parmaklarımın arasından süzülüyor, görüyorum. Duaların da böyle olduğunu epey önce fark etmiştim.

Koyulduğumuz yolda, elleri kalem tutan ölümlülere bunu fısıldıyorum.

*

Gözleri çiçekli ama bezgin. Elleri nefes gibi narin. Tebessümünde kıvranarak büyüyen mukaddes bir olay örgüsü. Kader gibi. Ama bir türlü o değil. Bir türlü gizli değil. Bir şekilde kendi içinde çözünemez o. Onda en ufak bir tesir dalga dalga büyüyemez. Kıvranır ve söner ancak. 

Kader ise öyle değil. O genişler, öyle genişler ki, kendi içine sığamaz. En ufak tesirinden, en büyük şiddetine kadar birbirine bağlıdır her şey onda.

*

Havva'dan doğma,

Adem'den olma,

Bizler,

Biçimsiz bir varlık önünde,

Taş üstüne taş koyup da biçimli baş'lar,

Baş üstüne baş koyup da ölümler yaptık.

*

Üzerimizden süzüldü güneş.

Yürüdük şehrin kuytulandığı yerlerde.

Hiç bulunmayacak bir şey kaybettik.

Kaybedilecek bir şey de bulmamıştık oysa.

İçimizde sızladı ilk kez "Evet" dediğimiz an ve bu evet, şimdiki zamana dair sorulan olumsuz bir soruya, "Hayır" denmesi mümkün olmayan ve aynı zamanda ilk istifraya, ilk ereğe ve ilk ateş hasretine benzeyen dolaysız bir "Evet"ti.

*

Sular kabardı,

Saçlar ağardı,

Dudaklar kurudu,

Geriye ne kaldı?

Şimdi beni nar gibi,

Ses gibi, kan gibi, har gibi,

Bir bahar gibi,

Çokluktan tekliğe çağırıyor "bilmek"...

Şimdi beni,

Yokluğun hakikatine inandırıyor,

Bir mum gibi,

Eriyerek sönmek.

*

Bütün varoluşumuzun zardan ince teninde terk etmenin nabzı atarken, ebedî aitlik ve sahiplik bizi daimi eylemsizliğe çekmekte ve bir yanıyla aldatmaktadır. Kimilerine göre imtihan, kimilerine göre hakiki bir imanın su götürmez şartıdır bu. Bizi yaşatan şeylerin -zaman da dahil olmak üzere- ellerimizden kayıp giden şeyler olduğunu idrak ettiğimiz an terk etmenin nabzı oldukça hızlanır... 

Bulutlu bir gündü. İhtiyar köprüden geçip damağımdaki .......... tadını sert bir sigarayla gidermek isterken, köprünün korkuluklarından görünen manzaraya bakıyordum. Terk etmenin nabzını bir karganın acı ötüşünden duydum ki mezarlıklarda da hep böyle öterlerdi kargalar.

Mesela ben bir zamanlar düşlerdim ki, soğuk, ölüm ve hatta yaşamı çetin tecrübelerle idrak edişimiz olmasın. Bir kış gecesi dışarıda bembeyaz kar sızlarken, az önce çıkardığı ayakkabılarıyla otursun o kadın. İyi şarkılar dinleyelim, iyi bir yaşam temenni edelim. Benim yuvamın ve hayatımın ve kararlarımın ve nefesimin dünyaya bıraktığı iz, terk etmenin hızla çarpan nabzına yenik düşmesin. Onlar sabit ve eylemsiz kalsın... Hani en zorlu, en gaddar anlarda aklımızın bize kaldığı gibi.

Artık mistik terkedişin nabzıdır dostum. Fark ettim.

Dingin ve arınan yüzü ile benim gibi kirlenmiyor o. Geceleri sancıları ve öfkeli inancıyla reddedişi kabul ediyor ve terk etmeye hazır.

Birlikte dünyayı terk etmenin inceliklerinden bahsediyoruz ve ağzımıza küfür hiç yakışmıyor.

*

Yüzüm kara bir boya gibi parça parça dökülürse, sesim ateş dolu bir nefes gibi eserse ve kanım zehirli bir şarap gibi süzülürse...

Zaman benim göğsümden şiddetli bir çarpıntıyla geçiyor artık. 

Varlığımızın başarısız bir şiir olduğunu okuyorum kendi sözlerimden.

Kırmızı bir satene benzeyen temanın üzerinden akan beyaz renkli ve dolgun fontlu ihtarlara takılıyor gözlerim. Akşam vakitlerinde, gölgemi alıp da, kendi günahlı loşluğuna saklamaya çalışan apartman pencerelerine teslim oluyorum. Oysa şehir büyüyor.

Şehir bilseniz nasıl çalkalanıyor...

Gecenin en derininde öksürük. Zonklayan, beynimin içinde büyüyen öksürük. 

Uykularımı bölen ve beni azap yağmurlarında ıslatan kendi terim.

Gündüzün ortasında içimde kıvrılan kanlı bir bıçak. 

Varlığımızın o başarısız ve ahenksiz tuhaf şiirinin yerine:

"Yüzüm kara bir boya gibi parça parça dökülsün. Sesim ateş dolu bir nefes gibi essin ve kanım zehirli bir şarap gibi süzülsün..."

Ancak böyle yazabilirim yokluğun şiirini.

Geceden ve gündüzden böyle kurtulabilirim.

*

Karanlıkta sarsılarak yol alan ve içindeki ışıktan dolayı camlarından sadece kendi sönük yansımalarımızı izlediğimiz ilaç ve ter kokulu otobüs. İneceğim durağı kaçırmamak için dışarıya baktığım her an kendi yüzümle karşılaşıyorum. Garip...

İnsana verilen en büyük cezalardan biri kendi yüzüyle karşılaşmasıdır. Nitekim Narkissos'da bu cezanın ıstırabıyla doluydu. Modern hayatta, modern Narkissos olmamanız için yapmanız gereken şey ise otobüsün camlarından dahi kendi yüzünüzle karşılaşmayı yadırgamayı unutmamanızdır. Çare budur. Yüzünüze aşina oldukça ve onu nokta nokta bildikçe kendinize olan hayranlığınız ve aynı zamanda düşmanlığınız artar. Bahsettiğim ceza da buradan beslenir zaten. 

Çokça alay edilir, elimizdeki telefonların ön kamerası aniden açıldığında karşılaştığımız manzaralar popüler kültüre göre gülünecek bir şeydir mesela. Biliriz ki, yine elimizdeki telefonlardan izlediğimiz yüzümüz, dolaylı bir şekilde yüzlerimizin temsilidir ve aynaların yansıtma prensibi bu temsilin özünden ibarettir.

Rüyalarda yüzümüzü başka yüzlerle karışmış bulmamız ve yüzümüzü başka bir yüze benzetme eğilimimiz, yüzümüze aşinalığımızı hafifletmek ve yüzümüze dair başka bir misal bulma arzumuzdan kaynaklanır. Çünkü çoğalan her şey bir yanıyla tükenmezliğe yakındır. Tükenmek ve öznel kalmak istemeyiz.

*

Güneş yükseldiğinde, övgüler sustuğunda ve insanlar kendi hallerine yakışan bir yürüyüşe, mesela durulmadan akan bir su gibi büyük bir arınışa kavuştuklarında, yaz geldiğinde velhasıl,  bazı sabahlar o otobüs durağında beklediğim ve bir gün hüsran olacağını bilsem bile inandığım şeylerden beni mesul tutamayacak kimse. 

Hatırlıyorum, gri bir sabahın içinde, inanmışlığı taşıyarak ve geceden kalma sızıları içimde saklayarak bir hayalet gibi yürümüş ve yaza inanan ve onu bekleyen insanları hor görerek, kara bulutların, yağmurun ve uyku mahmurluğunun garip kutsiyetini içimde muhafaza etmiştim. Ta ki kendimi, ağzımda sigara ile uzanmış olduğum koltukta büyük bir vazgeçiş ile derin uykuların kucağına bırakmaya hasret olarak bulana kadar. Ne büyük yanılgılara gebeymiş tüm bunlar!

Yaza inanın dostlarım... Parklardaki çocuk seslerine, güneş hemen batmadan önce denizin tatlı rengine ve ufuktaki martıların kanatlarının ahengine inanın.

O gri kış sabahları bildiğiniz hüsranlara değil, bunlara inanmanız için var.

*

Sadece kuramsal değil, pratikte de "De Jure" ile "De Facto" arasındaki gerilim daima infilak etmeye hazırdır ve ezelden beri kaosun temel koşullarından biridir.


Mart

Kuantumda zaman üzerinde geriye gidildiğine dair birkaç cümle okudum... 

Teknik izahı bir kenara bırakırsak, zaman üzerinde neden ileriye gitmek yerine geriye gitmek tercih edilir? En basit zaman makinesinin düşleminde bile böyledir bu. 

Yaşanmış olan, yaşanacak olandan daha çok merak edilir. Yaşanacak olan, bir türlü vâki olmadığından dolayı ona dair her şey bir tür kehanetle ilgilidir. Yaşanacak olanı bir zaman makinesi içerisinde bizzat müşahede etsek de, o, bizzat henüz gerçekleşmediği için her daim bir yanılgı olabilir ve şüphelidir. Ama geçmiş, kendi yaşanmışlığı ve evrensel bir olay örgüsünün bizlere yansımalarıyla kesin ve berraktır. Bir zaman makinesini kullanan kişi geçmişe gittiğinde insanlığın topyekûn tecrübe ettiği şeylere şahit olur. Oysa geleceğe gittiğinde yaşanacak şeyleri sadece kendisi görecektir. Bu her daim başkalarının başına gelen inayete benzemektedir.

Bir diğer husus ise geçmişe duyduğumuz özlem teknik ve bilimin de gizli derdidir aslında. Ne varsa geçmişte vardır ve kuantuma göre artık ne olacaksa geçmişte olacaktır. Gelecek, her birimizin felaketini içinde taşırken güvenilir olabilir mi?

*

"Vita Contemplativa" 

Muteber olan bu.

*

Karanlık bir sokakta rüzgar omuzlarıma dokunurken ve beni çok eski zamanlardan bir keşiş gibi içimin telaşına karşı teselli ederken, müddetli şeyler hakkında düşündüm. 

Issızlıkta uhrevi şeyler gizlidir. Seyrelmiş olanın hafiflemesi gibi.

*

Baudrillard mı diyordu şimdi hatırlayamadım, ideolojilerin ölümü hakkında müthiş bir tespit vardı... İdeolojiler ölmüştür.

Evet, ideolojiler artık ölüdür. Demokratik bir seçim için gereksiz ve içi boş bir nedensellik olarak ortaya sürdükleri ideolojilerini sümen altı eden altı partinin lideri aynı masada oturuyor ve saatlerce ortak bir başkan adayı için münazarada bulunuyor.

Mesele artık halkın takdiriyle göreve gelecek salt bir başkan adayı seçip bulma işidir. İdeolojiler hükmü kalmamış bir koşul olarak sadece partilerin sembollerinde ve biraz da söylemlerinde gizlidir.

Dünyada da böyledir. Artık toplum refahına yönelik manifestolardan ziyade hayalleri gerçek kılmanın ve sürate uyum sağlamanın sempatik anlaşmalarına imzalar atılıyor. Siyaset ve politika eskiden bizzat daha iyi yönetmekle ilgiliyken, şimdi daha iyi yönetilmekle ilgili. Partiler vaatlerini sizi "böyle yöneteceğiz" gibi  aktif bir durumdan "bizi böyle yönetebilirsiniz" gibi edilgen bir mantık çerçevesinde sunuyorlar.

*

Ben hala her aynada sarışın ve mahcup bir çocuğum. İnsanların, insanlarla, arabaların arabalarla, insanların arabalarla, arabaların insanlarla, binaların ilk önce birbirleriyle sonra bulutlarla ve yalnızlıkların yalnızlıklarla yarıştığı yerlerde; yüzündeki masumiyeti, soğuk evleri ısıtmak için feda edilen kömürlerin genzi yaktığı sokaklarda, ışıltılı bulvarlarda kaybetmemeye çalışan ve dahi incecik bir tebessümün sadakatine ve albenisine, aldığı nefes gibi inanmaya daima meyyal olan bir çocuk.

Bir yükselip bir alçalan martıların denize aldanması gibidir bu çocuğun ezelî aldanışı. Birbirini kovalayan akrep ve yelkovan gibi kendi hallerinde ve zamanın geçmesinden habersiz hınzırca dönüp duruyor uykusu ve uyanışları.

Aynalarda sarışın ve mahcup çocuk, öyle sabit, öyle huzursuz ve kuytularda örümcek ağlarından korkarcasına korkuyor kaderin ve insanların göze görünmez düşüncelerinden.

*

Gökyüzü yere yakın ve çürüyen bir parça et gibi mosmor. Geceler göğsündeki derin düşünceleri beslemek için karanlık değil artık... Bir pelte misali doygunluğunun içinden nemli ve soğuk bir parça yetiyor düşünceleri beslemeye... Çünkü varlık dramımız karanlığın lezzetine layık değil çağımızda... Karanlığın buruk ve asil lezzeti yerine soğuk, yapış yapış bir uyku mücadelesi, bir cinnet, bir serzeniş ve iğreti bir macunun içine gizleniyor düşüncelerimiz.

*

Sabaha karşı camları sarsan şiddetli bir yağmur. Az sonra kalın güneşlik ile perdenin arasından gözüken gri deniz ve sisler ardında uzanmış karşı kıyının belirsiz çizgileri. Yeniden uyunan uyku. Uykunun bir yerinde duyulan ve zeytin ağaçlarının ıslak yapraklarındaki yağmur damlalarını titreten kuş cıvıltıları. Nemli ten ve sabahın içinde uçuşarak iplik iplik tüm vücudu saran serinlik. 

*

Sovyet mimarisini andıran rutubetli ve boyası dökülmüş blokların zemin katlarından her an başlarını uzatacakmış gibi gelen, apoletleri görkemli ve toprak rengi parkalarıyla buyruk buyruğa bakan işe yaramaz adamlar ve hayattaki en büyük başarısı bir yerlerden kırık dökük bir koltuk kapmış olan ahmaklar arasında hınzır bir tebessümle duruyorum. 

*

Her şey aslında bir kumpanya havasında. Seçilen, alınan, anılan, verilen, görülen, duyulan her şey daimi ve renkli bir karnavalın bileşeni.

*

Olur olmadık zamanlarda içimde tüterek, beni her defasında mahcup ve biraz da mahmur kılan ilk gençliğimin masumiyeti. İlk gençlik, ilk idrak, ilk çile, ilk ölüm.

*

Baudleaire'in Paris Sıkıntısı'ndaki "Yoksulların Gözleri"ni ne zaman okusam ürperirim. İçimin bir yeri kara saplı kör bir bıçakla oyulur, oyulur... Öyle gerçektir ki bu metin, bir an etrafta gündelik yaşamı kayda geçirmek için onu izleyen bir çift göz var mı diye tereddüte düşer sonra etrafta bizi izleyen gözlerin aslında yoksulların kendi gözlerinin olduğunu anlarım. 

Tıpkı Baudleaire'in bu şahane metninde olduğu gibi yoksulların gözleri aslında etrafımızda dolaşmakta ve sisli caddelerde mahzun birer fener gibi cılız ışıklarıyla istikballerini aydınlatmaya çalışmaktadırlar. Onların istikballeri yüzlerimizdeki tebessüme, öfkeye yahut umursamazlığa gizlenmiştir. Onlar, yüzlerimizde istikballerini aramaktadırlar.

Ki onların gözleri bazen, halk otobüslerinin kirli ve geniş camlarından şehrin izbe mekanlarını izlemekte, kimi zaman sıvası dökülmüş derme çatma gecekonduların tahta kapılarının ardındaki karanlık ve rutubetli dünyalarından başlarını uzatıp yoldan gelip geçenlere bakmakta, bazen de bir gece vakti, cılız bir mum ışığına teslim ettikleri gözlerini, nereden çıktığı bilinmez uğursuz bir hastalığın ateşiyle ebediyete kapamaktadırlar. Cılız bir fenerin sönmesiyle ışığından -altında kahkahaların yankılandığı, nefes nefese sevişmelerle tenlerin birbirine çarptığı, beyaz nevresimler ve temiz kadehlerin berrak bir su gibi aktığı ışığından- bir şey kaybetmez dünya. Çünkü dünya buna ezelden beri aşinadır.

Köşe bucak saklanırlar kimi zaman onlar. Gelir eşitsizliği ve bazen de tüm mesuliyeti sırtlarına yükledikleri felek onları bir türlü rahata kavuşturmamıştır. Allı pullu şarkılarla oyalanırlar ve kimi zaman, allı pullu gelin olarak çıktıkları evlerine, alsız pulsuz bembeyaz bir kefene sarılmış bir halde dönerler.

Şafak sökerken yollara savrulurlar bazı günler. Bazı günler peşlerinde iki üç kara köpekle, çamurlu ayakkabılarını sürükleye sürükleye dönerler yuvalarına. 

*

Ağzında sigarasıyla Ukraynalı esir "Yaşasın Ukrayna" dediği için vuruluyor. Vurulmadan önceki umursamaz tavrı bana Kirillov'u hatırlatıyor.

*

Öfkeli rüzgarlar gezdi saçlarımda,

Yarım kalmış bir umudu,

Açık unutulmuş türbe kapılarında aradım.

*

Bazı ruh hallerimin köklerinin huzursuzluğa kadar uzandığını biliyorum. Biraz katı, biraz korkusuz, biraz da umursamaz haller bunlar. Yarım kalan bir şeylerin, temeli eksik -ya da eksiltilen- bir sezginin absürt bir dışavurumu.

 

*

Birbirlerinin varlığına karşı kendi varlıklarını, verdikleri konferansların süreleri ile ölçen, yani gocunmadan birbirleriyle sidik yarışına giren ve sakız fallarındaki düzmecelere benzeyen cümlelerindeki yarım kelimelerini sanki çok eski bir lügatten itinayla çıkarmışçasına utanmadan ortaya saçan mütefekkir bozmaları.

*

Denizin karanlığı ve insanı kendi seviyesinden yüksek olsa dahi tehdit eden dalgaları ile içimdeki aydınlık kırıntılarının telaşı az sonra bir münakaşaya dönüşüyor Biraz ouzo ve şarkılardan müteşekkil bir gecenin sabahı denizin kenarından bir yılan gibi süzülen otobanın üzerinde saatte 100 km'ye yakın bir süratle geri dönüyorum... Huzurla uyunan uykunun, hırçın ve soğuk bir rüzgarın taşıdığı yağmurla bir sonraki gecenin sessizliğine daha şimdiden sığınarak beni orada beklediğini düşündükçe, gün içinde yaşanan ve yaşanacak olan şeylere karşı sabrım onanıyor. 

*

Tekil olanın çokluktan usanması ile katı olanın akışkanlıktan, yıkık olanın sağlamlıktan ve bütün olanın parçalanmışlıktan usanması arasındaki farkı gösterememek dilin sınırlarını çizer.

Wittgenstein bu cümleyi duysa ne derdi diye merak etmiyor değilim.

*

Beni bulantılı ve safralı anıların ortasında mümkün mertebe temiz ve mütebessim çehremle bulabilirsiniz. Hem de öyle mütebessimimdirki, sanki yüz yıllık bir fotoğraftan bakıyorumdur. Ağır aksak, uysal ve berrak adımların yanımda yürüdüğü ve müddetli bir aşkın keyfini çıkardığı zamanlardır onlar. Ya da ölüm kelimesi dudaklarımdan çıkmadan öncesi son suskunluğumdur.

Olur da zamanda bir kırılma yaşanır ve sizler o anılarımı dünya gözüyle görürseniz epey şaşırabilirsiniz. Sarı, sıcak ve sineklerin inip kalktığı yağlı bir zeminin ortasında duruyor ve tebessüm ediyorumdur.

*

Katı, dişli ve zehirli yağmurun içinde, haki yeşil nubuk ceketimin kürklü yakalarını kaldırıp bir sigara yakarak yürüyorum. Şimdi göz kapaklarımı zorlayan bulutların ortasında hatırladığım eski bir erkek rüyasıdır. Hani o esrik, tutkulu, eril ve alev alev sızlayan avuç içlerinde biriken eski şiirler gibi. 

Su birikintilerinde gecenin günahları tortulanmıştır. Ağaçların nemli diplerinde simsiyah karga ölüleri birikmiştir.

*

O eski köprünün üzerinde fotoğrafım çekilecek olsaydı, fotoğrafta muhtemelen yoğun bir dumandan ibaret görünürdüm.

*

Tatminsiz hazlar, sinsi düşünceler, akıbeti çoktan belli ve bilinse, toplumla insanın arasını açacak olan gündelik, bilemediniz aylık ayartılar.

Bir insanın mahremiyetine çamur bulaşmamasının imkanı yoktur.

*

Düşüncelerim dere yatağının kenarından uzanan bodur ağaçların kaba saba yaprakları arasından ovaya süzülüyor. 

Mütemadi savaş, dolu bulutlar, aç insanlar, tok insanlar, yürüyen leşler! Gözlerimi hemen bu manzaradan kurtarıp içimin dar bir sokağına sapıyor ve gölgeli bir kuytuda ilerlemeye başlıyorum. İşte karşımda, bir tarafı yıkılmış tackapısı ve çökmeye yüz tutmuş kubbesiyle asırlık mabedim! İçeri giriyorum...

Burada "eski" ve "yeni" ahit yok. İnsanların arasında bir taş olarak değil de bizzat insan olarak yaşamanın saf hüznü var. Bu mabedin rutubetli duvarlarında, vazgeçmenin ve terk etmenin heybetli tavrını anlatan "gizli" ahit gece gündüz yankılanıyor.

Kulak verirseniz eğer bu ahitte eski ibretler yoktur. Zaman üstünde donup kalan ve her biri eski hayal kırıklıklarının boşluğa saçılmasına benzeyen soğuk kelimeler çınlar içinde. Korkudan ziyade dram vardır. Teselliden ziyade tecelli.

*

Keşke kimliklerimizdeki fotoğraflarda olduğu gibi yalın ve kimliksiz bakabilseydik.

*

Bir akşamdı. Karanlık çarşının içinde çocuklar gibi koşturuyorduk. Bir yerlere yetişmeye çalışıyorduk. Gülüyorduk. Gövdelerimiz birer buz parçası gibi dağılmak üzereydi. Yanından geçtiğim her şey siliniyordu adeta. Adımlarımın nereye bastığını bilmiyordum. İkimiz de süratle akan bir yıldız gibiydik.

Sürat ve ışık üzerine yeminler etmedik belki ama fiziğin kanunlarını mağlup kılabilirdik o akşam. Fiziğin, tabiatın, insanların ruhlarına çöken tortulu ahlak anlayışının ve kendimizin istikbalini mağlup kılabilirdik.

Şimdi oldukça galibiz. Sürate, ışığa ve yıldızlara dair elimizde bir şey kalmadı.

*

Her şeyin dekorlar önünde sürüp giden bir yalan olma ihtimaline karşı, acımın diğer herkesin acılarıyla mutabık noktalarını tespit etmeye çalışıyorum. Bir bakışın taşıdığı noksanlık, bir mahcubiyetin gizli telaşı...

Tarihin terk edilmiş mekanlarda söylenmiş bir yalan olma ihtimaline karşı, o mekanlara doluşturulan tüm hikayelere inanmak istiyorum. 

Ölümün bile insanın elinden tutmadığı güncel yaşamda, yağmur içen asfalt ve sisli ova manzalarında, mesela tenha sehir çıkışlarında, tükenmeye yüz tutmuş şeyleriyle birlikte yolculukların başı ve sonu olmayan gizemini hissediyorum.

Beni inanmak istediğim her şeye güçlü bir delilden ziyade, o girift örümcek ağlarına benzeyen teferruat inandırıyor.

*

Düşünceleri bir kutuda muhafaza etmek ile yaşamak arasında bir fark yok. İçimin devinen sarkacı düşüncelerimi muhafaza ettiğim kutuya, yani yaşamıma çarpa çarpa kıyamet kızılı bir sabahta tüm şehri uyandıracak!

*

Bir sabah uykusunda gördüğüm rüyamda, aynada kendisine baktığım yansımam bana bakmıyor, benden bağımsız bir şekilde hareket ediyordu.

Aynada gördüğüm bu yansıma ruhum muydu? 

Eğer öyleyse ruhumu benden sıkılmış tavrıyla, bir rüyanın içine gizlenmiş bir aynadan izlemek ne garip.

*

Küllü karanlık.

Islak uyku.

Yanlış yaşamak.

Son on saniye, yayın!

Yüzümün yarısını törpüleyen spot ışığı.

Kendi el yazımı okuyamayacak kadar kendi içimden uzağım.

Yüzü düşüyor aklıma çarşıların kuytularında, dilenci soluğunda, emek savaşında...

Yüzü düşüyor aklıma,

Kendi yılgın yüzüme rastladığımda.

*

Bahar geliyor ve ben her sabah aynı saatte, tıpkı geçmiş baharlarda olduğu gibi apartmanların arasından ancak bir kısmı görünen o dağ eteğinin çiçeklenmesini izleyeceğim.

*

Erosla Thanatos arasında gerilen ruhumun sathında kıpırdanan yaşamım.


Nisan

-Mezarlıklar yeşillenmeye başladı.

-Biraz erken değil mi?

-Ölüm gibi erken.

*

Daimi bir yolculuk üzere oluşumuzun kimselere duyurmadığımız ve aslında şehirlerin telaşı içinde saklamak için de hiç çaba sarf etmediğimiz gizli bir mahzunluğu vardır. Bir kapı önünde sırtında çantası ve kendisine büyük gelen yeleğiyle geride kalanlara tebessüm eden bir çocukluk fotoğrafıma bakarken bir kez daha anladım bunu. 

Henüz küçük bir çocukken tebessümle çıktığımız yolculukların yetişkinlikte amansız bir mahzunluğa dönüşmesi hayatın en büyük cilvesi.

*

Varlığını kutsallık ve gelenek üzerine yükselten bir iktidarın, maddeden manaya her şeyi çepeçevre saran hegemonyası karşısında, en yakın seçimde iktidara rakip olan ittifak adayının seccadeye basarken servis edilen fotoğrafı!

Bu bir parodi mi?

Oysa bu rastlantı, bizzat şahit olmasak inanacağımız türden bir rastlantı değil.

Eşyanın kutsal olan ile "sözde" ilişkisi, en soyut sancılardan, en bereketli yalvarışlara gebe dimağların, kutsallığı, eşyanın kesin çizgilerine hapsetmesinin tecellisidir.

Eşyanın kutsal olan ile "sözde" ilişkisi kutsalın kendisine değil, onun izine duyulan köklü bir hassasiyetin dışavurumudur. Uzam içerisinde kutsalın tecelli ettiği yer ve onun tecelli etmesi için gerekli olan donanım, aslında kutsalı indirgeyen ve aynı zamanda onu sınırlayan unsurlardır bir yanıyla.

Kutsalla ilgili her şeye insan bilinci karıştığı andan itibaren, onun, dünyanın kızıl çamuru ile kirlenmemiş olduğu düşünülemez.

Ve nihayet eşya, yani misal olarak mevzubahis seccade, inayet ve hidayet dolu iktidarın tanrısallığını yeniden pekiştireceği bir seçim sonrası kullanılmak üzere ayaklar altından kurtarılıp halka afişe edilerek kendisine atfedilen kutsiyetin skandalını yansıtır.

*

Mendilci çocuk bir çay içmek için oturduğu çayhanenin taburesinden hafifçe eğilip kaldırımda minik adımlarla sıçrayan serçeye baktı. Hemen sonra yan taburede oturan kasketli adama dönerek tebessüm etti. Adam çocuğun tebessümüne donuk gözleriyle cevap verdi. Az sonra çaycı, çocuğun çayını getirdi, çocuk cebindeki paraların arasından yıpranmış bir onluk çıkardı ve çaycıya uzattı. Çaycı asık bir suratla parayı aldı ve çocuğun açık bekleyen minik avucuna para üstü olarak bozuk paraları fırlattı adeta. 

Çocuk buna dikkat etmedi. Çayına atmak için şekerleri kağıtlarından sıyırırken etrafı izledi. Donuk gözlü adamın sigara içisine ve bana baktı. Çayından ufak bir yudum alıp suratını ekşitti. Biraz da ürkek bir şekilde çaycıya seslenerek: "Abi" dedi "Çayı alabilirsin". 

Çaycı, çocuğun önünden ağzına kadar dolu çayı aldı, hiç bir şey sormadan arkasını dönüp gitti. Masanın bir köşesine iliştirdiği mendil paketlerini avucunda toplayarak kalktı çocuk. Kalkarken taburenin birine takılarak düşecek gibi olsa da kendisini toparlayıp alelacele düzeltti tabureyi. Baştan başa mahcubiyet kesilen gövdesiyle caddenin kenarından akan kalabalığa karışarak gözden kayboldu.

*

Attilâ İlhan'ın "Kaptan" şiirlerini okuyunca kendimi nasıl da dışarıya atmıştım. Eski sızılar gibiydim.. Ama yine de yeni günlere bileniyor, yeni akşamlar bekliyordum.

Sonra Ulucami’nin etrafından dolaştım...

Eski bir ahmaklığımın utancından dolaştım.

Gözlerim otobüs duraklarında sönüyordu,

Başımdan kızıl bir akşam dökülüyordu.

*

Ağzında sönmek üzere olan bir sigara ile kendini yatağa bıraktın. Sanki çok uzun zamandır aralık gibi duran pencerenin ötesinde güneşli bir akşamın göğsünde uçuşan kuşlar, sıvaları dökülmüş apartmanlar ve kurumaya yüz tutmuş ağaçların çıplak, cılız ve sivri dalları vardı. Bu dallar yükseldikleri göğün canını acıtıyor olmalıydı. Ya da sana öyle geliyordu.

Metallica'dan "Mama Said" kaçıncı kez çalıyordu? 

Saymadın. 

Güzel bir şarkı gibi akan günlerinin içinde dalgalanarak, kimi zaman tutkulu, kimi zaman pişmanlık dolu, kimi zaman yanlış ve kimi zaman doğru şeyler yaşadın. Ama her ne yaşarsan yaşa bir türlü yanlışa ve doğruya inanmadın.

Bir türlü istediğin gibi, bir türlü onların istedikleri gibi olamadın.

Sanattan, incelikten, güzellikten ve melankoliden iyi anlardın ama hayatın, sırtına bir tuz çuvalı gibi bindirdiği varlık ve onun durdukça sırtını paramparça edişi dayanılmaz bir saçmalık gibi gelirdi sana. Haklıydın.

Saçmalıklar büyüyordu.

Saçmalıklar bir meyhane dilencisinin dilinde, bir parça huzur muhtacı ihtiyarın ellerinde, bir uykunun bölünüşünde amansız büyüyordu. Bir güvence ve bir yurttaşlık vesikası içinde taşınıyordu ömür. 

Sonra öldün.

Başında ancak bir saat beklenecek ve sonra ebediyete kadar unutulacak kabrinin toprağı kazıldı. Kabrinin içine varlık yükünü değil, paramparça olmuş sırtınla seni bıraktılar. Kanın binlerce yıldır kımıldanan toprağa sızdı. Toprak iştahla içti kanını.

O an kabrinin içinden bir ses verdin, duydular ve seni avutmak için: "Gitmiyoruz, seni bırakmıyoruz" dediler. Oysa seni bırakıp gidiyorlardı.

*

Yağmur yağıyor mu? Henüz belli değil. Birkaç ürkek damla düşüyor alnıma. İçimde palazlanan yalnızlık duygusuyla sabahın içinde yürüyorum. Elektrik tellerine sıralanan güvercinler ve büyük bir sis ardından tek tük görünen otomobil farları...

Zemin ayağımın altından kayabilir, başım dönebilir ve ben kendimi bu sabah, upuzun trenlerde, upuzun yolculuklar içinde bulabilirim.

Çünkü beni, şehrin sis tutması gibi bir buhrandır tutar. Çünkü ellerimi ısıtacak olanı, varacağım yolların sonunda umarım.

İyi şiirler okuyup, sabahın ilk kahvesini içeceğiz.

Kötü küfürler edeceğiz ve bir kez daha güleceğiz.

İki üç ahmak etrafımı müthiş bir yorgunluktan çıktığım vakit sarmaya niyetli. İki üç ahmak daima sohbet etmeye çalışıyor benimle. İçimi sabahlara, trenlere, ellerimin ısınma ümidine ve iyi şiirlere sakladığımı kimse bilmiyor.

Garip bir rüyadan, içinde yürüdüğüm sabaha ulaştığımı bilmiyor kimse. 

Ayıplanacak çaresizliklerimizi rüyalara gizleriz.

*

Bazı kitapların kapaklarını öfkeyle kapatır ve bir daha yüzlerine bakmak istemeyiz. Hatırlıyorum, bundan birkaç sene önce Nietzsche'nin "İyinin ve Kötünün Ötesinde"sini bir gece vakti hışımla kapatıp bir sigara yakarak, içimde ayartılmaya meyilli hislere ve anlaşılmaz olana duyduğum zafiyete yazıklanarak oturmuştum.

İyinin ve Kötünün Ötesini keşfetmeye cüretimi topladığım şu günlerde, o açık bir yaraya benzeyen kitabı yeniden elime alacak ve onu kendi yaralarımla kıyaslayacağım.

*

Çehreni başka ışıklarda görmek isterdim. Kısa, uzun, tutkulu, aşık, hain, sessiz, sakin, kalabalık, neşeli, uykulu, düşünceli, elemli ve yalnız çehreni. Her birini başka bir ışık altında, başka bir karanlıkta ve başka bir aydınlıkta görüp, kendime sonsuz bir acı kaynağı yaratabilirdim. 

*

Twitter filozofları adlı yeni bir güruh var. 

Bir de twitter şairleri ve mütefekkirlerini de unutmamak lazım.

Bana bunlar hep cama yapıştırılan çıkartma kağıdından mamul reklam afişlerini hatırlatıyor.

Şiirinden "baba" ve "at" imgelerini çıkarsak yoksun kalacak şair, fikrinden medeniyeti çıkarsak yalnız kalacak mütefekkir, okuma listesinden Cioran'ı çıkarsak bunalımını güncelleyemeyecek felsefeci.

Karnaval.

*

Akşam vakti, sokağın iki yanından akan eski evlerin duvarlarından birine simsiyah boyayla yazılmış şu cümle ruhumda ansızın açılmış bir yara gibi sızlar durur: 

"Çiçeklere aşağıdan bakmaya gidiyorum."

*

Harikulade şeyler, misal olarak toplu bir eğlence, bir çılgınlık ya da felekten çalınan bir gece bittikten sonra, herkesin kendi haz dünyasına çekilmesiyle birlikte tenhalaşan yerlerde kendi kendisine dönüp duran bir şarkının içinde kaybolma arzusu...

Sanıyorumki, insana lazım olan umursamazlık ve kendi seyrinde akmaya duyduğu mutlak ihtiyaç bu şarkılara gizlenmiştir. Bu şarkılar, kendi haz dünyalarında kıvranmak için kalabalıkları terkeden insanların, orada bir vakit bulunmuş (olmuş) olan varlıklarına duyduğumuz inancı diri tutar. İşitsel bir imge olarak tenhalığı geçmiş zaman ile doldurur.

*

Sabahın içinde eriyen gece, ürkek bir ışığa toplanan uykuları kaygısız bir uyanışa doğru sürükler. 

*

Bir tabloyu betimlemekten duyduğum yorgunluk. Eski bir evin hemen yanından ateş suyu akan gölgeliklerde dolanışım. Dağınık saçlarım. Sokak lambasıyla aydınlanan göz bebekleri. Tiyatrolar, konserler, filmler ve huzurlu akşam müsamereleri.

*

Caddedeki otomobillerin akışından bulduğum ilk fırsatta yolun karşısına geçiyorum. Yağmur yeni dinmiş. Su birikintilerinde saklanmış manzaralarımıza bir baksak, hepimizi tutarsız ve nevrotik bir Narkissos'a dönüştürebilir. Aslında bunu unutmak için yağmur sonraları telaşlanırız bizler. Bizler coşkun akan nehirlerden değil, birikmiş ve durgun sulardan tedirginizdir hep.

*

Tv'de sabah kuşağının olmazsa olmazı Reality şovlardan birine konuk olan bir aile oldukça dikkat çekiciydi. Aile, tıpkı kendilerinin ebeveynleri gibi doğan çocuklarına kimlik çıkarmamış ve mesele düğümlene düğümlene bugünlere gelmişti. Bu ilginç durumun yanında Reality şovun tanıtımında anons edilen şu cümle müthiş bir ironiyi de içermekteydi: "Dedenen toruna kimliksizlik..."

Burada mevzubahis kafa kağıdı cinsinden kimliksizlik elbette... Ama bu tabirin insanı geleceğe dair düşündüren müthiş bir ironi ihtiva ettiği de bir gerçek. Günümüz dünyasında -ömrümüz vefa ederse eğer- her birimiz geleceğin dedeleri ve nineleriyiz. Kuşkumuz yok, bunda hemfikiriz.

İster misiniz çağımızda hepimizi kuşatan mesnetsizliğin ve genellikle imajinasyona hapsettiğimiz benliklerimizin aslında gelecekteki sözde bir aydınlanışta büyük bir kimliksizliğin yansıması olduğu idrak edilince, yani her birimiz geçmişin ve geleceğin kimliksizleri olunca, neslimizin bize en ufak meyli bir misal mahiyetinde "Dededen toruna kimliksizlik" olarak yaftalansın.

Kabul etmekte fayda var: kimliksiziz ve gittikçe daha da kimliksizleştiğimizi, kendimize münhasır hususiyetlerimizi toplumun taklidi haline getirdiğimizi fark etmiyoruz bile. 

Sosyal bir varlık olan insanda toplum tesirini elbette yadsıyamaz, onu garip bir aksesuar gibi yadırgayamayız ama her birimizin şahsi hususiyetlerini oluşturan ve benliklerimizin içinde kıpırdanıp duran kendiliğimizi de büsbütün toplumun aynısı kılma çabamız büyük bir girdap.

*

Zamana göre oldukça saçma olan bir şeyi, hayatın içine bir eğlence diye katmanın kurnazlığı. 

Yüzlerde işporta işi samimiyet. 

Kendi yatağımda uyumadığım bol yağmurlu gecelerde, sokak lambasının içeriye sızan cılız ışığıyla tavana doğru yükselen kitaplığı izliyorum. 

Somurtkan toplu taşıma araçları, yalandan yıpranan diller. 

Güneşi görüp, hürriyeti ve ferah bir yaşamı kendime kazanılmış bir hak talep etmenin güncel sızısıyla ayakta durmaya çalışıyorum.

Bir adım sonra karşıma çıkacak yolu, bir gün sonra içime doğacak fikirleri ve mukavemet gerektiren tüm şeyleri bir çırpıda düşünüyorum.

Bilim, sürat, medeniyet, hoş kokulu kahveler, marjinal safsatalar, bir yerlerde içini kemiren sebepsizliğe hapsolmuş intihar erbapları arasında duruyorum. Bir yanıyla istifra etmemek mümkün değil. Sarpasaran olayların ortasında daimi bir ruh bulantısı içinde geri adım atmamak, hayret etmemek ve utanç duymamak mümkün değil. 

*

Şu Jazz'ın tınısı eski güzel geceleri çağırıyor olabilir. Ben şimdi mum ışığıyla aydınlanan ve yaprakları sararmış eski kitaplardan pasajlar okuduğumuz gecelerden bir geceyi dinliyor olabilirim. Deniz karşımızda kuduruyor, gökyüzünde belirsiz ve karanlık kuşlar uçuyor olabilir. 

Ben tıpkı böyle geceler gibi nice tınılarla hatırladığım geceleri bir teşrih masasına yatırabilir, onları ufak bir cımbızla didik didik edebilir ve bir zamanlar başımı döndüren kendi sevincimi yeniden bulabilirim.

Yeniden keşfedebilirim, bir elimi yastığımın altında yumruk yapıp uykuya dalışlarım ve ansızın açılan kapılara karşı duyduğum tedirginlik nereden tevarüs eden bir çıkmazdır bende. İstesem bulabilirim.

*

Kayalığın üzerinde rüzgara kanat çırpmaya hazır martı oldukça mağrur... Ayağıma çarpan su ile irkiliyor ve yarısı kumlar altında kalmış iskelenin karşısında doğanın verdiğini muhakkak alacağına dair inancımı besliyorum. Sudan adım adım uzaklaşıyorum.

Su ve toprak bizi verdi.

Sudan vazgeçtiğimizde toprak bizi alacak.

*

En ufak bir yaşam belirtisi, bazen bir ses, bazen bir kıpırtı, bazen bir gölge ve bazen de muhatabını iyi tanıdığımız bir satır yazı, insanı yaban bir huzursuzluğa sürüklemeye yeter.

*

Yozlaşmanın en büyük delaleti gürültü.

İşitsel olanın kutsiyete yakınlığı, yozlaşmışlığın gürültüsüne yenildiğinde iş işten geçmiş olacak.

*

Anomi beni, toplumun kalın kumaşından geçen şeffaf bir iğne kılıyor.

*

Yazılacak olan her şeyi yazmış olsak bile tükenişimiz her daim yeni bir mesele olarak zamana mukavemetini sürdürür. Tükenişimizi her saat, hatta her dakika yeni çehrelere bürünmüş halde görüp, aydınlık ve karanlık içinde onu tahrir edebilir, gelecek nesillerin tükenişine katabiliriz.

Vehimlerimizle, umursamazlığımızla, gerçekleşmeyen ya da gerçekleşen arzumuzla tükeniriz. Çelişkili görünse de olan ve olmayan her şey bizi tüketmeye muktedirdir.  Çünkü tükenişin kaynağı içimizdedir.

Bir bakıma tabiatın ve eşyanın kanunu da mutlak tükeniştir. Eninde sonunda tüm şişeler devrilir. Zaten devrilmek için vardırlar. Ateş söner, ses kesilir. Sönen ateşin külü tüter, kesilen sesten sonra dudaklar aralıktır. Mekanlar ise ıssız kalır.

Mutlak olan gerçekleşir.

*

Geçmiş tasarıların, geçmiş hazların ve yaşama zorunluluğunun bir yansıma halinde aydınlık sabahlarımıza usul usul yayılması... 

Ve bu kez, o sabahlardan bir sabah, içimizden düşen ve bilmem kaç bin parçaya ayrılan billur bir camın, mazimizi, felaket anlarında bir teselli olarak artık bize yansıt(a)mayacak olmasının yoksunluğuyla, bu kez mazisiz bir yaşama zorunluluğuna alışma evremiz...

*

Alacakaranlık sende büyüyor.

Öğlenleri ise ölümü hatırlar gibi olgun bir neşe ile hiçliğe yuvarlanıyorsun.

En ufak imla hatasından, en feci hadsizliğine kadar şahane bir harmonin var.

En muazzam çaresizlikleri kendin için seçiyorsun.

Gelecekteki yalnızlığına pay biçiyorsun.

Geçmişteki kalabalığını içinin duvarlarına resmediyorsun.

Şimdi koşabilirsin,

Ana kucağından çirkin şehirlere,

Tutkuyla yazılmış şiirlere,

Büyük saatlerin altında, zaman kadar sahici yanılgılara,

Pişman gibi yüzünle,

Ağdalı bir hüzünle,

Kendine sakladığın yaşam provalarını bir kenara bırakarak,

Koşabilir, koşabilir ve en sonunda çatlayarak ölebilirsin.

*

Kendimi tam tekmil ve parçalanmamış hissettiğim zamanlar nadirdir.

*

Yağmur karanlığı, ağır zamanın hüküm sürdüğü sessiz salona usul usul yayılıyor. Elimde Rilke'nin "Malte Laurids Brigge'nin Notları", okuyorum. Bu kitabın sayfaları arasında dolaşmak, Rilke'nin zihninin asil kıvrımlarında hayal ile gerçeği bir türlü ayırt edemeden dolaşmak gibi. 

Az sonra bir kahve içmek için koyduğum suyun kaynadıkça telaşlanan kıpırtısı salondaki sessizliği bozuyor. Kalkıp kendime bir kahve yapıyorum. Biraz daha okuyor ve uyuyakalıyorum. Uyandığımda yağmur karanlığı salonda yine... Zaman ise  oldukça hafiflemiş.

*

Bakıyorum da, bu seçim sürecinde ideolojik eğilimler geri planda. Bir bakıma bu iyi...

Tabiri caizse "Post-ideolojik" bir seçim sürecini ilk kez tecrübe ediyoruz.

*

Sanki bir yağmur damlasıydın... Boynun bükük, iki büklüm bir halde, Tanrı'ya her an yalvaracakmış gibi damlamayı beklerdin toprağına. Beni ezelî ve ebedî varlık dramına bu manzaran inandırdı. 

O gün bugün varlığımızın, tıpkı ağaçların gövdesinden süzülen iri yağmur damlaları gibi, ihtiyar dünyanın gövdesinden toprağa kavuşmak için süzüldüğünü hissediyorum ben. 

O gün bugündür tüm insanlığı, şiddetli bir yağmurun, ulu bir ağacın taze yapraklarında biriken ve vaktini bekleyen damlaları olarak, mahzun ve bedbin görüyorum.

*

Çehrelerinden, baldıran, dışkı, kan ve çiçek akan insanlar. 

Bir manzara önünden bin manzaraya,

Şaşkın gözlerle bakan insanlar.

Karanlık kuytuların ıssızlığında çarpan kalpleri,

Soğuk, alacalı ve rutubetli duvarlara kazınmış, 

Geçmiş nesillerin,

Bizlere vaatleri...

 

Kan kusar, kızıllanır, 

Çamurlarına bulanır sapa yolların,

Yaşamdan ölüme giden, erken vakitlerinde,

Dizlerinde yoksulluk kıpırtıları,

Göğüslerinde bereketi eski günahların.

*

"Ave! Morituri te salutant!"* diyerek ölmeyeceğimi biliyorum. Ama yine de bir selam ile göçüp gitmenin mahzun fiyakası üzerime son kez kuşandığım bir kılıç gibi beni ebediyetime uğurlasaydı...

Aslında gözlerimi açtığımda ve bana anlatılana göre eski bir beşikte yatarken annemle babamın ellerini üst üste koyup birleştirdiğimde de dünyayı ve dünya içine sığdırılmış tüm kutsiyeti selamlamak isterdim. Çünkü bu selam, dünyaya ve içine sığdırılmış kutsiyete karşı harika bir istihza ile birlikte mutlak mağlubiyeti kabul etmek demekti.

Şöyle bir bakarsak, mağlubiyeti baştan kabul etmiş insanların, mağlubiyet sebeplerine karşı takındıkları müstehzi tavır imrenilecek bir şeydir. Nasıl olmasın ki? Madem mağlubuz, başka neyin kıymeti var? 

Doğmak mağlubiyetini tattıktan sonra galibiyetin de bir kıymeti yoktur artık.

Dipnotlar

*Orjinali "Ave Caesar! Morituri te salutant!" (Selam sana ey Caesar! Ölmek üzere olanlar seni selamlar!) Roma'da gladyatörlerin savaşmak için arenaya adım atarken imparatora söyledikleri.


Mayıs

Uzun ayrılıklardan sonra bile uçsuz bucaksız göğün içinden geri döneceğimiz sizlersiniz, bizleri yorgunluğumuz ve böylesine muhtaç olduğumuz bedenlerinizin üstüne düşen başlarımızın ağırlığından tanıyacaksınız.

John Berger, Portreler, Caravaggio, syf: 109

Boş bir odada, boş bir evde olmak tedirgin etmez bizi. Ama boş bir komplekste, mesela içinde bizden başka kimsenin olmadığını bildiğimiz bir alışveriş merkezinde, bir otelde, bir toplantı salonunda tek başına olduğumuzu düşünmek bile içimizde garip bir vehim uyandırır. Kalabalık olarak görmeye aşina olduğumuz yerlere zihnimizin içinde giydirdiğimiz çarpıcı ıssızlık, ilkel bir emniyetsizlik duygusuyla bizi çıldırmanın eşiğine getirir. 

Huzursuzlukların en eskisi, büyük mekanlarda tek başına kalmaktır.

*

Metro istasyonunun merdivenlerinden karısının koluna girmiş bir şekilde ağır aksak çıkan kör adam... Kadının diğer elinde geniş bir çanta. Üstleri eski püskü... Merdivenleri çıktıktan sonra meydana açılan yolun hemen sağına doğru ilerliyorlar. Önümden geçerlerken ifadesiz yüzleri dikkatimi çekiyor. Kadın elindeki çantadan bir tabure çıkartıp kocasının oturmasına yardım ediyor. Ardından yere oturup, çantadan bir kaval ve metal bir çanak çıkarıp, kavalı adamın eline aceleyle tutuştururken bir eliyle de çanağı adamın önüne iliştiriveriyor. Bir bakıyorum ki, tasın içinde buruş buruş eski bir beş lira duruyor. Kadının bir gözüyle gelip geçen kalabalığı izlerken diğer eliyle parayı kimselere, hatta bana bile belli etmeden bu tasa koymuş olmasına, siftahsız bir işin pek de ilgi çekici olmadığını düşünmesine ve el çabukluğuna şaşırıyorum... Adam kavalını acı acı üflemeye başlıyor. Gelip geçen insanlarda ufak bir şaşkınlık. Kaval sesinin geldiği yöne şöyle bir bakıp yürümeye devam ediyorlar. Kadın adamın yanına çömelip bir elini yanağına koyarak, düşünceli olmaktan ziyade "düşünceliymişçesine" bilinmez bir noktaya dalıp gidiyor sonra. Yüzüne "acıdan" bir maske takmak isteyen insanın sefalet, kurnazlık, gariplik içinde çalkalanan ve toplumun merhametinden kendisine haksız pay biçen manzarası. Umut ile nefret arasında çarpan kalbimle sırtımı dönüp kalabalıklara karışıyorum.

*

Mekan ve zamanın içinde ufak bir çakıl taşı misali, o sonsuz, o ulvi karanlığa doğru düşüyorum.

*

Kuklalar... Düşkün, marazlı, elitist ve libidal şarlatanlar. Ama kendilerine göre oldukça fiyakalılar.

*

Yakamı geçmişin çamurlu ellerinden kurtarsam, geleceğin çılgınlık vehminden kurtaramıyorum. Ve en sancılı anlarımda, köşe başlarından dönerek donuk yüzleriyle karşımda dikilen ve o gün hangi menkıbe ve tavsiye revaçtaysa öğüt olarak yüzüme bir bir sıralayan bilgeler! 

Sıra beklemeyi bilmeyen yığınlar, tek kelimeyle hüküm biçip, düşünmeden yargılayanlar... Sadece başkalarının emeğini değil, yaşamını da sömürenler... İstediği şarkıyı çalmadığı için sokak sanatçısını bilmem kaç yerinden bıçaklayıp öldürenler...

Yakamı geçmişin yıpranmış ve titrek ellerinden kurtarsam, geleceğin metal rengi ve sıhhatli pençelerinden kurtaramıyorum. Ve en sancılı anlarımda her kapının açıldığı yerde dikilen ve yüzlerinde yapış yapış bir sırıtmayla beni kendi dünyalarının harikalığına buyur eden eblehler!

*

Misal olarak ihtiyar idealistlerin o el değmemiş inançlarına edilmeyen rağbetin insanlık tarihi kadar eski hüznü. 

Çehremi, göz bebeklerimi, ellerimi, sözlerimi sanki beni çevreleyen her şeyi, kendisini ifade edemeyen, mahzun kalmış insanların aynı anda yoğrulduğu bir teknede kaybetmek istiyorum.

*

Umursamaz, es geçen ve belli kaidelere sıkı sıkıya bağlı olmanın mesut safdilliğini inançla yaşayan başlara gıpta ile bakıyorum. 

Kendi içime şöyle baksam, görüyorum ki beni toprak boğuyor, hava boğuyor, su boğuyor.

*

Fransız usulü ufak bir cafenin camekanındaki kitapların arasında, gri kapağında Yakup Kadri'nin keyifsiz çehresi bulunan Yaban'ı görüyorum. Aklıma çok değil, bir yıl önceki yalnızlığım geliyor. Şimdi hazırım... Ben, ahşap kütüphanemin kuytularına gizlediğim o bir yıl önceki yalnızlığımı itinayla yerinden çıkarıp, kifayetsizliğin azap dolu çırpınışlarını selamlamak için yeniden ruhuma giyebilirim.

*

Mazot, kir, çamur, tükürük, ses ve kan.

Kendi söylediğini mutlak haklı bulan ve çok kutuplu bir haklılıklar kumpanyası arasında kıvranan insanlık.

Bu kıvranışı içimde hissediyorum ve sonra yağmur dokunuyor bana. Sadece bana değil, şehre, zamana ve uykuya dokunuyor yağmur. Pogrom gibi, zorba gibi dağıtıyor ince ince örülen her şeyi.

Kurumuş kana benzeyen bir sabahtan, rüya mavisi bir güne ulaşılır mı hiç? Yağmur diner mi? Kara bulutlar dağılır mı?

Sesimiz kabarır, boğulur ve söner.

Söner... Tıpkı arkasında aceleyle yazılmış bir mektup bırakarak kendini tren raylarına atan o genç kadının sönen sesi gibi.

O kadını birkaç saat konuştular ancak. Onu bilenler ve buhranının emsalsiz ağırlığının bir ucundan tutanlar konuştular sadece.

Sonra sustular.

Birden fazla haklılıkların gür sesi arasında, sesi sönenlerin ve susanların zamanıdır artık.

*

Öğlen vakti dörtyol ağzında, yağan yağmura aldırış etmeden duran sırılsıklam, çamur renkli bir köpek... Göğsünü kabartıp, nemli yüzünü yağmura  vererek kesik kesik ulumaya başlıyor. Olduğum yerde durup izliyorum onu. Ulumalarının kesildiği yerde zehirli bir nefes alıp yeniden başlıyor ulumaya. Huzursuzluk içime işliyor. Hemen gitmiyorum, acelem yok. Öğlen vakti beni bulan bu huzursuzluğun tadını çıkarmalıyım. Birkaç kere daha uluduktan sonra başını öne eğerek aheste aheste yürümeye başlıyor. Tereddüt dolu yılgın adımlarını, merak dolu adımlarımla takip ediyorum. Yürüyor, yürüyorum. Biraz sonra yine duruyor. Fark ediyorumki, durduğu yer başka bir dörtyol ağzıdır. Yağan yağmuru başında, gövdesinde, her zerresinde hissettiğini anlıyorum. Sırılsıklam bir acı bu. Dörtyol ağızlarında, kaybettiğini çaresizce arayan ya da akıbetini bekleyen bir can.

Bahar yağmurlarıyla olmasa bile, ateşler içindeki uykulardan uyanmış terli gövdelerimizin farkı yok bu köpeğin ıslak, çelimsiz gövdesinden. Her şey bir ihtimale gebedir. Rüyalar düğümlenir, çözülür ve gerçeğe karışır. Geçen her saat, dörtyol ağızlarında, hangi taraftan geleceğini bilmediğimiz bir belayı yahut inayeti beklemekle geçer.

Çünkü bir kadere sahip olmak, ne getireceğini bilemediğimiz bir dörtyol ağzında beklemekle aynı şeydir.

*

Bir gece vakti buğulu gözlerinin içindeki yıldız ölülerini sayarken bana sormuştun: 

"En çok hangi ressamı seviyorsun?"

"Caravaggio, çünkü gölgeleri severim" deyince nedendir bilmem tebessüm etmiştin. 

Şimdi John Berger'in “Portreler'”inden, “Caravaggio"yu yazdığı o şahane bölümden okuyorum bizi. 

*

Nesne, özne ve tanımdan müteşekkil bir merhem, felsefî yaralarımıza sürülmek için hazırlanır. Umulan kesin bir şifadan ziyade amaç,  acıyı dindirmektir sadece.

*

Yemek bulmak için çöpü karıştıran bir adamı dikkatle izlemek; yaşama, galibiyete, uykuya ve cesarete karşı takınılan her tutumu değiştirmeye muktedirdir.

*

Bizler o kadar çok kutsiyetle doldurulduk ki; kutsiyetin, dünya olmadıktan sonra aslında bir hiç olduğunu fark edemeyecek kadar yanıldık. Kutsiyeti şahsi mülkümüz haline getirdik. Sokaklarda, tozlu raflarda, ekranlarda kullanma pratikleriyle birlikte kutsiyet pazarlanır oldu adeta. Kapış kapış gitti ve onu elde edemeyenlere ise ayıplayarak bakmaya başladık.

*

İmajlar tozlu camlardaki yağmur damlaları gibi. Damlıyor ve camın sathında ancak kendi mevcudiyeti kadar bir yol açarak usul usul ilerliyor. Zihnimizde bir vehim haline gelen kimi imajların bazen rüyalarımızda, bazen yürüyüşlerimizde, bazen en mahrem anlarımızda karşımıza çıkması bundan.

Ruhumuzun tozlu camlarındaki yağmur damlaları her zaman sanıldığı gibi berrak değil oysa.

Kirli imgelerimiz var.

*

Asimetri eşyanın mahremiyeti. Onun görünmeyen ve belki de hakiki yüzü. Düzenin içinde, görünen mükemmelin yanında, yaratılıştaki eksikliğin teşhiri...

Asimetri, simetrinin hudutlarındaki tertip edici tesire başkaldırıdır ve bu başkaldırıda dünya tarihi gizlidir.

Mesela doğumlar asimetriktir, ölümler de. Aşklar ve savaşlar da.

Kendisini çevreleyen genel nizamı, ani doğumlar, ölümler, savaşlar ve aşklar gibi bozar asimetri.

Kaderin asimetri ile gizli ortaklığının çocuğudur varoluş.

*

Rüyalarında kırık dökük mezar taşlarının arasında dolaşanlardan varlığı sual edin. Yokluk ile zayıf bir nefesin arasında salınan incecik ve narin çizgiyi size ezbere anlatacaklardır.

*

Annemle o zamanlar henüz kalabalık bir cafe haline gelmemiş Tophane yamaçlarındaki banklara yaz aylarında ellerimizde birer yıpranmış kitapla oturur, aşağıda akan otomobilleri ve insanları unutur, okumaktan yorulduğumuz zamanlarda ise büyük bir merakla, hemen ayaklarımızın ucundaki yuvalarına girip çıkan ve telaşla koşuşturan karıncaları izlerdik. Zaman nasıl geçerdi anlamazdık bile.

Bu bir nevi her şeyi unutma gayretimizdi.

Şimdi savruk başımla, şehrin küf kokan hangi köşe başında, hangi meydanda ve unutulup bir köşede kalmış hangi bankın hemen önünde, ufak kum tepeciklerinin etrafında kıpırdanıp duran karıncaların telaşını izleyip de unuturum yaşadığımı?

*

Eski Ermeni Kilisesinin bulunduğu sokaktaki cafelerden birine, kilisenin yıkık dökük taçkapısını izlemek için oturuyorum. Güzel bir piano sonatı yeni başlayan yağmura eşlik ediyor, oturduğum yerin üstüne gerilmiş brandaya çarpan iri yağmur damlaları, bozkırda koşuşturan atların yumuşak toprakta çırpınan toynak seslerini andırıyor. 

Kaldırımlar, üzerinde branda olmayan masalar ve karşımda yükselen kilisenin taçkapısının alınlığı da ıslanıyor. Tunçtan olduğunu hükmettiğim soluk kahverengi ve çiçek bezemeli kapının iki tarafında yer alan sütun formunda işlenmiş mermerlerin yüzeyinden süzülen damlalar hemen dibinde biten yabani otların yapraklarında toplanıyor. Kilisenin sokak boyu uzanan ve sıvasının dökülmemiş kısımlarından bir zamanlar sarı olduğunu anladığım duvarının ardında yıkık dökük bir çan kulesi gözüküyor.

Güneş bir görünüp bir kayboluyor. Göründüğünde taçkapının mermer kıvrımlarındaki gölgelerde ıslak ve sarı ürpertiler uyandırıyor; kaybolduğunda ise kirli, ölgün bir beyazdan başka bir şey kalmıyor ortada.

Bir müddet izliyorum bu manzarayı. Piano sonatı bitiyor, çayımdan son bir yudum alıp kalkıyorum.


Haziran

Sessiz kaldığımız yerlerde büyüyen skandallara karşı, onları zamanı gelince bir nevi ıslah etmenin, yani yeri geldiğinde varlığı inkar etmeye kadar varabilmenin mesut vazgeçmişliğine kim katlanabilir?

*

Biraz da olsa düşünmeyi bilen bir insanın bazı geceler uykuya dalmadan önce kendisine sorması gereken soru şu olmalı:

Gözlerimi, bir daha açılmamak üzere kapatmadan önce göreceğim son şey ne olacak?

*

Şimdilik iyi niyetlerle ayakta tutulmaya çalışılan vicdan iş görüyor.

Ya sonra?

Şimdilik kapılar ardında konuşulanlara kulak misafiri olunması ayıplanacak bir şey.

Ya sonra?

Ya sonra arz çatlar, zaman istifra eder, gece bulanır, gök kanlı bir yara gibi damar damar açılırsa?

Oradan boşalacak olan her zaman yağmur olmaz.

Sıcak bir sudaymış gibi yaz mevsimlerinin kuytularında gevşeyen etimizi, kemiğimizi, zihnimizi emanet edecek bir yuvamız var mı şimdi?

Sonralar muallak.

Verilen verildi, alınan alındı. Kıyas ve pazarlık kabul etmeyen zaruri bir alışverişin esas kahramanlarıyız.
Yuvamız yok.
Yuvamız hiç olmadı.
Sonsuz yağmur ve sonsuz muallaktayız.

*

İnsan ruhunun kat edeceği en büyük merhalelerden biri, bir gece vakti aynanın karşısına geçip, kendi yansımasıyla tıpkı bir yabancıymış gibi göz göze gelmesidir.

*

Yaraların lisanı da aynı değil. Kimse, kimsenin yaralandığı yerden konuşmaz… Her açılan yara, acıya başka bir lisan verir.

*

Sabahın ilk saatleri… Başımı mutfağın kapısına dayamış, günün ilk kahvesini içmek için suyun kaynamasını beklerken evimin salonunu izliyorum. Salonun perdeleri ardından içeri dolan sarı bir sabah.

Bu sarı sabah ilk önce pencerenin hemen yanında duran ufak çalışma masasında, sonra hemen yanındaki kütüphanede, sıra sıra dizili kitap kapaklarında ve en nihayetinde eski duvar saatinin tozlu camında dolaşarak yüzümün çizgilerine siniyor. Aynaya bakasım yok. Yerimden kıpırdasam, bu sarı sabah bir anda kaybolacak sanki… Gözlerimi kapatıyorum, göz kapaklarımın ardında gölgesiz, uykulu, sıcak ve bereketli bir aydınlık. Bu aydınlık, tarlada çalışana emek, fabrikada çalışana uyku, çarşılara kalabalık, meydanlara zaman, kimsesizlere şefkat ve ölüme yaşam demek.

Kahve suyu hazır. Kendime bir kahve yapmak için mutfağa giriyorum.

*

Sen trenin buğulu camlarında kendini görmeye çalışmadan önce kapıdan aceleyle çıkmış, vahşi bir yağmurun ve otomobil farlarının içinden sabaha karışmıştık. Ben o sabah uyanıp, geceden bir iz gibi odaya yayılan karanlığa bakınca şaşırmış, kalın ve tozlu perdeyi aralamış, sokağa bakmıştım. Sen uyuyordun. Ya da ben seni uyuyor sanıyordum. Sana seslenmedim, hiç bir şey demedim. Gece, sadece sabaha uzanan bir iz değildi çünkü o an. İçimize de kök salan ve gerçeklerin temsili olarak bizi yeni bir yolculuğa; mesela tren camlarındaki buğulara, bozkırlarda yalnızlıklara, dağ başlarında rüzgarlara ve otoyollarda virajlara çağıran mutlak bir yazgıydı. Uyanmanı istemedim. Ebedi gecemizin içinde yola çıkacağımızı bilmemeliydin.
Sonra uyandın. Yapacağım bir şey yoktu artık.

*

Tükenen her şeyin can alıcı zarafeti, geleceğe, hürriyete ve tabiata inandırıyor. Tükenişin şarkısını duyuyorum. Kayalara vuran dalgaların, martıların, sarhoş boşvermişliklerin ve gece vakti, başında avcı şapkası, ensesinde geleneksel tıbbın yara izleri ile gözlerimin içine bakarak beyninin içindeki tükenişini anlatan genç adamın sesini duyuyorum.
Hür bir şekilde tükenen devinim, zaman ve yıldızlar.

Ne hoş, ne zarif, ne müthiş şey tükenmek!

*

Kendimi şehrin uğultusundan kurtarıp bir köşede “Karamazov Kardeşler”i aralıyorum. Gözüme çarpan ilk cümle:

“İnsan soylu ol!”

Sadece insan, -işte insan!-
İşte akıl almaz dengelerin, müthiş çıkmazların, rutubetli kuytuların, diz ağrılarının, baş dönmelerinin, eski kapıların vazgeçişlerin ve şehirlerin bahtsız kahramanı, işte insan!

Bahtsızlığın içinde mağlup ama asil…
Her daim mağrur ama tedirgin…

Sadece insan soylu olmak insana yeter!

*

Sanki ben, Rojas’ın “La Miseria”sındaki gibi rutubetli ve üzerinde hasta bir kadının bulunduğu derme çatma yataktan başka bir şey olmayan o yoksul odada, gözleri yerdeki bilinmezliğe mıhlanmış, elini ölümün solgun elinin yanına koymuş o adamım. Başımın üzerinde çerçevelenmiş birkaç mutlu hatıra…

Tıpkı La Miseria’daki o adam gibi yalnızlığı ve ölümü duyarak; aslında geleceğin olmadığı, geçmişin ve şimdinin ise her an infilak etmeye hazır bulunduğu bir odada oturuyorum sanki.

Elim, kirden kararmış çarşafın üzerinde ölümün elini arıyor.

Aslında yaşamak böyledir. Çünkü hakiki yaşamda gelecek aslında hiç yoktur, olmamıştır. “Geçmiş” ve “şimdi” ise insanın içinde büyük huzursuzluklar gibi kıpırdanıp durur. Yaşamak böyledir.

*

Yıldızları kumsallardan toplayabilir, göğün ve denizin ilk mavisinde şarkılar söyleyebiliriz.

Karanlık odalarda, perdelerin arkasından sızan sokak lambalarının sinsi ışıklarıyla bölünen uykularımızı çocukluk rüyalarımızla avutabilir, toprağın, havanın ve suyun şiirini, adımızı duyduğumuz ilk sesten dinleyebiliriz…

Çocukluk rüyalarımızda ilk huzurumuz, -eğer duymasını bilirsek- toprakta ilk bereketimiz, havada ilk nefesimiz ve suda, aynadaki ilk aksimiz gizlidir.

*

Şehrin ara sokakları, şimdi gökdelenlerin birer birer yükseldiği ovaya açılıyor. Mesela şu eski sokağın caddeye çıkan yerinde bulunan zafer takının ardından şöyle bir baksanız; caddeden gelip geçen otomobilleri, caddenin karşısından aşağıya, ovaya doğru uzanan evleri ve en sonunda ovadaki gökdelen yağmurunu görebilirsiniz.

Hiç böyle bakmamıştım şehre…

Bu şehir ki, ilk gençliğin yaz akşamlarında tatlı bir hayal olur, başımda usul usul salınır, beni kelimelerin sıcak, taze ve rahat iklimine çekerdi. Bu tek galibiyetti bana. Gökdelenler ve sokak başlarında meçhul bir savaşın zafer takları yoktu henüz.

Beni eski taşlardan, yüzümü ulvi bir çağrı misali okşayan rüzgarlardan, köşe başlarından, sessiz hıçkırıklardan, umutlardan, inayetlerden ve kendi ruhumun kuytularından uzaklaştıran bu meçhul savaşın başlangıcı oldu işte…

Gökdelenler, otomobiller, dükkanlar olduğu yerde… Zafer takının altından, o meçhul savaşa değil de, ilk gençliğimin Pyrrhus galibiyetine nasıl körü körüne inanmış olduğumu düşünerek, alnımda bir ışık curcunası ve elimde bitirmek üzere olduğum bir kitap ile aheste aheste geçiyorum.

*

Bazı geceler kendi kendimize “Magna Carta” tesirinde yarınlar yaratmıyor olsak, yaşamanın ne denli zor olduğu gerçeğinin altında ezilirdik.

Bizi yaşatan kudret gecelerin içinde gizlidir.

İnsanlığın ilk çağlarında yaşamı, tabiatın geceye ait tehlikelerinden koruyan kaygı; çağımızda, uykusuz gözlerde yarına dair hüküm süren münferit sözleşmelerden ibaret.

*

Fabrikasyonun, mekanik sinyallerin, bilişimin tek düze, beyin patlatan üretkenliği ve çağrısına karşı; savrulan kalplerin, kapağı aralanan kitapların, mırıldanan şarkıların, “bir” olanın yumuşak ve sessiz çoğalışı…

Hodler’in yansıma kuramı gibi…

Bizi, çağın soluğunu her an ensemizde hissettiğimiz soğuk kıyametinden kurtaracak olan bu.

Misal olarak "Karamazov Kardeşler". Klasiktir elbet. Edebiyatın da son derece teknik bir hal alması yüzünden son yıllarda yazılan fabrikasyon, mekanik, tatsız ve çilesiz eserlere benzemez asla... Dünya edebiyat tarihinde misal olarak gösterilecek nadide eserlerdendir. Mükemmel bir yansıma ve çoğalma diyalektiği üzerine kurulmuştur. "Bir" olan ondan onlarca damara kavuşur ve bu damarın her atışında yoğun ve kıvamlı bir şekilde okuyanın şuuruna yayılır...

Fyodar Pavloviç'in benliği Dmitri'ye, İvan'ın benliği Smerdyakov'a, Stratez Zosima'nın benliği Alyoşa'ya yansır ve bu yansıma romanın gizli akışında, yani satır aralarında çoğalır. Bu çoğalış romandaki karakterlerin arasında her an çatışma yaratmaktadır. "Karamazov Kardeşler" her an yazılmaya devam eden bir roman gibidir.

*

Eski mabedin kapısına dönük perişan yüzün,
Çatlayan bir toprak gibi içimde bölünen sesin,

Gün bitmeden son bir kez yanında durdum.

Kamusal yalnızlıklar için yazılmış,
Yargıların ve sövgülerin şiiriydin,

Seni o gece son kez okudum.

*

Şehrin batısında yağmur yağmak üzereydi. Dağın başında dönüp duran bulutlardan anlıyordum bunu.
İçime düşen kurt çırpınıyor, beni bir bilinmeze sürüklemek istiyordu. Oturduğum yerde, eski defterime süratle şu satırları yazıyordum:

“Şimdi ben, başında bulutların dönüp durduğu, şehrin batısında yükselen o dağın kuytularında bulutlara yakın olabilir ve iplik iplik yağan o yağmurda bir ağaç dalı gibi temkinsiz ıslanabilirdim. Sığınacak bir kulübe bulabilir, o kulübenin içinde, gece yarılarında yalnızca insanın içine değil, tüm tekinsiz yerlere hücum eden korkularla baş etmemeye, hatta onlara teslim olmaya karar verebilirdim. Böylece tabiata ve kendime karşı tüm savunmalarımın beyhude oluşunu bir çırpıda kavrayabilir ve benim için yazılmış olan sırrın ucundan tutabilirdim.”

Kalemi elimden bıraktım. Masamın beyaz örtüsünde ufak ve siyah bir kıpırtı dikkatimi çekti. Bir karıncaydı bu… O an masamın üzerinde, bir dağ gibi sivrilen dolu küllüğün etrafında çaresizce dolaşan o siyah karıncadan bir farkımın olmadığını anladım.

İkimizin de, başında bulutların dönüp durduğu kendi dağlarımıza ve müthiş ıssızlığa ulaşmamız mümkün değildi.

*

Mutlak savruluşun içinde kendini yitiren / yitirecek olan birine istikamet sormanın beyhudeliği.

*

Sisin içinde çalkalanan yağmurun ardından görünen eski minareler, kızıl kiremitli çatılar… Belli belirsiz, sanki çok uzaklardan bir rüzgarın sırtında uçup da gelen simitçi sesleri.

Kaç adımda kurtulurum omuzlarımdaki yaz yağmurundan?

Beni kaç adımda karşılar bildiğim yüzler?

Bir sisin içinde çalkalanan yağmur gibi, uzaklardan yetişen bir ses gibi yaşayan bizler, şehirlerin içinde eriyip giden zamana karışmaya mecburuz.

Ebediyet zamanın akışında saklıdır çünkü.

*

Islak ve günün akşama dönen solgun ışığıyla parlayan istasyon merdivenlerine takılıyor gözüm. Parlak, ama gölgeli, pek gölgeli bir orman gibi…

Bu akşamüzeri güneş yüzünü gösterse daha hüzünlü olabilirdi her şey.

Gölgelerin içinde sarı, sivri ve kırılgan ışıklar her bakışta insanı masalsı bir aleme çeken hüzünlü bir efsuna dönebilirdi…

Olmadı.

Şehrin içinde, saptığım ilk aralıktaki ezilmiş dut kokusundan, sarmaşıklı duvardan, yolumun üzerindeki krem rengi apartmanın birinci katının penceresinden bakınan bir çift gözden medet umdum. Bayırı sökmeye çalışan beli bükük ihtiyar kadından sonra… Bir şeyler, şehrin ve aşina olduğumuz dekorun içinde bir şeyler, zamanın dışında farklı bir çehreye bürünmeliydi…

Olmadı.

*

Plastik sandalyede oturuyorum. Saçlarımı kesiyorsun… İçimden bir sigara içmek geliyor, bir de aynaya bakmak. Bir sigara içip, aynaya bakıp, sonra seninle bir yaz rüyasına dalmak için uyusak…

Kötü haberler gelecek. Kötü haberlerin içimi huzursuz eden adımlarını saatlerin tik taklarında duyuyorum. Karanlık odaya süzülen ışıkta, kıpırtısız perdelerde, tenlerimizde gizli bir ölüm var.

*

Nemli bir uykudan şehre karışmak ve son manzaranı görmek için mi uyanıyorsun? Doğrusu biten günler, beni, baş dönmesi ve oldukça sıcak bir buhrana çağırıyor. Bir de sen son manzaranı gördükten sonra hangi manzarayı görmek isterim bir daha?

Hatırlıyorum… Birkaç sene önce tam da bu mevsimde nemli toprak üzerinde baykuşların gündüz vakti ötüşlerini duya duya yürüyor, karşıdan, coşkun akan nehrin aşıp geldiği tepe üzerinden ağır ağır üzerimize ilerleyen yağmura karşı kendimizi tedbirsiz hissediyorduk. O gün duyduğum son ses, baykuşların ötüşü olsaydı, gördüğüm son manzara ise nehrin üzerinden gelen gri yağmur bulutları… Gam yemezdim. Nemli toprakta öylece uzanır, ebediyete kadar kalırdım. Fazla da bir şey istemezdim. Biliyordum ki, tabiat ortasında istediği gibi, hiç bir şeyden mesul tutulmadan ve bizzat kendi ölümüyle, kendisine göre ölürdü insan.

Günler geçti. Yağmurun üzerimizden geçişini anlamadım, sanki bir hayaldi… Baykuşlar sustu. Hiç ötmemişler miydi yoksa? Her gece uyurken başımın üzerinde yükselen duvar, ayak ucumda sabah güneşi, ellerimde uyuşukluklar kaldı. Tabiatta ölmenin sadece bir rüya olduğunu anladım.

*

Gece sabaha dönerken karanlık denizin üzerinde Zühre parıldıyor. Nedense uykuya dalmadan önce, bu yıldızın gece vakti yol alanları aldatacağını, onları kendi yollarından bilinmeze sürükleyeceğini düşünüyor ve hatta kendi kendime bundan emin oluyorum.

Bir boşluğa düşer gibi uyuyorum.

Uyanıyorum… Zihnimde yoğun ve karanlık bir sersemlik… Kahve içmeyi düşünüyorum. Koridorun sonundaki odadan uykusunun arasında kesik kesik öksürdüğünü duyuyorum.

Aynı şeyleri sürekli tekrarlıyorum.

Yola çıkıyorum. Bildiğim istikamette, yanılmadan ilerliyorum.

Gözleri, sabaha karşı denizin üzerinde gördüğüm Zühre gibi parlıyor. Bu yüzden gündüz yolda olduğum için seviniyorum. Durup durup, iç çekerek konuşuyor:

Hep aynı… Değişen bir şey yok… Değişecek gibi de durmuyor.

Değiştirme kudretinin kendisinde saklı olduğunu bilmediği için “Kutsal monotonluk…” diye cevap veriyorum.

Ya Zühre yıldızı, gece yolcularını yollarından; bir şeyleri “değiştirmek”, kutsallığı zedelemek için şaşırtıyorsa?

*

Kendi amacını, kendi icrasında gizlemiş ve kendisine böyle bir enigma kazandırmaya çalışan modern sanat gösterisi… Devrilen kırmızı kovaların büyüsü, kovaların devrilmesinden doğan sözde şaşkınlıkta gizli… Kısır performans… Çaylak Katharsis…

Neyse ki kırmızı kovaları değil, soyut yaratımlarını üst üste koyup, toplumların daimi hengamesinde bir eser var etmenin buhranını yaşayan ve sanatı salt bir ifade biçimi olarak değil de, insanlığın ortak mirası olarak gören gerçek sanatçılar var.

*

Sonuna kadar açık pencerenin ötesinde gecenin adımları duyuluyordu. Duydu ve kayıtsız kaldı. Düşmenin anatomisi, ışığın hızı, güzel kadınların, güzel göğüsleri geçti aklından. Geceye verecek bir şeyi yoktu onun... Gece ise her saniye biraz daha yaklaşıyordu. Birbirini kovalayan düşünceler içinde kendisini tüketse, geceye kayıtsız kaldığı gibi gece de ona kayıtsız kalır, yanı başından ona değmeden akar gider miydi?

Uyumak için varlığın esneklik ve hatta yeni bir sonsuzluk kazandığı geçmişi düşündü. Geçmişte gece böyle adım adım büyümez, gelir, yorgun ama her zaman itaatkar bir kadın gibi karnına sokulur ve onun cüssesinin yanında ufacık kalırdı.

Oysa şimdi gece yaklaşıyor, pencereden karanlık ve devasa başını uzatıp ona bakıyor.

*

Dünyaya ilk kez açılan gözlerin önünde yeni bir kıyamet yolculuğu uzanıyor.

Son kez kapanan gözlerin ardında ise tamamlanmış ve tekamüle erişmiş bir kıyamet saklanıyor.

Kıyamet, her an yeniden kıyamet! Dışsal ve içsel zaman arasında gidip gelen şaşkınlığın fani olanda kusursuz tecellisi!

*

Ihlamur kokuları insanı Allah'a ve yalnızlığa çağırıyor.

*

Sıcak ve tozlu kaldırımlar üzerinde bir su gibi süzülüp, sonsuz hüzünlere ve yanılgılara gitsem. Durduğumda bulansam, aktığımda arınsam. Hoyrat günler, sakin geceler geçse üzerimden.

Bir öğlen düşü.

*

O berrak, o nur topu gibi düşlenen masalsı varlık hayaline inanmaktan vazgeçtim ve hakiki varlığı; bir köşede kalmış, nemli, ağır ve sancılı bir baştan yolunup atılmış bir saç yumağına benzeyen hakiki varlığı iğrenmeden ellerime alıp: "İşte her şey bundan ibaret!" diyerek ilan ediyorum şimdi.

Kabul edilecekse daima beklenen ve saflığına inanılan basit inayet değil, hakikatin daimi iğretiliği ve zorluğu kabul edilmeli!

*

Bir bayram günü, ciltleri tozlu fotoğraf albümlerinden birinde rastladığım çocukluk fotoğrafım... Annemin kucağında, kolumu onun boynuna erkekçe atmış bir şekilde oturuyor, vakur gözlerimle fotoğraf makinesine bakıyorum. Kırmızı yakalı gömleğimin üzerinde rengarenk harf desenleri...

Eskiden harfler sadece gömleğimin üzerindeymiş. Şimdi öyle değil... Şimdi onlar birleşiyor, bir fotoğraf karesine sığmayan ıstıraplar halinde kelimeler, cümleler oluşturuyor ve böylece hayatımın en muhkem bazen de en ayan beyan kesitlerinden bahsetmiş oluyorlar. Onları yok etmek mümkün değil. Onlar ki, bekleneni olan gecelerin, korkulu uykuların, mutlu uyanışların, ilk aşkların, ayrılıkların, ibretlerin ve yakarışların biricik sığınağı.


Temmuz

Kalabalıkların arasında, üstü kapalı, insanların adımlarını hesapsızca attığı ve böylece kendilerini avuttukları eski bir çarşıda mesela; ya da bir mahşer yerini andıran meydanlarda, damarlarımda zamanın kıpırdadığını hissediyorum. Sanki bir boşlukta, benden yansıyarak içime doğru derinleşen tehlikeli bir boşlukta yürüyorum.

Şöyle bir düşününce, uzamın, yani uzayda bir biçime, bir yere sahip olmanın, sayılarla ölçülen emsalsizliğinden kaçmak için boşluk hissine mecburen sığındığımı anlıyorum. Bu, tıpkı aynalarla dolu bir odada çoğalan akislerle birlikte boşluk hissinin de büyüyecek olması gibi geliyor bana.

Çünkü aynalı bir odada, zaman damarlarda kıpırdar, kendisiyle fazlasıyla yüz yüze gelen insan, çetin bir vertigo kriziyle dengesini yitirir. Artık uzam yerine, büyük ve yansımalı bir boşluk vardır.

Mutlak ve aslında, emsalsizliğin mesuliyetinden kurtaran bir boşluktur bu.

*

Bazı öğle vakitlerinde, ıssızlıkla birlikte büyüyen yoksunluk duygusu, bizi yeni arayışlara sürükler. Aranan hiç bir zaman bulunamayacak olsa bile.

*

Ebedi dönüş… Terleyen gece. Aynalara dökülen yüzde ağrı. Bir daha görememe ve bir daha görülmeme korkusu. Güneşli ve parlak aldatmaca.

Sessiz delilik. Kıpırtısız yaşamak. Düşünülen yerde başlanan yolculuk.

İmajinasyon. Kendini yitiren, nesnesini yutan imajinasyon. Atılan adımda telaş. Sanayi ve kükürt dumanı. Yangın ve istila. Kan ve safra. Ses ve çığlık.

Karanlık çağın, arınmayı ve tükenişi bir sis gibi örten bu çağın, gövdelerde kanlanan izi.

Ebedi dönüş. Anne karnında ve toprakta ter. Ayna karşısında tebessüm. Görülene ve görülmeyene dair ne varsa kutsal gaflet.

*

Balkonun havalanan perdesinin altından odaya giren ve başlı başına bir yalnızlık olarak dolaşan beyaz kediyi, yattığım yerde mahmur gözlerimle izledim. Uysal adımlarla bana, saate, uykuya ve yeni doğan güne aldırış etmeden girdiği gibi perdenin tam havalandığı anda çıktı odadan.

Zamanın içinde gelişen, zaman dışına ait bir hayal gibiydi.

*

Aslında insanlığın gördüğü her şeye bir isim verme hastalığı, yaşamı büyük bir trajediye dönüştürdü. Yanılgılar isimlerle başladı… Aldanışlarımızın her birinin bir ismi vardı. Tuhaf ama, bizi, isimli yığınların arasında isimsiz kılan isimlerimizdi. İsimlerimizle sıradanlaştık.

Oysa isimsiz, izsiz ve hafif birer nefes olarak içimizdeki şeffaf boşluktan süzülen bir öğlen güneşini duya duya havada süzülebilir, yaşamı, kendi benzerliklerimizle eşit imkanlı bir bekleyişe dönüştürebilirdik.

*

Yaz sabahının ağırlığından kurtulmak için 1980 model kasetçalarlı radyomu açtığımda “Comfortably Numb” çalıyordu. Tebessüm ederek pencereye yöneldim. Bu tesadüf hoşuma gitmişti. Karşıda, sıvası dökülmüş apartmanın çatısına konan güvercinleri, gördüğüm bu tuhaf manzaranın sol tarafında uzanan ve yetiştikleri toprağa göre dalları bu mevsimde bir hayli gürbüz olan ağaçları izlemeye başladım. Güvercinler apartmanın çatısından, bu ağaçların dallarına konmadan geçmezlerdi. Daha önce de izlemiştim onları. Onların kısacık, birkaç kanat çırpışıyla hedeflerine ulaştıkları bu yolculuklarını muhakkak görmeliydim.

Kulağım radyodaydı. Comfortably Numb akıyor, o epik, o müthiş solo yaklaşıyordu. Süratle radyonun sesini biraz daha yükselttim. O an solonun ilk notalarını acımazca bölen radyocu, şarkının nostaljik tınısına göre oldukça modern ve bir o kadar da iğreti sesiyle günün haberlerinden bahsetmeye başladı. Radyoya istemsizce öfkeli bir bakış attım. Gözlerimi yeniden manzarama çevirdiğimde güvercinlerin bu kez ağaçlara uğramadan çekip gittiğini gördüm.

*

Devasa çelik kule. Ufacık ahşap mabet. Kepenkleri yeni açılmış dükkanlar, köşedeki ünlü şekerlemeci, meydanda yükselen heybetli heykel. İnsanlar…

Ben” diyor, “Hastaneden eve ambulans içinde dönerken doğrulmaya çalışıp, ufacık camlardan şehri görmeye çalıştım. Yatağa mahkum olduktan sonra şehirde neler değişti diye merak ediyor, insanları ve hayatın her günkü sıradan akışını görmek istiyordum…” Gözleri dolu dolu ekliyor: “Ben kendi içimdeki zamanın durmadığına inanmalıydım. “

*

Kültür, nicelikten, estetik, mübalağadan bunalmış durumda.

*

Saatler önce biten keyifli bir akşam... Hangi şarkıyı dinlerken neyi düşündüm? Neyi düşünürken şarkılar söyledim? Bilmiyorum. Yalnız buzlu, acı ve beyaz sıvı incecik kadehlerin çınlamasıyla çalkalanıp iştahlı dudaklardan süzülürken gözümün önüne sen geldin. Burada olsan ne derdin, nasıl ağlar, nasıl güler, söylenen şarkılara nasıl eşlik ederdin?

Seni, olmanın asla mümkün olmadığı yerlerde düşünüyorum ve bundan her ne kadar acı olsa da gizli bir haz duyuyorum.

*

Yol, Tabiat Ve Kültürel Terk Edilmişlik: Assos Notları

9 Temmuz

Gidilecek yolun farkına varmak ve şu yağmurlu akşamüstünde kirli bir çanta ile yola çıkmak… Alkol kokan adam. Yanmayan çakmak.

Şehrin denize yakın kısmına vardığımda yağmur diniyor.

*

10 Temmuz

Yeni doğmuş güneşi arkamıza alıp, her seferinde biraz daha kıvrılan virajlardan domates kamyonlarıyla birlikte akarak, Batı’ya doğru gidiyoruz. Bir ara, sakin ve o saatlerde henüz beyaz olan denizin kıyısından koyu birer leke olarak uzanan tepelere bakıyorum. Bir şehri gün doğarken geride bırakmak, zamanın bir parçasını da o şehirde bırakmak gibi geliyor bana.

Köy mezarlıkları, yol kenarındaki ıssız karpuzcular, ölü hayvanlar… Çakıllı yolda sarsılan otomobil. Çadırlar…

Denize girilen ilk an… İlk ürperiş. Saydam denizin dibinde kıpırdanan balıklar. Gece vakti iskelenin ucundaki ebedi karanlık… Karşıda, tek tük ışıklarıyla seçilen ve geceyi sanki kendi heybetinden doğuran Midilli. Kıyıya sanki her vuruşunda biraz daha öfkelenen hırçın dalgalar. Saçlarımda uçuşan ve ancak iskelenin ucu kadar geride bırakabildiğim kara parçasından kopup gelerek sırtımı okşayan ılık rüzgar.

Göğün, denizin ve ufkun belirsiz çizgilerinden zorla seçilen uzaktaki karanın, aynı renk ve aynı esrarlı tavırla, zamana inat bir şekilde yoğun ve sonsuz bir karanlık olarak sanki dünya üzerinde aldığım ilk nefesmişçesine içime dolması. Dalga sesleri ile ulvi bir seremoni halinde etrafımda salınan yokluk. Bu yoklukta hudut yok. Sadece yıldızların ve yaşanmış zamanın “gerçekliği aşan gerçekliği” var. Yaşamanın bambaşka bir veçhesi…

Bu bir doğuştur. Sıcak kumların arasında gezinen örümceklerin, dikenleriyle yürüyen deniz kestanelerinin, bir kolu kopmuş deniz yıldızlarının, uzaklarda bekleyen evlerin, yankısız seslerin ve denizin her hamlesinde çözülmesi zor bir kimya haline gelen bedenlerin yeniden doğuşu.

*

12 Temmuz

Deniz üzerinde geceden kalma incecik bir sis… Eflatun bir rüyada tatlı tatlı mırıldanan su… Sabahın oluşuyla artan ısı, çoğalan sarı… Durgun suda şeffaf ve yalansız bir hayat gibi kımıldayan yavru balıklar. Açıklardan geçen balıkçı takaları… Uzaklardaki bahçelerden duyulan horoz ve köpek sesleri.

 

13 Temmuz

Biraz yeşil, biraz mavi ve sonra biraz daha mavi… Yaklaştıkça göz alan, kıvranan ve şehvetle köpüren dalgalar. Çadırın içindeki ılık hava… Dört mütebessim çehre… Zeytin ağacının altında sert bir sabah kahvesi ve iki dal sigara. Tende nabız gibi çarpan sıcaklık. Tozlu ayaklar.

*

Tabiatın sakinliğinden insan seline karışıp, oldukça kalabalık kordonun sağ tarafına serdikleri ıslak balıkçı ağlarını ve az ileride klarnet çalan genç adamı izliyorum. Takı dükkanlarını, dondurmacıları, çay bahçelerini dolduran insanların her birinin yüzünde garip bir uyuşukluk hali. Gündüzleri kırk dereceyi bulan havadan mı?

*

14 Temmuz

Assos Antik Kenti / Adatepe Köyü

Göğe eski bir dua gibi yükselen sütunlar… Vakti geçmiş ve şimdi ancak kadim olana “hürmet” ve kültürel terk edilmişlik duygusuna erişmek için ziyaret edilen antik kent…

Aristo üç yıl bu kentte yaşamış. Şu manzaraya, şu ölçüsüz ve akla sığmayan manzaraya bakıp da mantık üzerine bir şeyler söylemek büyük iş doğrusu.

Her bir taşın üzerinden biraz daha yukarıya tırmandıkça düşünüyorum da; adımlarımızda, bakışlarımızda ve merakımızda yükseklik hasreti daimîdir. Tapınakların ve diğer önemli binaların baktıkça baş döndüren manzaralara sahip olması kutsallık kaygısının en eski tezahürlerinden biridir.

Ebedi olanın fani olana karşı galibiyeti de, yükseklikte ve tıpkı Athena adına inşa edilmiş bu tapınağın şimdiki halinde olduğu gibi kültürel terk edilmişlik duygusunda gizlidir.

Zeus’un şimdilerde pek de rağbet edilmeyen altarının bu mevkide bulunması da tesadüf değildir şüphesiz. Çünkü Zeus mitolojide terk etmeyi bilen tek kişidir.

*

Ufukta nemin yüküyle dumanlanan hava, renklerin üzerinde bunalan aydınlık. Alnımızdan akan ter. Her birimizde eve dönüşün hüzünlü yorgunluğu. Sıcakla birlikte içimizde kamaşan yeni dünya. Evde uyunan ilk uyku… Rüyada gördüğüm kirli su. Damarlarımda akan yol ve tuz.

*

An gelir, dışımızdaki dünya ile öyle bir bütünleşiriz ki, yaz sabahının hüznünü, toprakta süratle yürüyen karıncayı, havada salınan nemi, uzakta toz içinde tüten uçurumu ve çoktan ruhumuzun yerini alan rüzgarı içimizden başka hiç bir yerde aramayız. Her şey kutsal addedilebilecek bir bütünlüğün içinde bizi de bu istemsiz serüvene katar ve sürer. Ölüm de ayrıl(a)maz bu serüvenden… O geldiğinde, onunla birlikte mutlak bir son da gelmiş değildir aslında. Bütünlüğün içinde nihai raddedir o ve içimizi dış dünya ile ayıran belirsiz çizgi, o raddede usul usul solar. Serüven ise devam etmektedir.

*

Merhameti olmayanlara daha çok merhamet etme eğilimi gösteririz.

*

Kendimi teferruatlı bir şekilde tahlil edebilmenin imkansızlığı. Manevi, soyut ve her zaman ucunda muntazam bir tekamüle erişme fırsatı bulunan o kadim yolun ıssızlıklarında, rüzgarın sırtında taşınarak gelen ve sonsuzca yankılanan “Kendini Bil!” emrine uymanın zorluğu da bu değil mi zaten?
Dünya “bilinecek” bir yer değil.

*

Bir yerde kaynağı belirsiz, hiç durmadan, süratle akan su, ağaçların en yüksek dallarına çarpan rüzgar, göz kapağında ağırlaşan rüya, söylenen şarkı, yükselen haz, şiddetli bir ağrıyla salınan baş, sonsuz hareket. Durup, kirlenmekten ziyade harekete kavuşup kendinden bile soyutlanan yaşam.

Sonsuza dek akacağım… Eve dönüşler ve güzel hatıralar gibi.

*

Eric Hoffer’ın “Kesin İnançlılar“ı, satır aralarında varlık dramının ve muhtaç olduğumuz o tutarlı hiçlik duygusunun yükünü taşıyor.

*

Bir eşik aşıldığında, bizi bekleyen bir başka eşiğin esas ehemmiyeti o an idrââk edilir. Bu, içinde bulunduğumuz şu bilinmezlik aleminin daimiliğine incecik bir misal.

*

Aynı şeyleri gevelemenin maskeli diyalektiği.

Toplum nezdinde bir hiç mesabesinde olan o büyük kültürel başarılar.

İçimde süzülerek tepeler, yokuşlar, dağlar ve uzun yollar aşarak bizzat benim olan zamanımın akıbeti mütemadiyen belirsiz olmaya mahkum.

Suda görülen her çehre, Narkissos’u andırıyor. Gün batımlarında ufuklarda görülen çehrem ise, öznesiz bir kıyameti.

*

Hayat hakkında hiç bir şey bilmemenin huzuruna erişmeye çalışır insan. Bu zorlu çaba sürer. Anlamaktan kaçmanın, kendi iradesini muhakkak başka bir şeye teslim etmenin kolaylığını arar daima.

*

Gün kıpırdanarak doğuyor. Yattığım yerde, uyku ile uyanıklık arasında duyar gibi oluyorum. İlk önce karanlık yerini solgun bir aydınlığa bırakıyor. Sonra tam bu esnada, belli belirsiz bir hareket, bir uzvun bir uzuvdaki titreşimi gibi bir hareket duyuluyor… Her gün tekrarlanıyor bu.

*

Us, kıvrak, tutkulu ve sıcak bir beden gibi, kendisine müteakip, tüm benliğimi de sürüklemek istiyor. Aynalarda yüzümü, yollarda izimi bırakamayacağımı anlıyorum.

Bir yıpranmış bedeni, bir taze umudu, virân olsa da yine de üzerinde çiçekler yetiştirmeye muvaffak olmuş bir dünyayı nasıl bırakırım?

*

Felsefenin reklamı değil, felsefe gerekli. Caddelerin kenarlarında, otobüs ve metro duraklarında, ışıklı afişler üzerinde yeni filozoflar görmeye ramak kaldı. Bu afişlerde yer alacak yeni filozofların gösterişli fotoğraflarının altındaki slogan da şu olur sanırım:

İşte, kimden kaptığı bilinmez imtiyazlarla, kısır beyinlerimize harika düşüncelerini sunma lütfunda bulunmuş bir milenyum sonrası yalnızı!

*

Her birimizin fotoğraf makineleri karşısında, yıllar geçse de unutulmayacak pozlar vermeye hazır hale geldiği bir yaşı vardır. O yaşa geldiğimi hissediyorum.

*

Meteorolojinin sıcaklıklar hakkında doğal afet uyarısı yaptığı Temmuz günlerinin bir hayli nemli gecelerinde görülen bir rüyanın içindeymişim. O rüyada ben, saçlarımda buğulanan kara kış ve yüzümde sakalımla, eski bir köy okulunun demir kapısından geçip, ağır ağır ilerliyormuşum.

O rüyada ben, ovalardan ve kar tutmuş patikalardan geçmişimdir. Dilimde çocuk kelimelerimle, yüzümde bin yıllık acılarla gelmişimdir. Ben gelince o rüya bitmemiştir.

Ve ezelî yalnızlığımızı görmek için, uzak ovalarda, kar tutmuş patikalarda bir sabah vakti buluşana dek bitmeyecektir hatta.

*

Çakılan çiviyi sök. Üst üste konulanı devir. Duvarları yık.

İçinde saklı kaosun ve her daim yalnız başına direnmenin sarhoşluğu seni kuşatacak.

Kendini, söylenmemiş kelimelerde, edilmemiş küfürlerde ve kokuşmuş bayalığın ortasında; göğsünün içinde çarpan o kudretli varlık yumruğunu korkusuzca sıkmış bir halde bulacaksın.

*

Terledim ve uykuya daldım. Uyandığımda kendimi çok değil, birkaç yaz önceki huzurumun içinde sandım.

Bir yaz daha geçiyor. Öğle vakitlerinde eğri gövdeleri ve devasa yalnızlıklarıyla uyuyan bahtsızlar bir gün gidecek. Manzaramda sadece, o mor bulutların arasından tek tük gözüken ve her biri sanki yerinden düşecek gibi eğreti duran yıldızların parıldadığı soğuk kış geceleri kalacak.

Annemin pişmanlıkları, yeni umutlar, eski uykularım, kuytu hazlarım, tutun elimden!

Tutun elimden, çünkü bir mevsimin geçiyor olması, dünya var olduğundan beri onda hüküm süren telafisiz şeylere bir yenisinin daha eklenmesi demektir.

*

Tasasız ve kolayca dalınan bir uyku, zamana karşı kazanılmış bir zaferdir.

*

Bir ayçiçeğinin güneş karşısında eğilmiş boynu intiharı hatırlatıyor.

*

Gerilen ve sızlayan kas.
Taşlarda serinlik, başlarda sersemlik ve ellerde yoksunluk.
Kirlenen gömleğim.
Uzaktan, reklam tabelalarının arasından gözüken deniz…
Sabah sekiz sularında pencereden baktığımda, üzerinde parlayan güneşle gözümü alacak olan deniz.
Sabaha karşı üç buçukta, bulutsuz göğün doğusunda öylece duran bir yıldız hakkında söylediklerimiz…
Rüyasız uyku.

*

Güneş battıktan epey sonra, bir vedanın hüznüyle dolan gözlerini gördüm sadece. Yıldızları izlemek için göğe bakmama gerek yoktu artık.


Ağustos

Bir otomobil süratle ara sokaktan geçiyor. Karşı pencerelerden birinde ağlamaklı bir çocuk sesi duyuluyor.

Bu sesler eşliğinde İnsanın Taşrası'nda dolaştıktan sonra, epey yorulmuş zihnimi adeta yeniden kılıfına koyup, tam manasıyla derin bir çaresizlik duygusuyla, öylece kıvrılıp beklemenin mecburiyetine teslim oluyorum

*

Bilmem kaç fersah denizin ortasında, bir o yana bir bu yana salınarak giden gemilerin içinde, ya da deniz kenarındaki bir şehrin, limana uzanan eski meydanında; yıllardır denizi gözleyerek bekleyen ve bir yaz gününün öğle sonrası, zamansız mucizeler gibi görünen uzak bir karaltının sevinciyle ürperen yüreklerdeyim.

Bir yerden bir yere gitmenin, ancak güneş vurunca kıpırdadığı anlaşılan ve kurak bir toprakta ısınan damarı bende saklı.

*

En katı inançlarımızın reddi bile, vadeli bir inayetin ümidini taşımaktadır.

*

Dışarıda kan kurusu gece, meçhul ölümler gibi uğulduyordu. Ben o eski koltukta oturmuş, içlerinde karanlıkların kıpırdadığı gözlerine ara sıra bakarak içimde büyüyen bir şiirle bunalıyordum. Sen karşımda susuyordun. Perdeler ağırdı ve sabahın erken saatlerinde bizi bekleyenler vardı.

Sana o gece yağmur gibi bir şiir okuyacaktım. Kan kurusu gece akacaktı kenar mahallelerden. Uğuldayan bir tek yağmur olacaktı. Her şey arınacaktı, arınacaktık. Olmadı.

*

Delişmen kahkahaların içinde gizlenen umutsuzluklar var. Büyük yaşamların içinde küçük ölümler var mesela. Sessizliğin içinde de çığlıkların olduğu söylenegelmiştir. Her şey var... Her şey... Kendimizden başka her şey var! Bir tek kendimiz yokuz.

*

Beni eski çocuk vecdimin içinde bulacaklar. En ufak ibretten misaller devşirdiğim o yılların içinde... Güneş alnımda, eski kelimelerle hüzünler tasarlayacağım yine. Ahşap cumbalı evlerin balkonlarından huzuru seyre dalacağım.

Hayli oldu o eski sokaklara gitmeyeli ve orada bir akşamüstü, kendim için sarı ve kutsal bir yaşam tasarlamayalı. Hayli oldu, eski abideler gibi yüzümü şehre dönüp öylece durmayalı. Zamana yenildim.

 

Zamanın, tüm berrak şeyleri silen bir yanı vardır. Gelir, geçer ve bizden arta kalan sadece, büyük ve ulvi sandığımız o hayallerimizdir.

*

Sen miydin tıpkı o akşamki gibi ...........'ın ufak kapısından birdenbire içeri giren?

O akşam benim içimde hala kıpırdanıp durur, baş edemem.

Ağdalı ışıklar içinde yanan yüzlerimiz vardı. Gözlerin neşeli ölümler gibi, tuhaf vaatler gibi büyüyor, sesin gittikçe kısılıyordu.

Çıktım. İnce gölgeler gibi kıvrım kıvrım yollarda süzülerek eve döndüm.

İsmini eski bir deftere yazmıştım. Birkaç gün önce gördüm.

*

Ateş kesilmiş ruhlarımızla, eski dualar misali göğe yükselmek için bahaneler ararken, gerçekliğin buz kesmiş duvarları arasına hapsolduğumuzu fark ederiz... Ve bu farkındalık, içinde bulunduğumuz dünyanın başımıza yıkılmasıdır.

İnsanın, yaşadığı müddetçe tecrübe etmek mecburiyetinde olduğu dehşetli gerçeklik; ulaşmasının asla mümkün olmadığı yerlerin hasretini daima yaşayacak olmasıdır.

*

Sesini akşamı çağıran kuşların sesinden seçebildiğime göre yaşamak konusunda epey yol kat etmiş olmalıyım...

Hem bu ayda doğmanın garip kuraklığı, hem güneşi hiç bir zaman içmemiş olmamın mahcubiyeti, hem de içimin o müthiş karanlığı... Neler diyorum?

Yolları bile seninle tanımış olduğuma göre, hayat hakkında dediklerimin bir kıymeti yok aslında...

Bak şurada, kırmızı binanın hemen yanında, -imgelemlerin gücü adına- biri yaşam düşürmüş...

Bak içimde, hani şu seni vedasızlığa yolculadığım durak ile kalbimin okuduğu her kitapta kıymetsiz çarpışı arasında bir yerde -ciltli bir şiir kitabına ya da bir cumhuriyet romanına öykünerek- el değmemiş yabancılıklar dağıtıyorlar.

*

Erkin Koray'a veda...

Dünyanın, her biri dakik bir kalp atışına benzeyen ölçülü darbeleriyle, tenimizde nokta nokta açan "İlahi Morluk"lar adına... Solgun ve bir tüy gibi eski fotoğraflarda yüzen gençlik çehrelerimizin ebediyette kavuşacağı huzur için, elveda...

*

Bir kabusun tesirinden dünya üzerindeki bir mantığı ve umudu hatırlayarak kurtuluyorum. Gözümü açtığımda etrafımda tüten gece...

Ayak ucumdaki pencerenin camlarına vuran sokak lambası, çok uzaklardan duyulan kedilerin kavgası.

Her şeyin her an tazelendiğine dair duyduğum solgun inanç beni, dünya üzerinde "yaşamış"lara katıyor çoktan. 

Beklenen şeylerin daima tekrarlanan ve hani eskilerin deyimiyle "mükerrer" olan şeylerden bir şey olduğunu hissediyorum.

Alnımdan akan teri defalarca sildim. Yine siliyorum.

*

............'da başına güneş geçmiş bir çocuk büyük bir gürültüyle istifra ediyor. Bir adam tesbihini sallayarak dolaşıyor ve bozuk ekranda o an yanıp sönen numarayı kontrol ediyor. Gözümü yerdeki bir noktaya dikip öylece kalsam... Benimle birlikte zaman da öylece kalsa. Ekranda çınlayan numaralar, asık suratlı ............ olmasa! Barkodlara, zamana ve mecburiyetin pek mübalağalı savurganlığına teslim şu insanlar da olmasa.

Bir ..............de uzak geçmişimizin tüm bilinmezliğini özleriz. Gelişen ve teknik de dahil mütemadiyen bir şeylerle yarışan şeylerin yanında, avcı-toplayıcı olmak ya da tripofobi gibi ilkel korkuları yeniden hatırlamak daha ilgi çekici gelir bizlere. Bir tek farkla...

Yalnız uzak geçmişimizde taktığımız o mistik maskeleri özlemek zorunda kalmayız... Çünkü yüzümüzde, ağırlıklarından dolayı onları bir süre sonra hissetmediğimiz o kalın ve bu kez medeni hatta fazlaca medeni maskeler daima mevcuttur.

*

Fizik kuralları aslında imkansızlıkların pekiştirilmesidir. Uzaklıklar gibi. Olmayacak şeylerin ispatı gibi.

*

Güneşe doğru yürüyorum. Güneşe... Ve aslında, daha ona ulaşamadan etrafımı saracak büyük yokluğa doğru yürüdüğümü biliyorum. Dünyada akan ilk göz yaşım, ilk duyduğum keskin acı, aynada kendimi gördüğüm ilk an, çocukluğumun hasta geçen geceleri, başımın yorgun bir su gibi sessizce anneme aktığı vakitler... Hepsi yanımda. Anaksogoras'ın sonsuz tözlerinden bir töz olmak, ya da Empedokles'in sevgi ve nefret etrafında devinen dört unsurundan müteşekkil bir fani olmak... Varlığıma dair ne varsa, bir cümlede açıklayabilirim güneşe yürürken. Dünya üzerinde gelmiş geçmiş milyonlarca ağustos'un içinde bir ağustosta doğdum. Milyonlarca günün içinde binlerce gün yaşayıp yürüyorum. Milyonlarca saat içinde yaşadığım saatler milyonu bulur mu? Bilmiyorum.

Yıldız tozlarından birkaçı gözüme kaçmıştı bir zamanlar. O zaman bereketin yanında, varlığı sürdüren gizli nabzın atışını duya duya uyumak istemiştim, hatırlıyorum.

Köhne odalardan geniş balkonlara ve oradan da bir yaşam savaşına ve oradan da en sinsi ve en kıvrak ihtimallere şahit olmuştum bir de.

Şimdi o büyük yokluk etrafımı yolumun neresinde sarmaya başlar bilmiyorum. Sadece güneşe yürüyorum.

*

Şeffaf, buğulu ve açık yeşil bardaklarda içine bir dilim limon atılmış soğuk soda. Havada birbirine dolanan kötü şarkılar. Birkaç gün yağmur vardı. Yazın sonunu çağıran yağmurlardı onlar. Bugün güneş var. Aynalar, akşamlar, aşk ve iyi niyet de var tabi.

Şimdi şöyle bir düşünüyorum da, gelip geçtiğim aynalar, başımda dönüp duran akşamlar, sesimde kırılan aşk ve iyi niyet temennileri arasından; kendimi öylece bırakıp, kendimi bir tohum gibi çatlamaya hazır kıpırdanan gerçeğin dönüşeceği ormanın kuytularına bırakıp, uğuldayan uykuların ve yağmur sonrası ıslaklığın içinden silip atabilir miyim?

Soğuk sabahlar şakaklarımda yeniden yuvalanacak.

*

Bu şehirde doğdum, bu şehirde yaşıyorum, nerede öleceğim?

Öleceğimiz şehirlerin ezelî yazgısıyızdır. Bütün yaşamlarımız öleceğimiz şehirleri beklemekle geçmez mi?

*

Aydınlık kimsesizliklerimiz var, biliyorum. Bir düşünün, siz de bildiğinizi anlayacaksınız. Geceleri devasa sokak lambalarının ve trafik ışıklarının aydınlattığı yollarda sarhoşlar, yanlış tutkular, zamansız ölümler ve yolculuklar büyür. Her biri başlı başına bir kimsesizliktir.

Tıpkı gece vakti aydınlık bir odada tek başımıza önümüzde açık bir kitaptan okuduğumuz kimsesizlikler gibi. Karanlıkta kalan kimsesizliğimiz yoktur. İstisnasız her kimsesizlik aydınlık ve apaçık ortadadır.

Aslında şu örtülü kural hep göz ardı edilmiştir: Gereksiz aydınlık ve apaçık ortadalık körlüğün yoldaşıdır.

*

Artık içimdeki zehirli sessizliği kimse bilemez. Ne şehrin eski meydanında ve ona inen yokuşta kurulan akşam pazarları, ne gelip geçen otobüsler, ne de şöyle bir omzumun üzerinden geriye baktığımda gördüğüm merdivenlerden inen tek tük insanlar. Kimse bilemez, yaz günü alnım ter içinde, bana ilişenlere sadece ufak bir tebessüm ile cevap veririm. Halimde her an yolculuğa çıkmak üzere olanların tedirginliği saklıdır.

 

Kimseler de bilmemelidir. İçimizde zamanın örtüsüne sardığımız ve gelecekte açılması mutlak olan sırlar vardır. Zehirli sessizlikler bunlardır işte. Boşluğa düşsek bile tutunuruz onlara. Düzen şöyle bir kendisini gösterir gibi oldu mu, zamanın örtüsüyle gizlenen sırlarımızı büyük bir utançla sırtımızdan indirir ve mahcup yüz ifademizle, insan olmanın bedbahtliğına sığınırız. Artık söyleyeceğimiz pek de bir şey yoktur.

*

Kendi ağını içinde taşıyan örümcek...

Günde binlerce adımın üzerine bastığı taş...

Beyaz güvercin ölüleri...

Gökyüzünde Venüs diğer gezegenlerin tersi istikametinde döner...

Ben diğer insanların tersi istikametinde yürümeyi severim.

Eğer yaşamak isterseniz, başınızı tuhaf ve hırçın bir rüzgara teslim etmelisiniz ve eğer yaşamak isterseniz ağını kendi içinde taşıyan örümceği, günde binlerce adım tarafından aşındırılan taşı ve beyaz güvercin ölülerini görmemezlikten gelmelisiniz.

Yaşamak isterseniz, Venüs’ün değil, diğer gezegenlerin sıradan istikametine meyletmelisiniz.

*

Çoktan ölmüş bir ressamın sanki bir kış gününü tasvir etme arzusuyla çırpınan fırçasından çıkan soğuk çizgiler misali uzanmış bulutlara takılıyor gözüm... Batan güneşle birlikte sadece uzun uzun gölgelerden ibaret tarlalar, ince gövdeleriyle en ufak esintide sallanan ve her biri puslu bir uzaklıktan görünen ağaçlar.

Şehre akşam çöktü. Daha birkaç saat önce, hemen sol yanımdaki perdede öylece duran kahverengi güvenin, sarı ve sıcak bir cehennemde tıpkı benim gibi bunaldığını düşünürken, şimdi çöken bu akşamda, o hırçın yağmurların yaklaştığını hissediyorum.

Yoğun ve macun gibi esneyen bir öğle vaktinde yoldaydım. Şimdi bir kış hayaliyle solan ve kendi içine sinen bir akşam vakti yine yoldayım.

Ruhum bir günde kaç mevsimi hissedebilir?

*

Doğrusu bazen bilim bana insanlığın bilinmez çağlarına ait ürpertici masallarına karşı sığınılmış bir tedbir gibi geliyor.

*

Hayatın sadece boşluktan ibaret anları vardır. Bir otobüsün ön camından bir gece vakti süratle akan kesik, ince beyaz çizgileri takip etmek gibi ya da bir sabah, tatlı bir uykunun arasında, o gün havayı yağmurlu sanıp yanı başımızdaki perdeyi araladığımızda güneşin daha yeni doğuyor olduğunu görmek gibi... Boşluktur bunlar. Büyük ve demir bir çark gibi işleyen zamanın içinden birkaç gaflet ve mesut yanılgı devşirmektir. O katıksız ve inanılmaz varlık sancısı böyle anların tesiriyle az da olsa hafifler.

Koskoca betonarme blokların minicik pencerelerinde akşam sigaralarını içen ve uysal karanlıklar içinden sokak lambalarının cılız aydınlığına varlığını teslim etmek isteyen; her birinin iklimi ve kendisini var eden sancısı meçhul, her birinin içinde günahları ve küfürleri meçhul, her biri, sadece birer tam tekmil yalnızlıktan ibaret olsa da, kalabalıkların içinde  daima güvenle gerinen ve kıpırdanan insanlar. Kirli çarşaflara haz dolu başlarını bırakmak isteyen, hayatın boşluktan ibaret anlarında sadece bir boşluk olma arzusuyla akmak isteyen insanlar.

*

Yanlış zamanlarda doğru düzenler... Ya da yanlış düzenlerde doğru insanlar. Şu dünyada olmakla gayet bedbaht olan ruhumu, en ufak teferruatın ve kabul görmüş en beyhude kaidenin önünde tutamam artık. Çünkü ne zaman, ne de başımızın üzerinde akıp giden hayatımız birbirine uyumludur. Savrularak, dağılarak ve dolgun bir göğsün içinde daima ama daima yenilerek gözlerimizi ışıksız bir mucize içinde kapatana dek, yaşamaktan başka bir şey yok elimizde.

*

Beyaz çadırların içindeki masalarda üst üste dizili kitaplar. Şiddetle limana vurdukça gecenin içinde bembeyaz ufalanan deniz... Beyaz, bembeyaz bir gece. Ahşap bir duvar saatinin benzeri olarak tasarlanan bir masa saatinin karanlık içinde zar zor seçilen nostaljik gölgesine bakarak uyumak. Uçuşan beyaz perdeler...

*

Bu çağın düşünce sistematiği, kavramları baş döndürücü bir yüksekliğe çıkartıp sonra onların orada sivri uçlarıyla birbirlerini kan revan içinde perişan etmesini izlemekten ibaret. İlginç olansa şu: Bu savaşta kazanan, baş döndürücü yükseklikten ilk önce düşen kavram oluyor. Çünkü insan düşüncesi ancak yaralı ve noksan bir kavramı idrak edebilme yeterliliğine sahiptir. Bakarsak görürüz; kavramlarımız hiç bir zaman tam tekmil ve sıhhatli değildir.

*

Bir insanın doğduğu gün değil de öldüğü gün daha cezbedici. Çünkü bir şeylerin başlangıcı her zaman hiç başlanmamış olmamanın ızdırabını çeker. Başlangıçlar pişmanlıklarla kol kola ilerler. Ama bitişler biricik ve keskindir.

*

29 Ağustos / Doğum Günüm

Benim için verilen bir çabanın beni dehşetli bir duyguya; mesela üryan kalmak gibi bir utanca ya da sessizlikten başka çaresi olmayan zarif bir hüzne sürüklediğini fark ettim. Sadece kendi kabuğumda, tütün tabakamla, kahverengi omuz çantamla, kahvemle, kitaplarımla ve saçlarımı okşayıp da beni eski masallara inandıran o tükenmez kutsiyet iştiyakımla, usul usul silinip kaybolmak bana yeterdi.

 

Aslında herkesin kendi doğumu ve çocukluğu hakkında söyleyeceği bir şey muhakkak vardır... Hiç kimse doğumu ve çocukluğu söz konusu olduğunda sessiz kalamaz. Yanılıyor muyum? Yanılmadığımı düşünüyorsanız vaktinizi almak pahasına da olsa içimi dökmeme izin verin.

Kimileri için eski ve bir daha yaşanması mümkün olmayan güzel zamanların özlemidir çocukluk... Kimileri içinse hayata atılan çetin bir adımdır. Hayatın herkese adil davranmaması en nihayetinde mutlak bir hakikat olarak nefes aldığımız müddetçe içimizde kıvranır. Mutlaka hissederiz...

Benim ise çocukluğum aklıma gelince, şöyle güzel bir yaz mevsiminin masmavi Bursa sabahları gözümde canlanır. Belki tam da tarihlerden bu günde, yani ağustos ayının yirmi sekizinci gününü yirmi dokuzuna bağlayan sabahta doğmuş olmamın tesiri vardır... Kim bilir?

Yaz mevsiminin Bursa sabahları dedim... Beyaz perdeler uçuştukça görünen mavi bir gök, iki üç sokak öteden gelen simitçi sesi... Sabah öğlene döndüğünde Nalbantoğlu'ndaki o eski kasetçilerin tezgahlarında sıralanmış kapakları renk renk kasetlere çocuk aklımla bakışım... Ulucami’den okunan ezan, Yeşil'de bir öğle sonrası dalga dalga çinilerde gördüğüm eski bir düş... Akşamları ebabil kuşlarını izlediğim balkonumda, Uludağ'dan kopup gelen ve o sarışın, o çocuk yalnızlığımı okşayarak geçen rüzgar... Uçuşan yapraklar... Göğün duru sakinliğinden usul usul sızan sonbahar...

*

Güneşi göğsümde saklamak mı? Onu bereketli bir kurtuluş ümidi olarak yarınlara taşımak istiyorum. Şimdi, yaratılış kadar eski bir kaynaktan doğduğunu farz ettiğim solgun bir aydınlık ve dudak aralarında dumanı çoğalan bir ayaz beni yeniden eski ölümlere inandıracak. Güneş beni kurtarır...

Little Dark Age!

Zerrelerimde samanyolu kıpırdanıyor... Ne olurdu biraz daha ağlayabilseydim. Beklediğim o ahşap ve küflü kapıların önünde sabredip oturabilseydim.

Belimde bir kitap dilimde zehirli fısıltılarla çarşıların içinden geçen eski bir hayal olabilseydim.

İçim kıvranmasaydı caddelerde.

Her birimizin yaşamının aslında başka yaşamlara zarar verdiğini keşfetmeseydim.

Gözbebeklerini biliyorum, etrafında kıpırdanıp duran beyaz bir kıyametle görüyorlardı beni.

Ne olurdu, çok eski ve bilge bir acıdan bakarak şu yılgın gözbebeklerimle ben de görebilseydim seni.


Eylül

İçimde, başlayınca bitmeye de başlayan her şeyin, mutlak geçiciliğine benzemekte olan bir his yuvalanıyor. Bitmek için başlayan bir film, hızlıca içilip, hemen söndürülmek için yakılan bir sigara, daha en başta sararıp düşmek için filizlenen yaprak ve sonunda ölmek için yazılan bir şiir… Hayatım, başlangıcıyla tetiklenen bir son gibi.

*

Yüzümü aynalara, gövdemi bir yolculuk sonunda varılan sabahlara, dönüp duran başımı acı gerçeklere, dudaklarımı itinayla seçilmiş kelimelere, tenimi yağmura ve bıçak gibi keskin bir ayaza çıkaran hep aynı imkansızlık hissi.

*

Küf rengi bir havanın içinden sızan sarı ve tatlı bir ışıkla ellerimi yıkıyorum. Gözlerimi girift çizgilerle sarmal sarmal büyüyen bir kaosun ortasında bıraktım… Nereye bakarsam bakayım, aynı şeyi görmekteyim. Bir şimşek süratiyle ansızın gelen kötü haberlerim var. Sesimi boğmaya muktedir duvarlarım, bazen ciğerlerimde boğulan nefesim… Bir de sabahları, her uyandığımda içimde tuz buz olarak kırılan ümidim. Geniş, tasasız ve ılık bir zamanda, beni bekleyen zaruri kıyametleri ve içimde acı bir safra gibi büyüyen varlığı unutarak, mesela bir dağ başı ürpertisinde ya da bir Rilke şiirinde, gözlerimi kaostan kurtarıp yeniden seni göreceğim günü bekliyorum.

*

Zaman ve mekan arasında uzanan ipler öyle bir gerilir ki, bir meczubun tebessümü o iplerin üzerine keskin bir bıçak gibi düştüğünde, artık infilak ederek kopmaktan başka çaresi yoktur. Geriye kalan ise, büyük bir felaket sonrası tozu toprağı üzerinden silkerek yeniden kutsal yaşama kavuşmayı dileyen ruhların, büyük bir şaşkınlıkla ayağa kalkma gayretinden başka bir şey değildir.

*

Çocukluk rüyalarımdan birinde çam iğneleri vardı, hatırlıyorum. Rüyamın tesiri olmalı, parmaklarımın ucuyla bu sakin yolun kenarında bulunan çam ağaçlarından birine istemsizce uzanıyor ve bir çam iğnesini yavaşça kökünden koparıyorum. Bu incecik iğneyi dudaklarımın arasına alıyor ve ellerimi cebime sokarak ağır ağır sürüklüyorum kendimi. Çam iğnesinin özünden sızan o buruk tat dudaklarıma yayılıyor. Yüzüm sarı ve tatlı bir akşam güneşinde yıkandığına göre batıya doğru yürüyor olmalıyım.

*

Akşam vakti insanların doldurduğu daracık sokakta adım atmaya çalışıyorum. Zonklayan şakaklarımda damla damla ter… Kalabalığın arasında, köşede bir kitapçı tezgahı olduğunu görüp aceleyle yelteniyorum… Birkaç kötü tarih kitabından başka bir şey yok. Kendimi yeniden kalabalığın arsız akışına bırakıp, neredeyse bir vecd haliyle adım adım ilerliyorum. Sesler büyüyor; kimi zaman keskin, kimi zaman daha tok seslerle havaya saçılan kelimelerin sıcak tenime yayıldığını hissediyorum. Ölüme dair en güzel şiir, kalabalıkta sarf edilen ve tenime yayılan bu tesadüfi kelimelerle yazılabilir.

Mahşer böyle mi olacak?

*

Seni ilk defa bir duvar saatinin altında dururken görmüştüm.
Ne tesadüf ki, yıllar geçse de hep aynı yerde, başka bir duvar saatinin altında varlığımı kanıyla besleyen o kutlu sebep oturuyor. O duvar saatini oraya yarım asır önce başka bir varlık sebebim asmıştı üstelik…
Bir ihtiyar, titrek elleriyle bana duvar saati şeklinde tasarlanmış nostaljik görünümlü bir masa saati hediye ediyor. Onu sana veriyorum.

Zaman benimle alay mı ediyor? Onu, akrebi ve yelkovanı arasında çelişen ve daima geçip gittiğini anlamaya mecalimiz olmayan o zehirli tecellisinden, içimize damla damla doldurduğu kendi pişmanlık hissine mahkum etmek isterdim. Ama sanırım o beni, geldiği an pişman olmaya vaktimin olmadığı o büyük ve nihai pişmanlığa, yani ölüme mahkum etmeye kararlı.

Bir saatin altında ölmeliyim.

*

Geceyi, kıvranan bir acıya ve dışarıda küfür gibi esen bir rüzgara teslim edip, ağrılı başı serin yastıklarda avutmak… Dünyanın en yalnız şefkatinde büyümek, bir su gibi kendi yolunda, sessizce akarak yaşamak ve dünyanın en kalabalık çaresizliğinde ölmek…

Varlık budur. Ağlıyor olmayı reddetmenin mağrur diyalektiği de dahildir varlığa; dalgınlıkla, bir ayna karşısında saatlerce kıpırtısız durmak da.

*

Aslında yaşam çetin gerilimlerin ve doğrulan, bükülen, yıpranan etin telaşıdır.

*

Karşımda oturmuş, bir akşam hüznüne boyanan gözlerinle yalnızlığından bahsediyorsun. Ben o yalnızlığı iyi bilirim… Güneşli bir günün sonunda, sarı bir otobüsün içindeki loş aydınlıktan bana doğru uzanan mahzun bir başın hatırasını, ılık yaz gecelerinde mabetlerin açık kapılarından eserek içime dolan o baygın kokuları, saat gece yarısını çoktan geçmişken, karşımda eski bir ifrit gibi dalga dalga uğuldayan denizi, başımda dehşetli ağrılarla saatlerce oturmayı… Altından kirli bir derenin aktığı eski köprüden geçerken, ufukta küf rengi bulutlara dalıp, kahramanca bir ölüme erişme hayaliyle kendimi bilinmezliğe teslim etme arzusunu… Sabahların uğursuzluğunda, yüzüme sert bir fırça gibi hoyratça değen yağmurlarda yürümeyi…
İyi bilirim, her biri benim eski yalnızlığımdır.

*

Yüzüm, sorduğu soruların cevabını duymaktan mütemadiyen çekinen, ama inadına keskin, hoyrat ve ruhu kendi ezelî sermestliğinden vazgeçmeyen bir adamın yüzü değil mi? O adam ki, söylediği, yazdığı, yaşadığı her şeyi artık bilemeyecek kadar, tıpkı delice bir baş dönmesiyle tüm mevcudiyetini yitirenler gibi göklere ve ölüme yakındır. Saatleri, günleri, ayları durdurmak ister, muvaffak olamaz. Sesini kalabalıkların şehvetli umursamazlığında, her daim tazelenen yeni yetme sloganların içinde yitirir. Nefesi istasyonlarda, duraklarda, bulvarlarda, aydınlık ve karanlıklarda kesilir, usul usul söner.

*

Mevsimin değiştiğinden bahsediyorsun. Bundan bahsederken yeni bir boyut demen üzerine itinayla düşünüyorum. Rüzgar camlarda kuduruyor. Sense beyaz bir ışık altında öylece duruyorsun. Gözlerim kitap raflarında dolaşıyor. Şimdiki umutsuzluğumu anlatacak yeni bir kitap arıyorum.

Rüzgar her şeyi kendisine katıp götürmeye muktedir. Sakladığım bazı boşlukları rüzgara vermek istiyorum. Tabiatın bu denli canlı olması ürpertiyor beni.

Yeni bir boyutta itinayla ölmek istiyorum.

*

Günlerden salı mı?

Paslı duraklarda, uzun bekleyişlerde, süratli adımlarda, tozlu pantolonlar ve kirli ellerde biriken bir şeyler var. Harabe halinde uzanan manzaralarda, yanlarında büyük ve yırtıcı iş makineleri bekleyen molozların içinde boz renkli tüyleri yeni başlayan uyuzundan dolayı boğum boğum olmuş bir köpek eşeleniyor.

Boşluk hissine mağlup olmayı düşünmeden yapamıyorum.

Güneşin ince, solgun ve titrek damlalar halinde tenimde çoğalan kıpırtısı, sesimde boğulan o mecburi, o sıradan kelimeler, gözlerimde sabah uykularının kabuslarını çağıran bir teslimiyet. Günlerden salı mı? Boşluk hissine çoktan mağlup olduğumu anlıyorum.

*

Sabah vakti iskeleden insanlar gelip geçiyor. Güneş yüzümün yarısına kurulmuş, yolcu bekleme salonunun bahçesinde oturuyorum. Deniz, karşıdaki tepelerde gizlenen bilinmez bir elden salınmış mavi bir şal misali sanki nazenin bir boyna atılmak için sabırsız, usul usul kıvranıyor. Garson yan masadaki talebe gençlerden bir dal sigara istiyor. Salondaki açık televizyonun yankılı sesinden “Ben Seni Unutmak İstemedim ki” diyen kadın solistin buğulu sesini duyuyorum. Güneş yüzümün yarısında eski bir yara gibi kurulmuş duruyor. Garson sigara istediği gençlerle afaki bir muhabbete girişiyor. Güvercinler kanatlarında bin çeşit renklerle etrafımda dolaşıp duruyorlar. Bir balıkçı takası o kararlı motor sesiyle iskeleye yaklaşıyor.

Müthiş yalnızım.

*

Büyük bir infilak halinde toz duman olmasını beklediğim ihtimallerin, bir anda çatlayıp ortadan ikiye yarılmasını beklediğim taşların, sarsıcı yolculuklarda sınanan sabırların, tozlu güneşle sabah vakti aydınlanmış eşyaların, uykulardan önce tasavvur edilen şeylerin ve vadelenmiş, ayartılmış, avutulmuş yaşamların, samanyoluna kurulmuş dev bir aynadan yansımalarını görüyorum.

Kıvranan bakır rengi ten, süt beyazı kudret, lastik gibi bir sarıya bulanmış korkusuz gerinen ecel, alnımda, fosforlu ve çalkantılı akıbetim.

Başım dönerse,
Dilim tutulur, saçlarım savrulursa,
İçimin sızısı büyürse,
Saatler aynı anda durursa,
Yollar karışırsa.

Ama biliyorum yaşam, en bereketli kısır döngü.

*

İhtiyarlayınca, hayalimde, seni tıpkı benim olduğun andaki gibi sadece taze ve genç olarak hatırlayacak olmak ne kadar acı.

*

Gecenin, yıldız yıldız aklarla ihtiyarlamış şakaklarına, ansızın gelen ağır bir sancı misali mor bulutlar düşürüyor yağmur.

Şimdi geniş bulvarların kirli kaldırımlarında uzanmış kıpırtısız bir gölgeden ibaret gövdelerde, alaycı ve baş döndüren ışıkların altında eski ve hüzünlü bir evin hasretini duyup, çoktan bilinmezliğe teslim olmuşların sessizliklerinde, nefesleri tükenene dek uluyan köpeklerde, ansızın davranan tetik ve inatçı ellerde, huzursuz uykularındaki rüyalarında diken diken bir hatırayı yeniden görenlerde, dünyasını dört duvar bir karanlıkta her gece yeniden inşa edenlerde, bacası tüten çelik çatılı, geniş ve gümbürdeyen fabrikalarda ağrıyan sırtlarını unutmaya çalışanlarda hep aynı his var: Zaman, aslında daha yavaş ilerliyor.

Geceleri, bir de yağmur varsa, ağırlaşıyor zaman.

*

Savur bu genç yaşını,
Eski bir uygarlıktan kalmış gibi,
Büyük ve öfkeli,
Yalnızlıklarla.

*

Çok erken…
Yol uzun…

Dün gece büyük buhranlarımdan kurtardığım cümleler hakkında düşündüm.
Şimdi sabahın uysal karanlığında kahvemi içiyorum.
Bekliyorum, ki beklemek, gidilecek bir yolu içten içe yürümektir.

Büyük buhranlarımdan sağ çıkmış yırtık ve perişan birkaç cümle derliyorum.
Birkaç cümle bazen sonsuz kere ölmektir.

Bu sarmal, bu Ouroboros cesareti, bu ihtiyatsız tavır, bu alkış, bu para, bu takdir, bu perde perde içimde yükselen ölüm…

Ne demektir?

Koca bir zaman gövdemde; hazza, acıya, duaya, yıldıza, açlığa, tokluğa varlığa ve yokluğa aşina gövdemde, öylece düğümlenmiş duruyor.

*

Meydanlarda, bir sefil, bir budala, bir serseri, bir meczup olmak ve her sonsuzluk vadeden hayalin peşinden ölümden kurtulmak istercesine süzülerek kaybolmak.

Yabancı birinin ölümünden haberdar olduğum bir sabah vardı; yağmurlu, puslu kasvetli bir sabahtı o. Şimdi o sabaha benziyor sabahlarım. Ölene yabancı olsak da, ölüme yabancı olamamanın mesuliyeti var sırtlarımızda.

Çünkü bizler, meydanlarda birer sefil, budala, serseri, meczup olan bizler, birbirimize ölümlerle bağlıyız.

*

Ama ben işaretlere açığım. Bakmaya devam ediyorum.”

Ben bakmıyorum. Akışa bıraktım, yaşıyorum. Bu akışta kendi sırrımızı imar ediyoruz.

*

Cennet bir öykünme biçimidir, cehennem ise bir kaçınma…

Başkalarının arzularına cennet hayaliyle öykünürüz. Kendi korkularımızdan cehennem hayaliyle kaçınırız.


Ekim

Kuru Otlar Üstüne Ceylan'ın sinematografik olarak en başarılı filmi olmakla birlikte, izleyiciye, filmin

akışındaki mevcut zamanın gerisinde, çoktan yaşanmış geçmiş bir zamanın öyküsünü sunuyor sanki. Belki de insanlığın ezelî ve dönüp durarak aynı imkansızlığı önüne getiren yazgısının bir tecellisi bu film. Filmdeki her çehre aslında ta ezelden beri yazgının, o katı, o buz gibi yakıcı beyazlığında sararmış, baharın gelmesiyle birlikte bir türlü tazeliğini ve rengini kazanamayacak olan ve her biri baştan mağlup olmayı kabul etmiş, beyaz bir hakikat olarak uzanan tabiatın içinden çıkan garip abideleri. Daha en baştan kurumuş olan otlar.

*

Ne zaman yazmaya kalksam, gözlerimin ardında kıvılcımlı, iplik iplik bir sancı salınmaya başlıyor.

Bulutlu havalara henüz alışamadım.

*

Uyku tutmayan bir gece... Dışarıda, pencerelere ağlarını ören yağmur. Bir o yana, bir bu yana dönüp dururken kurmaya çalıştığım kaçıncı hayal?

Tenim geriliyor, gerildikçe ılık ve kıvrımlı bir yaşamı, gecenin kıpırtısız ve bir süre sonra tekdüze yağmur sesini bile duyulmaz kılan derinliğinde tüm çıplaklığı ile hissetmek beni hiç tanımadığım acıların içine; mesela savaşta oğlunu yitirmiş bir annenin, toprakta çürüyen bir etin, kelimesi havada asılı kalan bir sesin ve ansızın kesilen bir nefesin yarım kalmışlığına katıyor. Ölümü ve yaşamı her zerremde tüm şiddetiyle hissetmek varoluşa karşı çareleri hiçe sayıyor şimdi.

*

Artık sadece bir yere mıhlanmış duruyor gibiyim. Eski gazapların insanı olduğu yerde sabit kılan dehşetini; rengarenk ekranlar, betonarme binalar ve elektronik sesler arasında duyuyorum.

*

İçine doğru burkulan, kapanan, kendi özünü muhafaza etmeye yeltenen bir hüznün içindeyim. Su birikintileri, çamurlu yollar, sabahları arka arkaya duyulan selalar...

Üç saat uyku. Üst katlardan bir yerlerden duyulan ve betonun içinde çınlayan çekiç sesi ile uyanış. Düğüm düğüm rüyaları karanlık koridorlarda yeniden yaşamak.

*

Hayatla yüzleşmek, "Gecen nasıl geçti? sorusuna verilecek cevaplarda gizli.

*

Kaç asırdır bu rüzgar böyle? Kaç asırdır toplaşıp gülüyor insanlar? Kaç asırdır her şey hep olduğu yerde?

Eskilerden bir el, günümüzün toprağına kendi çağındaki yaşam tohumunu ekmiş ve şimdi bu tohum maharetiyle tekrarlanan bir aynılığın içindeyiz. Krem rengi ve tuğla tuğla dizilmiş gibi duran alçıdan bir duvarın önünde, gözlerde aynı yılgınlık, seslerde aynı buğu, gövdelerde aynı ahenk ve gövdelerin üstündeki başlarda aynı yaşama hevesi.

Üzerine kitapların yığıldığı ve hepsinin üzerinde bulunan etiketlerinin yarı fiyatına satışa çıkarıldığı çelik tezgahın karşısında duruyorum. İnsanlık tarihinde kitapların karşısında duranların kaçıncısıyım? Kaç milyonuncu yafta, akşam vakti gayri ihtiyari bulunduğum bu eylem sonucu boynuma takıldı?

Hangi geçmiş neslimin yansımasıyım?

Yağmurla gün boyu ıslanmış caddenin kenarında üstü perişan, çıplak ayaklarıyla ve kapkara yüzüyle oturmuş genç bir adam... Yeryüzünde böyle bedbaht olmuş olanların kaçıncısıdır?

Kaçıncı kez dönüyor dünya? Başımız kaç kere daha dönecek?

Eskilerden uzanan eli bir yakalasam, onun toprak kokan bileklerinden kavrayıp da sorsam: "Ölenlerin kaçıncısı olacağız?"

*

"Eskiden seninle nerelere giderdik? Şehrin tüm sanat galerilerini gezerdik... Tophane'ye çıkar, kitap okur, karıncalarla oynardık. Aslında hep sessizlik arardık."

Sesine okul çocuklarının uzaktaki cıvıltıları dokunurken ihtiyar yüzünde hayal gibi bir hoşnutluk belirdi ve usulca söndü. Dere yatağının üzerinde büyümüş yabani otların, güneşli bir sonbahar akşamının serin rüzgarlarıyla kıpırdanan gövdelerinde ona verebileceğim bir cevap aradım. Yutkundum. Şehir gürültülü bir rüya halini alırken, geçip giden ömürler ve tükenen tüm gençlikler için üzüldüm.

*

Tarihi de, sanatı da, felsefeyi de artık sadece fenomenlerden ya fenomenleşmeye heves edenlerden takip ediyoruz. Artık birçok kişi, sanki kültürün ve bilimin nabzını kendilerine ait hassas duyargalarla duyup,  bilinmezlik içinden önümüze getiriyor. Ne lütuf!

Bilgi akışı, kendi seyrini, ışıklı bir yolun aldatıcı parıltısında kaybetmiş gibi geliyor bana.  Etiket ve meziyet arasındaki fark bir nevi... Bu meseleye dair "Baudrillardvari" şeyler söylemek isterdim ama çok da mühim değil.

*

Evden ansızın gelen bir yaşama ümidiyle çıkıyoruz. Güneşli bir perşembe sabahı, yollar henüz boş. Eski ve oldukça hareketli İspanyol şarkıları üzerimize yağarken Trilye'ye gidiyoruz. Kıvrılan her viraj sonrası sabun köpüğü gibi hafif ve tatlı bir sis ardından izlediğimiz süt mavi deniz. Az ilerideki Jandarma çevirmesinde duruyor ve birkaç rutin sual sonrası yeniden yola koyuluyoruz.

Eski evlerin cephe duvarlarına, kapılarına ve sanki her biri geçmiş bir zamana çıkan daracık sokakların girişlerine uzanmış şu sarı, kavruk, hareketsiz gövdeler yorgun köpekler midir yoksa sonbahar yaprakları mı? İlk bakışta anlayamıyoruz. Yol üzerindeki sağlı sollu kahvelerde kendi hallerinde oturmuş adamların arasından temkinli otomobil manevralarıyla limana ulaşıyoruz. Limana yığılmış büyük balıkçı gemileri...  Mavi sandalyeli, beyaz masalı, Ege kokan bir liman kahvesi bulup, denize oldukça yakın bir yere oturuyoruz. Ben tam bu satırları yazarken fotoğrafımı çekiyorsun. Hemen yanımızda kıvranan denizin mırıltılarını bir balıkçı takası bölüyor. Birden dönüp arkanda duran ve gelirken hiç dikkat etmediğim karavanları göstererek, çağımızdaki boşanmalardan bahsediyorsun. "Kadınlar erkekleri evlerinden kovdukları için bu karavanlarda kalıyorlarmış." Bunu da yazmamı tembihliyorsun sonra.

Hava bugün insanı varlığı sorgulamaktan vazgeçirecek kadar güzel" diyorsun ardından.

Kalkıp limanı boydan boya yürümek istiyoruz. Köşede doğal taşlar satan, yüzü de eski mermerler kadar tozluymuş gibi gelen yaşlı seyyar satıcıdan Lapis Lazuli taşından mamul bir bileklik alıyorsun bana.

Bu gece mavisi taşı hep sevmiş olduğumu söylüyorum. Şimdi her manzaramızda yer alan göğün ve denizin mavisi ile kolumdaki bilekliğin koyu mavisine dair düşünüyorum. Aklım bu taşın melankoliye iyi geldiğine dair birkaç cümle okuduğum günlere gidiyor. Şimdi gördüğümüz mavi ile içimdeki mavinin garip bir benzerliğini bulmaya çalışıyorum. Belki de mavinin, insanı her daim umut etmeye çağıran haline inanmak istiyorum. Sana kitab-ı Ahcar'dan bahsediyorum.

Denizi neredeyse kuşbakışı gören ıssız bir banka oturuyoruz. Solumuzda denize gölgesi düşen zeytin ağaçları... Ufuk çizgisinde kıpırdanan ve biraz sonra uzak bir yaz hayali gibi, birkaç ay evvel Ege kıyılarında yaşadığımız iyotlu bir yaz günü gibi üzerimize yağacak nemi görüyorum. Sağ tarafımızda yorgun bir kol gibi öylece bırakılmış kara parçası uzanıyor... Susuyoruz.

Bir tarafı aşklarına dair izler bırakmak isteyen erkek ve kadın isimleriyle karalanmış, bir tarafı ise kilisenin tuğla ve kaba taştan müteşekkil yıpranmış cephe duvarı olan dar sokağın sonunda bulunan kemerin altından geçiyoruz. Bayır aşağı, nereye gittiğimizi bilmeden iniyoruz sonra.

Dönüşte Yasmin Levy'nin sesinden son ses "Mal De'l Amor" çalıyor. Sadece yolu izliyoruz. Bir viraj sonrası yolun ortasında öylece duran iki köpek görüyor, yanlarından geçerken birbirimize bakıp tebessüm ediyoruz. Ardımızda bıraktığımız deniz, gök ve sanki güneşli bir günde, ağlamaklı gözlerin buğulu bebeklerinden ışık kırılmalarıyla usul usul büyüyormuş gibi gelen efsunlu mavi... Bu mavi ile içimdeki mavi, sanki bilinmez bir elin tuttuğu bir palette, iç gıdıklayıcı fırça darbeleriyle damla damla karışıyor. Reçetesi çok eski olsa da ortaya çıkan bu yeni maviyi kolumdaki Lapis Lazuli taşından mamul bileklikte taşımaya karar veriyorum.

*

Artık vahşetin gölgesi yok, kendisi var. Vahşetin imajı yok bizzat tecrübesi var.  Ve en kötüsü de, vahşet artık sadece belli bir zümre için değil; kadın, çocuk topyekûn insanlık için.

*

Mucizevi bir tezahürle, her an gelmesi umulan barışı beklemekten başka çaresi olmayan dünya, ihtiyar ellerini, asırların hoyrat rüzgarlarıyla kırışmış bedbaht alnına dayamış, dillerin, araçların, hudutların ve pek kolay harcanmak için icat edilmiş genel geçer kavramların olmadığı zamanlardaki ilkel sükunetini ve masumiyetini özlüyor. Şimdi dünyanın bedbaht alnı alev alev yanmakta ve hayal ile gerçeğin arasındaki farkı görmekten aciz, dehşetli sanrı ve vehimlerle umudunu günden güne yitirmektedir.

Dünyanın binlerce sene kendi alnındaki ateşle damla damla damıttığı kültür, söz, kıymet, huzur ve sükunet, şimdi bu düşünceli tavrıyla oturduğu yerde alnından ellerine, oradan gövdesine ve en nihayetinde pabuçlarının dibine süzülen çamurlu bir su birikintisinden başka bir şey değildir. Tüm mevcudiyete büsbütün yazık olması an meselesidir artık.

*

Gecenin ortasında, tahmini mümkün olmayan bir süratle ilerleyen ve dışarıdaki karanlığa inat içi oldukça aydınlık bir otobüsün camlarında gördüğüm yansımam. Gözlerim, titreyen ve parçalanması an meselesi gibi gelen bu incecik otobüs camlarında, dağ başlarında, insanın karşısına ansızın çıkıveren kuyular gibi karanlık ve derin.

Her ne olursa olsun senden bir mektup bekliyorum. Bir sabah, kapımın çalmasıyla içimde açılan büyük bir boşlukla birlikte elde ettiğim, her şeyin karanlığına dair atılmış başka bir imza olmalı mesela mektubunun sonuna iliştirdiğin imzan.

Duraklarda duruyorum. Dağ başlarındaki kuyulardan hakikate benzeyen karanlıkları toplamış gözlerim, gelip geçen otomobillerin farlarına takılıyor.

Beni sadece bu otobüste değil, gecenin içinde de duran eski bir yalnız, eski bir gözyaşı abidesi olarak, henüz aydınlık gözlerimle ve genç, oldukça genç yüzümle bulacaksın rüyalarında. Eski tuğlalar, eski soğuklar, eski huzurlar ve henüz kirlenmemiş eski dillerde, sana inayeti hatırlatacağım. Ki sana inayeti hatırlatmamı sağlayan o devirlerde ben, başımı merdivenlerin korkuluklarına dayayıp, başımı yeryüzüne ve gökyüzüne dayayıp, ellerimle çiçekler derleyip, gözlerimle dağ başlarındaki kuyuları arayıp dururdum. Buldum.

Sonra, İbrahim İsmail'e kastederken kurbanı göğsüme indirdiler. Yusuf'u gözlerime attılar. Musa'yı ince ince örülmüş bir sepetle içimin nehrine bıraktılar. İsa'yı yaralanmış sırtımda çarmıha geldiler. Muhammed'i kelimelerimle taşladılar. Beni büyük günahlarda çaresiz bıraktılar.  Şimdi bu otobüsten inip sana ulaşacağım. Her ne olursa olsun, senden beni anlatan bir mektup bekliyorum.

*

Elime bir fırça, karşıma tozlu da olsa bir tuval alsam ve otursam...

En derin karanlığın ortasında, bu dünyadaki ağrılı varlığımı, gece vakitlerinde ıssız sokaklardan bir hayal gibi geçip gittiğimi, sabahların bir tül gibi üstüme yayılan solgun ışığında gölgelenmiş çehremi çizerdim.

*

Kendime toplum içinde, bizzat toplumun gözüyle bakmaya çalışmamın, kendimi toplumun nesnesi olarak görmemin ve toplumda erimemin mahcubiyeti.

Kendisini tanımaya gayret eden bir insanın, kendisine büsbütün başka bir gözle bakmaya niyetlenmesi; içinde başlayacak ihtiras, kin, nefret ve utanç ile yüklü çetin bir savaşı kabul etmesi demektir.

Trenin, ötesinde hayatın aktığı camlarında kendimi izlerken bunu düşündüğümü fark ediyorum.

*

Islah etmeye çalıştıkları çürük yeşili dere yatağının toprağından iki güvercin havalanıyor. Ağaçların gövdelerinden sızan solgun aydınlık. Soldaki tepede kirli beyaz sis. Sisin ardında ince ince yükselen minareler ve evler. Güneş kadife gibi katmerlenen bulutların ardında. Dünyanın karnında kıvranan bir şeyler, çılgınca bir süratin doruk noktasında, akıp giden süreği bir çığlıkla kesecek gibi geliyor...

Ertesi gün sabah vakti uykumun arasında, ağırlaşmış göz kapaklarım şuurumun kuytularından çıkıp gelmiş şu cümleyi söylerken bir yara gibi açılıyor: "Bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi." Ezberimde duran eski bir şiirin parçası olan bu cümlenin söylendiği anı ve o andan sonra kağıttan kağıda, dudaktan dudağa çoğalışını süreğin canlı bir parçası olarak görmekten kendimi alamıyorum.

Pencereye bakıyorum, güneş katmerlenen bulutların içinden sıyrılmış, çırılçıplak ve sıcacık, gökte yüzüyor. Sis dağılmış. Dünyanın karnındaki kıvranan bilinmezlik dinmiş ve yerini, dingin bir havaya bırakmış.

*

Şebek bir karı koca, günlerdir nereden kazandıkları meçhul o boktan paralarının gurultusuyla kamuoyunu utanmadan meşgul ederken, bugün bir üniversite öğrencisi geçinemediği için yemekhanede intihar etti.

Kimin kiminle nasıl sevişeceğine karar veren din alimlerimizi bu adaletsiz sistemin reddine dair birkaç kelam ederken görmek isterim.

Kendisini, hep beraber milletin sinesine ağır bir yük gibi çöktükleri paydaşlarından daha çok din, vatan, hizmet ve adalet sevdalısı gösterme yarışında dürüstlük ve azim timsali olarak dolaşan siyasetçilerin de elbette.

*

Evimin üst katında oturan üniversite talebesi genç adam için...

Genç adam, dün saat gece yarısını çoktan geçmişken, yaklaşık yarım asırlık betonların arasından süzülerek odama gelen sesinizden anladığım kadarıyla yaptığınız telefon görüşmesinde pek hiddetliydiniz. Öfke her yanınızı sarmışken, uyumaya çalıştığım sıralarda bir o yana, bir bu yana savrulan kollarınızı ve kızaran yüzünüzü görür gibiydim yattığım yerde.

Olmuş olanın önüne geçemedik, olacak olanın da önüne geçemeyeceğiz muhtemelen. Her ne kadar klasik olsa da dünyanın kuralı hakikaten bu genç adam. Şimdi gecenin bu vakti, gençliğinizin verdiği ateşle kızaran yüzünüzü, her defasında boğazınızı yırtarcasına bağırırken kanla dolarak gerilen damarlarınızı ve henüz yolun başında sayıldığınız bu yaşta, içinize sığmayan isyanınızı dindirmeyi tavsiye ederim size... Çünkü eninde sonunda siz de bir gün benim gibi saat gece yarısını çoktan geçmişken, işkence gibi geçen bir günün ardından her renkten, sesten ve sözden kaçarak ana rahmi misali sığındığınız yatağınızda, aklınızdaki fikirlerle ıstırap haline gelen saatleri saymaktan yorgun düşerek uyumaya çalışacaksınız. Vakit, hem şimdi tazecik olan yaşamınız, hem de uyumak için çok geç olacak. Bir günün daha üstesinden gelmek yaşatacak sizi.

Olmuş olanın önüne geçemedik genç adam ve yarınlar da önüne geçemeyeceğimizi bildiğimiz olacak olanları taşıyor.

*

Sahafın eski ve tozlu eşyalarla süslü kapısının önündeki kutuda üst üste istif edilmiş kasetlere bakıyorum. Sezen Aksu, Mfö, Leman Sam. Dudağımın kenarında hınzır bir kıpırtı tebessüme dönüşmek için fırsat kolluyor. Soğuk geçen birkaç sonbahar gününün ardından yaz mevsimini hatırlatan sıcak bir gün. Kasetleri kutudan alıp alıp bırakıyorum. Gözlerimin önünde kasetçalarımın alt bölmesinde dağınık duran kasetlerim geliyor. Hangisi bende var, hangisi yok ufak bir tespitte bulunuyorum. Dudaklarımın kenarındaki kıpırtı şimdi uysal. Çocukça bir hissin sıcak bir hava ile büyüyen ve eskiye, ulaşılamayan bir eskiye benzeyen o hoş duygusuna kapılmamam mümkün değil. Saman kağıtlarım, kurşun kalemlerim, kasetlerim, eski Türkçe mecmualarım, asık suratlı ve güncel iken daima gaddar olan bir dünyaya karşı yazılacak bir manifestonun dekoru!

*

Dünya üzerinde yalnız ve çaresiz olduğumuzu hissettiğimiz zaman, savaşmaya ve çatışmaya meylederiz

*

Lambamı kapatıp, güneşin doğmaya başlamasıyla içeriye sızan ve dokunduğu her eşyaya garip bir yumuşaklıkla sanki geçip giden geçmişi yeniden bahşeden o solgun sarı ışığı izliyorum oturduğum yerde. Pencerenin ardında kıpırdanan ve eminim ki geceden kalma serinliğini tende anlık ürpermelerle insana ihtar eden tabiat. Bir zamanlar, bu sabaha benzeyen sabahlarda derin ve aslında üzerine düşünmeye hiç niyet etmeden teslim olduğum bekleyişlerimin olduğunu hatırlıyorum şimdi. Adını koyamadığım ve tarif edemediğim bir şey; dokunduğu her eşyaya geçmişi bahşeden bu solgun sarı ışığın, yeni yeni kıpırdanmaya başlayan tabiatın, geceden kalma serinliğin, yollarda tek tük geçen otomobil ve insanların içinden gelip beni bulacaktı, emindim.

Bulmadı. Bu bekleyişlerim hayatın telaşı içinde tesirini günden güne yitirdi sonra. O zamanlar daha gençtim.

Gençlik tuhaf bekleyişlerin umudundan başka bir şey değil midir zaten?

Bu sabah, bu solgun sarı ışığın içinde geçmiş zamanın bekleyişlerini hatırlasam da, yarım saat sonra her sabah ki gölgesiz aydınlık odaya dolunca tüm bekleyişlerin ne denli beyhude olduğunu hissediyorum.

Gençliğin geçip gitmiş olduğunu, bekleyişlerin beyhude olduğunu bildiğimiz zaman anlamaz mıyız zaten?

*

Düşüncelerinden kaçmak için şarkıyı bitmeden değiştir. Sonra bir şarkı, sonra bir şarkı ve en nihayetinde bir şarkı daha! Sana sanki ılık bir suyun içinde, gözlerini kapatmış da salınıyormuşsun gibi hissettiren o eski huzuru hangi şarkı hatırlatır şimdi?

Dün akşam bir saatliğine tedirgin bir uykuya daldın. On dakikalık safhalarla midenden boğazına yükselen garip bir sıvı ile bölünüp durdu uykun. Başının arkasında, hayır hayır, aslında başının tam da ortasında yani içinde, derinlerde bir yerde saçma bir sızı salınmaya başladı yine. Gözlerini tatsız bir akşama açtın. Dudakların kıpırdadı. Hangi şarkıyı söylemek istedin?

Birkaç gün önce sabah öğlene dönerken Bulantı'da Antoine Roquentin'in kafede dönmesini istediği plağı hatırladın: "Some Of These Day". Şarkıyı buldun, ona kulak verdin, içinde bir yerlere tutundu şarkı ya da sen ona tutundun. Geçip gitti bu şarkı da. Her şeye rağmen fazla neşeliydi.

Başka bir şarkı buldu seni. Ya da o sen onu buldun, muallak... Karanlıktı sabah. Ama az sonra yavaş yavaş içine bolca su katılmış bir kahve gibi açılacak ve hafifleyecekti. Black Sabbath'ın "Solitude" zihninde dönüp duruyordu. O vahşi ve alttan alta dönerek coşmayı bekleyen garip tını içinde kıvrım kıvrım dolaşıyor, pencereden gördüğün hala yanmakta olan sokak lambasının altındaki ağacın dallarında bir sabah esintisiyle savrulup duran ve dökülmeyi bekleyen kuru yapraklar içini kamçılıyordu. Olmadı, şarkı alttan alta kendi etrafında, kendi acısıyla dönüp durdu... Bir türlü coşmadı. Sert bir gitar solosu beklerken, kendi kendine dönüp duran tını usul usul söndü.

Geriye eski bir çıngırağın ve aydınlanan günün ilk ışıklarında cıvıldamaya başlayan kuşların sesi kaldı.


Kasım

Sabahın bu kirli beyaz aydınlığında, koltukta ters bir şekilde açık bıraktığım Bulantı'nın sırt kapağında bulunan ince ve ufak karartılar halinde hizalanmış satırlarını ve hemen sağ üst köşede duran Sartre'in fotoğrafını görmemezlikten gelip, onun küçük bir mermer kütlesi gibi göründüğünü düşünmekten kendimi alamadım. Işığı kapatmış, az önce içtiğim kahvemin fincanını birkaç saat uyuduktan sonra yıkamak üzere mutfak tezgahına bırakmaya gitmiştim. Kirli beyaz aydınlık salona sızıyor ve eşyaların etrafında, tıpkı denizin az sonra sürati büyük bir fırtınayla doruk noktasına ulaşacak kımıltılarında olduğu gibi bir görünüp bir kaybolan gölgelerin olduğunu hissediyordum. Bu sabah aşina olduğum bu dekor, değişmesi an meselesi olan bir zayıflık, hatta bir yarım kalmışlık üzerine kurulmuştu sanki. Duvarlar ufalanabilir, saatler -Dali'ye öykünerek- eriyebilirdi. Evet, koyulduğu yer olduğu için uzun koltuğun başucu tarafını belirten şu yastık şimdi büyükçe bir taş parçası ve az ilerisinde duran Bulantı tozlu bir mermer kütlesiydi işte.

Camlardan sızan kirli beyaz aydınlık gövdemde gezerken ben neydim? Bir ölü, bir hayal, bir vehim? Merak ediyordum doğrusu.

Bulantı'yı rafa koyup uyudum. Rüyamda elim büyüklüğünde, belki de ondan da büyük bir örümcek, uzun, incecik bacakları ve kahverengi dolgun gövdesiyle salonun balkon kapısında geziyordu.

*

Vitrinler, insanlar, otomobiller. Kendimi bu kadar aylak hissettiğim başka bir gün hatırlamıyorum. Yürürken hangi elin, hangi cepte olmasının toplumsal olarak beden dilinde ne anlama geldiğini düşünmekten, ekonominin gidişatına kadar geniş bir yelpaze açılmış duruyor zihnimde.

Cebimde anısı kendisinden menkul bir fotoğraf yok. Henüz eski bir bahtsız gibi serüvenlerle kendimi imar edecek kadar benliğimin farkında da değilim. Bir masaldan ziyade, bir trajedinin içinde gibiyim. Beni insanlardan ayrı kılacak bir hususiyetim yok. Asırlar boyu sürüp giden ve benden/bizden sonra da sürüp gidecek olan aynı vakaların tekrarıyım yalnızca.

Sadece eski kitapların olduğu o şahane tezgaha bakışlarımı akıtıp, insanların yüzlerini görmemi engelleyecek kadar yoğun bir kalabalığın ve o kalabalığın getirdiği mutlak curcunanın buruk tadını alıyorum. Beni bu yoğun ve ebedi drama katan şey bu. Göğsüm karıncalanıyor. Evde olmalıydım.

Bir ara, uzun çarşının içinde, iki büyük gövdenin arasından görebildiğim bir baş. Bu başın bir manken mi yoksa kanlı canlı bir insan mı olduğunu ayırt edemiyorum. Görünüşler yitiyor. Her hududun kaybolması an meselesi.

*

John Lennon'un 1970'lerde demo olarak yazdığı bir eser bugün gün yüzüne çıkmış: "Now And Then"

The Beatles yıllar geçse de, hatta mevcut bulunmasa da geçmiş mirasıyla tarih yazmaya devam ediyor.

Uzun, upuzun ve sonunda bizi ne beklediğini bilmediğimiz bir yol üzerinde söylenmiş bir şarkıya benziyor bu şarkı. Yol uzuyor, yol üzerinde yoğun bir gren ardından gördüğümüz ağaçlar, tarlalar, az ilerisinde, ufukta birkaç parça halinde dağılmış bulutlar uzuyor. Güneş bir yerlerde olmalı, büsbütün terk etmiş değil yolculuğumuzu. Her birimiz içimize dönük, belki bakışlarımız, bir yolculuk üzerinde nerede hareketsiz duracaksa oraya sığınmış, büyük kaçışların yahut büyük teslimiyetlerin ardından gelen ve her biri mutlak şekilde birbirine benzeyen bir huzura benzeyen umursamazlık başımızda dönüp duruyor.

*

Erich Fromm'un "Sevme Sanatı" kitabının kapağı oldukça hoşuma giden eski bir baskısı elinde… Bana her nedense Zeki Demirkubuz'un Masumiyet filminin afişini hatırlatıyor bu kapak. Önümüzde şeffaf, ufak fincanlarda sade kahveler. Vakitlerden sabah, yağmur yağmak için fırsat mı kolluyor? Pencereye bakıyorum, deniz kurşuni bir renkle kıvranıyor.

Kitaptaki baba ve oğul sevgisi üzerine konuşuyorsun. Babanın tanrısal ve erilliğinden bahsediyorsun.

*

Lodos sersemliği. Gece, üzerinde onun tüm sırrını örselercesine sert ve gaddar bir şekilde gezen ve adeta gitgide devleşen rüzgarla uğuldamaktan yorgun düşmüş müdür? Bu dağınık hava, bu perişan ağaçlar, bu kapı altlarından ansızın içeri sızan ürperti, eski ölümler gibi geliyor bana

Başımın üzerinde salınan bir ağırlık var. Kafatasımın içinde bir oraya bir buraya çarpıyor.

Kuzey ışıklarının belirmesiyle manyetik alanın tahribi hakkında bir şeyler söylüyorlar. Medcezir gibi bir şey de değilmiş üstelik.

Gözlerim dallarından koparak ve neredeyse bir toz haline gelerek bahçeyi, çatıları ve havayı dolduran sararmış yapraklarda. Gri bulutlar paramparça. Norma operasına adını veren Casta Diva'yı dinliyorum. O ay tanrıçasına yakınıyor, ben kime yakaracağımı bilmiyorum. İçimden yakarmak gelmiyor. Teslimiyet böyle bir şey olmalı.

Şehirler tarifsiz dağınıklıklarıyla gerinip güne başlıyor. Gerinen sokakların birinde olacağım, adımlarım küçük esintileri toplayarak kendi büyük tufanını yaratacak. Yolculuklara böyle çıkılır ne de olsa. Lodos sersemliği geçecek. Tufan başlayacak. Gök kızıl değil, soluk bir hakikatin beşiği olacak. Casta Diva sönecek. Şimdi kızıl ve sarı olan bu küçük kıyamet, renksiz bir ölüme dönecek.

*

Mevsime göre dünyaya hayli yakın olduğunu farz ettiğim güneş, bahçemdeki ağacın iri ve rengi solmaya yüz tutmuş yapraklarında dolaşıyor. Gözlerim kaç ekran olduğunu hayli zaman önce unuttuğum TV'de akmakta olan gündüz kuşağı programlarının skandallarında. Hayret etmiyor, mana veremiyor, sadece boş gözlerle, acılı yüzlere ve öfkeyle çarpılmış ağızlara bakıyorum. Skandalın diyalektiği basittir. Önceden tayin edilmiş toplumsal kurallara karşı kılıç gibi çekilen aşırılıklara, toplum tarafından el birliğiyle organize edilen bir kınama yortusu skandalın ana kutsalıdır.

Aslında skandal yoktur belki de. Sadece skandal sanılan ama insan tabiatının tam da gereği gibi olan ve böyle vuku bulan şeyler vardır. Kötülüğün sıradanlığı mı?

Bir zamanlar, tahta çatılı ve bir köşesinde kuzine sıcaklığı ile ısındığım bir talebe kahvesinde iyi ve kötü diye bir şey yoktur demiştim ve hala da bunu diyorum. Kararlıyım. Şimdi skandal da yoktur dememin rahatlığıyla hiç bir şeye şaşırmamanın sözde bilgeliğini de aldım yanıma. Kötülüğün sıradanlığı üzerine düşünmeye başlıyorum.

*

Uyumadan evvel dışarıdaki iri taneli yağmur sesini de başlangıcına katacağım günlük şeklinde yazılacak bir roman tasavvur ediyorum. Hatta zihnimde yarım sayfa kadar yazıyorum. Uykuya dalıyorum. Uykumda bir sayfa kadar yazmış oluyorum. Tüm uykum boyunca yazmaya devam ediyorum. Uyanınca unutmuş oluyorum.

*

Sakalım ve saçlarıma eski mabetlerin harabelerinden yükselen tozlara benzeyen aklar düşmeden önce koştuğum gibi hayallerimin içinde bir oraya, bir buraya hür ve mağrur; cesur ve atik koşabilir miyim artık?

Güneşli sokak araları, bir yüzün çizgilerinden sızan çocukluğum, üzerimdeki tüm emekler, ilk heyecanlarım, sanki elimde bir balyoz varmışçasına umursamadan kırıp döktüğüm ve karşısına geçip sırıttığım günlerim, kendi elimle mahvettiğim sevgilerim başımda dönüp duruyor.

Her zerrem benden ayrılmak için fırsat kolluyor. Sabahları uyur uyanık yağmuru dinliyorum. Yok olmak istiyorum. Ne yavan, ne sıradan şeyler bunlar. İnsanlığın eski, en eski acılarından beri devam eden bir serüven bu. Varken yok oluruz. Bu kadar basit.

Ona şöyle söylemek istiyorum: "Genç ............., idealist olamadım, bir ideolojim de yok, bir şeyler karalamaya çalışıyorum sadece hepsi bu. Son moda kahveci dükkanlarından ve camekanları ak pak olan o plazalardan hoşlanmıyorum. İçinden sesleneceğim, yani sizin anlayacağınız şekilde kendimi şöyle rahat rahat ifade edebileceğim bir kuyum yok. Neylersiniz? Apaçık ortada olmanın çaresizliğine karşı bir tedbir almadım henüz."

Şehirlerin ortasında, ölü yapraklar ve tekerlek izleri, küfürler ve karıncalı yüzler, deliler ve akıllılar, kurnazlar ve budalalar, kapılar ve zil sesleri, tedirginlikler ve umutsuzluklar arasında yoğruluyorum.

Benim kanımı asırlar önce dökmüş olmalılar… Sesim kesilmiş bak. Akşam uykularım var sonra. Uyandığımda bir köşeye atılmış, öylece olduğu yerde bırakılmış bir eşya gibi duruyor uzuvlarım…

Tahtaların koktuğu, yüksek camlarının önündeki beyaz mermerlerin kepek ve tozla kaplı olduğu, güneşin son derece cimri bir adam gibi sarı servetinden ancak birkaç aydınlık tanesi bahşettiği resmi koridorlarda, benden kaç kuşak önce olduğunu bilmediğim bir gövde, ırsi bir yalnızlıkla dolaşıp duruyor. Ona da sabandan, topraktan ve güneş altında sızlayan kırışık bir alından miras kalmış olmalı bu.

*

İçim çekiliyor. Zamanı geri döndürmek, bir kayayı yerinden oynatmak gibi bir iş olsaydı yapamayacağımı bile bile yine de denerdim. Oysa zamanı geriye döndürmek için yapacağım hiç bir şey yok. İhtimali dahi yok bunun. Eski azaplara, tanrısal bir cezaya, kefaretsiz bir mahkumiyete benziyor geçmişi hatırlamak ve hiç bir şey yapamıyor olmak.

*

Kamusal alana bulaştıkça başımıza bir şeylerin gelmesi an meselesidir. Kapınız bir sabah vakti çalar ve elinize bir tebligat tutuşturulabilir mesela. Müşterek yararların sağlamlığı üzerine sizi bulan bir bedeldir bu.

Kamusal alanın insan üzerindeki tehlikesi o denli saçmadır ki, bir kere kamusal alanda iz bıraktıktan sonra bilmem kaç kuşak önce yaşamış olan dedenizden kalma bir borç nesilden nesile tevarüs ederek size ulaşabilir.

*

Çarpık yüzlü melekler, ellerimde kan kızılı çamur, ağzını açmış, sanki alevden dişleriyle üzerime hücum edecek bir canavar gibi öfkeyle uluyan ufuk.

Çarpık yüzlü insanlar, ellerimde çamur koyusu kan, ağzı sımsıkı kapalı ve dudaklarına işlenmiş zulmetten ipliklerle mahkum ve suskun gece.

Güneş sırtlarında, çelik rayların etrafında ölmeyi beklercesine duran, oysa tüm bekledikleri, gidecekleri yere onları ulaştıracak bir vasıta olan çaresiz insanlar.

"Diapsalmata" ya da biri öldükten sonra arkasından söylenecek ilk söz. Üstelik hayat tüm neşesiyle, önüne çıkan her engeli kendisiyle birlikte sürükleyen muzip bir akıntı gibi akarken, gerçekleşen bir ölüm umursanmaz çoğu zaman. Ölüm için bir söz kâfidir. İnsanlık tarihi kadar eski bir şeydir bu.

Ya da güneşi sırtlarından atmak üzere olan sabırsız ve cevval adamlar.

Ne çağrıştırıyor az sonra kıyamet gibi bir yağmurun başlayacak olması?

Herkes ölmeyecek mi ne de olsa?

*

Rimbaud / "Rahip Cübbesi Altında Bir Yürek"

Uzun zamandır böyle çarpıcı bir metin okumamıştım. Sarkastik, tutkulu, hüzünlü. Nedense bu metni okuduğumun ertesi günü Dostoyevski'nin "Budala"sı dönüp durdu içimde.

*

İşte yaşamın her daim aşina olduğumuz ama bir türlü ifade edemediğimiz çelişkisi, hakikate var olmaktan daha yakın olan o biricik ve eşsiz teferruat:

Bir İdam Mahkumun Son Günü'ndeki kahramanın ölüm cezası yüzüne okunduğunda güneşli bir ağustos sabahıdır ve aklı mahkeme salonun penceresinden görünen duvarda açmış o ufak sarı çiçektedir.

*

Durgun bir suya benzediğimi düşünmekten kendimi alamıyorum. Talihin kara sinekleri, sonbaharın yapraklarıyla bulanmış sathımın üzerinde, zardan kanatlarını telaşla çırparak dolaşırlarken üstelik.

*

Sonra senin sahip olduğun ve bana da -istemsizce- kazandırdığın inceliğin, hayatın içinde benim, senin kırıldığından daha fazla kırılmama sebep olacağını fark ettim. Üzerinde dikkatle durulmasına gerek olmayan bir durumdu bu. Sadece zaman geçtikçe aşınan kendime bir üçüncü göz olarak bakabildim diyelim.

Teşekkür edene teşekkür edilerek karşılık verilmezmiş… Bunu uzun zaman sonra yeniden anladım.

*

Manzarası deniz olan yokuştaki sokak lambalarının bir uçtan bir uca uzanan tellerinde tek başına bir kuş, her akşam hava karardıktan sonra gün doğana dek aynı yere konup o güzel sesiyle hiç durmadan ötüyor. Sesi yokuşun iki yanındaki karanlık apartman pencerelerine çarpa çarpa büyüyor ve sanki şehrin mor bulutlarla kaplı tehditkar ve asi göğüne yayılıyor.

Güzellik sıra dışı ve beklenmedik olunca neden ürpertici olur?


Aralık

Eski bir serüven şiirini övmek için oturduğumuz bir gece, kirli camların ardında büyüyen sisli bir rüzgarın salladığı ağaçlar... Sanki kaynayan ve infilak etmeye hazırlanan karanlık. Birkaç gün sonra havanın soğuyacağı geçiyor aklımdan. Boşveriyorum.

Eski bir serüven şiirini övüyoruz, yüzlerimizde taze acılarla. Dolmuş küllüklerle ve sancılarla... Gidemiyoruz.

Çünkü gidebilmenin, romantizmin de aşamadığı bir hududu vardır. Zorunluluk ve nedensellikle belirlenmiş bu hududu aşamamak, eski bir serüven şiirinin övüldüğü talihsiz ve haset dolu gecelere mahkum eder sizi. Yapacak bir şey yoktur. Zamanında, romantizmin incelikli bir kahramanı olarak bu hududu aşmış olanların yazdığı serüven şiirlerini dinlemekle yetinir ve ardından serüven dolu rüyalar görmek için uyursunuz ancak...  Elden başka bir şey gelmez.

*

Bir metin okunduğunda insanı ilk uykusu gibi güvende olan bir yere çağırmalı. Çünkü büyük huzursuzluklar, en huzurlu olunan yerlerde yaşanır aslında. En huzurlu yerlerde, büyük acılara hazırlanırız.

*

Sabah büyük bir aynadan kırılmış koca bir parça gibi göğsümde. Işıltılı, soğuk, keskin.

Şimdi kimler yazabilir eski mekanların solgun yüzlü kahramanlarını... Bu sabahları hangi zaman dilimine yeniden döndürmek gerekir ki; sabahlar bir aynadan ziyade her günkü alışkanlıkla oturulmuş bir masanın karşısındaki pencerenin sırrına bürünsün yeniden.

Yastıktan başımı inanılmaz kederlerle kaldırıyorum. İnanılmaz kederlerle uyanıyorum. Bir ayna olan sabah için sadece yansımadan ibaret olmanın avuntusuna sığınıyorum. Bu, varlığın, sabahlarla harmanlanan ıstırabına karşı biricik çarem.

Yakın zamanda bir eskiciden, kırmızı ciltli bir Mesnevî aldım. Biricik çareme her sabah bu kitabın bir sayfasını ekledim şimdilerde.

Hatırlıyorum, yaz mevsimlerinin sabah vakitleri, her adımımda tahtaları gıcırdayan ve kubbesini bir rüya göğünün yıldızları gibi parlayan uzun ve şaşaalı harflerin çepeçevre donattığı o eski ve her daim serin mekanın ıssız kütüphanesinde oturduğum masanın karşısındaki ahşap pencereden görünen eski bir mezar taşının kıvrımlarına bakarken, önümde yine kırmızı ciltli bir Mesnevî açıktı. Her bakışım sabahlarımın gelecekteki aynasına bir akis olduğunu bilemezdim elbet. Toydum. Meçhul bir yüz, büyük çileler çekmeye hazırlanan ve hatta buna gönül veren bir heveskârdım işte.

*

Sürekli uçurumdan yuvarlanma hissi. Başı ve sonrası yok. Her an kenarında durulan bir uçurumum baş döndürücü tehlikesinin artan nabzı. Hayat böyle sınırlarda kendisini ve hiçliğini fark ettiriyor. Uçurumun kenarına kadar geldiysek düşmek de, kalmak da bir değil mi?

 

*

Büyük horultular ve çığlıklarla yatağımın kenarındaki pencerede dönüp duran lodos. Uyutmuyor. İnsan uyku ile uyanıklık arasında sanki büyük bir girdabın içine çekiliyor gibi oluyor. Gök ve yer birbirine giriyor. Başım yastığımda, gözlerim sımsıkı kapalı. Sıcak ve kuru bir şey boğazımda dönüp duruyor sanki. Turner'in tablolarından birini düşünsem geçer mi?

Bir elim, sıkı bir yumruk halinde yatağın yumuşak yüzeyiyle birleşiyor sanki. Kenetli parmaklarım ve parmaklarımın sıkıca kenetlenmekten dolayı karıncalandığı avcumda buz gibi bir ter. Kalkıp camlardan içeri sızmaya fırsat kollayan bu lodosun üzerine yürüsem... Kağıtlar gibi uçuşan metallerin, patlayan camların, devrilen ağaçların ve ulu kayalardan kalkıp gelmiş tozların içinde, zerre zerre parçalanarak kaosun ve lodosun kendisi olsam. Sonra kabaran denize doğru eserek, martıların kanatlarında dinsem usul usul.

*

Beyaz bir rüyanın, görünen tüm güzel manzaraların, anne sevgisinin, çelik gibi erdemli ve sadık bir tavrın, çocuklukta dert olmayan yağmurların, yolculukların, aşkların, tutkuların, perişanlığın, nefretin, öfkenin, sesin ve soluğun içinden, sığındığımız yegane sığınağın içinden sonra, bizi var eden ne varsa, bizi kahreden ne varsa; varlığımızın aldanıp da, her tarafını yapışkan bir efsuna kaptırdığı, aynı zamanda pislik ve çamurla kaplandığı bir dehşet idealinden başka bir şey değil zaman.

Bıçağın keskin tarafı her zaman bizi tehditkar parıltılarla karşılıyor. Bir darağacı bizim için her gün yeniden kuruluyor. Her gün yeniden seyrediyoruz, bir gün olmayacak olan gövdemizi; kimi zaman şehvetli, kimi zaman pişman ama çoğu kez unutmak için kendimizi.

*

Rüzgar camlarda ıslık ıslığa bir şarkı tutturmuş. Vakit gece yarısını çoktan geçmiş bir de. Baba yadigarı o eski Meister Encher duvar saatinin günler içindeki saat dörde çeyrek kalalardan hangisinde durduğunu bilmiyorum işin doğrusu. Oysa gecenin sabaha yaklaşacağı şu ağır demlerde, baba yadigarı bu eski saatte kalakalmış akrep ve yelkovanın mekanik ve tek düze bir sesle rüzgarın şarkısına eşlik ettiğini duymak isterdim. Bu garip düşünce ile içime nereden yığıldığını bilmediğim bir yükü kaldırmak istiyorum. Hatırlıyorum, Pessoa şimdi içinde bulunduğum böyle bir geceyi Huzursuzluğun Kitabı'nda tasvir etmişti. Hemen Huzursuzluğun Kitabı'nı alıyorum elime, şuurumda bu kitaptan kopuk kopuk cümleler dönüp duruyor. Saat ve gece ile alakalı bir cümle olmalı aradığım... Camlarda ıslık ıslığa terennüm eden rüzgarın sesine, Huzursuzluğun Kitabı'nın sayfalarında dolaşan parmaklarımın mütereddit sesi karışıyor... Sayfa sayfa, satır satır arayıp buluyor ve okuduğum ilk andan itibaren içimde yer etmiş o bölüme yeniden teslim ediyorum gözlerimi...

Kaleme davranıp bu bölümün ilk cümlelerine bir nazire yazmaya kalkıyorum. Dileyen Huzursuzluğun Kitabı'ndaki 31. bölüme bakabilir. Ben, yıllar önceden bugüne uzanan ve hislerime tam tekmil tercüme olan o bölümün ilk cümlelerinine verdiğim cevabı zamana şöyle teslim ediyorum:

"Benim de her gece herkesin uykuya daldığı evimin ıssız salonunda duran bir duvar saatim var ki; zamanınvpeşinden kendisini sürükleyen o mahzun saat dilimlerinden biri olan dörde henüz  çeyrek varken durmuş olduğu için gecenin sessizliğine katılmaktan başka bir şey elimden gelmiyor. Özellikle babam öldükten sonra, uykumun hiç gelmediği, ya da ağırlaşan göz kapaklarımın bir türlü şöyle rahat ve geniş bir uyku için kapanamadığı gecelerde onu seyrediyorum. Onun öylece durup kalmış olması, gecenin sessizliği içinde yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiye alay ederek bakan bilge ama huysuz bir ihtiyarın tavrı gibi geliyor bana."

*

Sabahın ilk saatlerinde yanımda bitiveren nerden çıktığını anlamadığım kara bir köpek, geniş yoldan karşıya geçmek için benimle birlikte davranıyor. Yolun bu tarafı sakin. Ağır adımlarla orta refüjde yayaların geçmesi için yapılmış taş döşeli kısma geliyoruz. Ben duruyorum, o nedense yürümeye devam ediyor ve yola atıyor kendisini. Başımı otomobillerin geliş istikametine çevirdiğimde bir otomobilin, köpeğin o sırada bulunduğu şeritten süratle geldiğini görüyorum. Yüzümü dehşetle buruşturuyorum. Çarptı çarpacak! Öylece kalıyorum. Otomobilin süratle geldiğini gören köpek gövdesinde dalgalanan telaşlı kıvrımlarla ileriye atıyor kendisini. Otomobil rüzgar gibi geçiyor. Göz açıp kapayıncaya kadar yolun karşısına ulaşmış oluyor köpek. Son anda kurtuluyor. Yolun karşısında durup, az önce o telaşlı gövde kendisine ait değilmiş gibi başını çevirip müstehzi gözlerle bana bakıyor.  Ölümle ve bir de benimle dalga geçmenin verdiği mağrur tavırla gözden kayboluyor.

Ölüme yahut onun yakınlığına, kendi varlığımızın dışında şahit olduğumuz vakit, her şey, kendi irademizin dışındaki nedensellikten beslenir. Kendi gözlerimizle görmez, kendi kulaklarımızla işitmeyiz artık. İrade, yekpare bir şekilde üstümüze tecelli eder.

Tüm bunlar bir yana, görünmez bir el beni şahit olduğum manzaranın şaşkınlığını üzerimden atamamışken iki üç gün önce yazdığım şu satırlara çekiyor yeniden:

Kadere teslim olmayı, geçmiş zamanın öznesi olanlardan öğreniriz. Yaşanmış, bitmiş ve artık geçmiş olarak hatırlanan, bize gerçekleşmesinin mutlak olduğunu bildiğimiz ölümün içinden, yani henüz tecrübe etmediğimiz bir yokluktan seslenir. Bu sesin sahibi çoktan akıbetine teslim olmuştur ve varlığı -bir zamanlar var olmuşluğu- bize – henüz var olana- vakti gelmemiş bir yokluk olarak görünmektedir.

Bizler tıpkı tüm hükmümüzü kuytularında saklayan varlık sebebimiz denizi tarif etmekten aciz balıklar gibi hayatın içinde süzülürken; bir zamanlar var olmuş olan, tüm mevcudiyetinin artık nâmevcuda ulaştığı merhalede iradenin yahut irade yanılgısının haberini duyurur: “Her şey fânidir.”

Bu haber günümüz medyasının ekranlarda bir bir aşılıp geçilen haberlerine de pek benzemez üstelik. Hatta insanlığın aşamadığı ve daima gündeminde olan çarpıcı bir meseledir. Bu meseleyi bir kez tecrübe edenden geriye kalan yine bu acı haberin tekrarı ve hatta her tecrübe eden üzerinden kendisini defalarca ispatıdır. Bu ispat, her medeniyette geriye kalacak nesiller için ekseriyetle mezar taşlarındaki ifadelerde bir öğüt olarak yer alır.

Epikuros’a atfedilen ve Roma mezar taşlarında sıkça yer alan Latince bir deyiş, ihtivası bakımından kaderi ve iradeyi, geçmiş zamandan ziyade şimdinin, yani bir diğer deyişle henüz yokluğu tecrübe etmemiş varlığın sesinden şöyle anlatır:

Non fvi, fvi, non svm, non cvro

“Non fvi”, yoktum, “fvi”, varım, “non svm”, olmayacağım, “non cvro”, umrumda değil.

Dünyaya gelmeden önceki yokluğunun özüne gizlenmiş iradesinin dışındaki kaderi, dünyaya geldikten itibaren “varım” olarak idrak eden ve mutlak son geldikten sonra yine iradesi dışında olmayacağını bilerek gelecek zamandan haber veren ve tüm bunların yanında kendi iradesinin acziyetini görerek, kendisini bekleyen akıbetine teslim olan, fani olan her şeyle birlikte, yok olacak varlığını da ilan eden bir şuurun itirafıdır bu.

Bu şuur iradesini kullanabileceğine dair yanıldığı noktada, adeta “terk etmeyi bile terk ederek” kendi faniliğiyle mutlak olana teslim olmuş ve varlığının bilincine, yokluğun idrakiyle varmıştır.

Osmanlı dönemi mezar taşlarında karşılaştığımız ibareler de aslında irademizin dışında kalan ve başımızda dönüp duran kaderi, zaman mefhumunun ötesinden bizlere hatırlatır. Ezelî ve ebedî kutuplar arasında salınarak ağlarını ören kadere sonsuzluğun içinden bakar. Bu Osmanlı dönemi mezar taşlarıyla da sınırlı değildir üstelik, adeta bir geleneğin sürekliliği olarak günümüz mezar taşlarının da serlevhalarında sıkça kullanılan bir ifade, geçmiş, şimdi ve gelecek için şu tespiti yapar: “Hüve’l Bâkî” yani sonsuz olan yaratıcıdır.

Henüz doğmadan önceki yokluğu, dünyaya geldikten sonraki varlığı, bir gün gerçekleşecek olan ölümü, tek bir ibarede toplayıp, sonsuzluğun azametini hatırlatır bize bu ibare. Üstelik Epikuros’un deyişinde “Non cvro” diye vücut bulan umursamazlık ve acziyet, yine sonsuzluğun akıl sır ermez kudreti içinde eriyip gitmiştir çoktan. Artık bir yanılgıdan ibaret olan iradenin ve irade dışında gelişen her şeyin sonsuzluk karşısında bir hükmü yoktur.

Bilinçli olduğu farz edilen, oysa fanilik karşısında elden başka bir şeyin gelmeyeceğinin dolaylı bir itirafı olan bu umursamazlık, hiçliğin nihai noktasına sonsuzluğu kabul ederek erişir.

Yokluk, varlık, fanilik, acziyet ya da Non fvi, fvi, non svm, non cvro, sonsuzluk aynasının içinden yansımasını gördüğümüz kendi hiçliğimizin zamansız tekrarlarından ibaretlerdir ancak.

*

Sanki nefes gibi tüten esintilerle gerildiği yerde kıpırdayan şeffaf zarların içinde uyunan nemli uykular. Yoğun bir sisin içinde fosforlu ve yaldızlı sıvılar gibi ağır ağır kıvranan fikirler. Açılan otomatik kapılardan geçerken, uzuvlarını güncel yaşamın tahmin edilemez tehlikelerinden korumak için bir çeşit marjinalliğe sığınan insanların gövdelerindeki o bilindik manzara. Bilindik tedirginlik ve tereddüt. Genişleyemeyen, hatta genişlemek şöyle dursun gittikçe içine kapanan, sıkılan ve bünyesinde doğan baskıyla, kendi içinde tuz buz olacak kadar hacmini, dünyanın sonsuzluğu vehmeden genişliğine nazaran daraltan yahut daraltmak mecburiyetinde kalan varlık.

*

Zaman, ruhumun sıhhatli ve parlak etine ıslık ıslığa bir vahşet halinde darbelerini indirdikçe, ruhumun içinden, sarkazmın mor ıslak ve iğreti cildi meydana çıkıyor.

Artık bir yara haline dönüşen insan.

*

Yaratıcılık patolojinin içinden sızıyor. Tabiat da, en başında büyük bir patolojik infilakın sebebi değil mi zaten? Her şey tahammül noktasının hududuna geldiğinde, başka bir boyuta, başka bir üsluba ve başka bir anlam bütünlüğüne geçmek için çabalıyor.

 

Ve bizler... Yaşamlarımızın ortasında, güneşe, suya, havaya, betona, kuma ve kendi muadillerimize bakan bizler; kendi patolojik infilaklarımızın karşıtı olarak refah ve gamsızlığı tercih ettiğimiz ölçüde zamana ayak uydurabiliyoruz ancak.

Edilen her feragat bir diğerini de peşi sıra sürükleyip, tıpkı hınzır bir kedinin dağılmış bir yün yumağını getirip de önümüze bırakması gibi vazgeçilecek şeyleri önümüze bırakıveriyor ve bizler feragatin kendisine, umuda, yaşama ve en çok da kendimize duyduğumuz şefkat duygusuyla, seçkincilik ve eşsizlik gibi kadim duygularla okşanan vicdanlarımızı neşeyle avutuyoruz.

*

Mai ve Siyah'ın tiyatro uyarlamasını izleyemedim bu akşam. Rivayettir ki, oyunculardan biri rahatsızlanmış. Oyunun iptal haberini aldık nihayetinde. Aslında oyunu izlemek için evden çıkmadan önce soğuk bir akşam için kabanımı giyerken, bu oyunu -Mai ve Siyah'ın konusuna aşina olduğumdan dolayı- izlememem gerektiğini, hele bir de son günlerde içimde kristal bir sıvı gibi çalkalanan hayal kırıklıklarımı da düşünürsek, bu oyunu izledikten sonra büsbütün bedbin olacağımı hissettim. Ensemden omurgama inen soğuk bir pişmanlık hissiydi bu.

Ama yine soğuk ve puslu bir akşamdan döndüğümde bu satırları kaleme almaktan kendimi alamadım. Hatırlıyor musun, tıpkı bu akşam gibi puslu ve soğuk bir akşamdı. Önceden sözleştiğimiz gibi buluşup, içinde altın sarısı ışıkların tüm şaşaasıyla parıldadığı eski tiyatro binasının önünde sigaralarımızı içip "Bir Adam Yaratmak"ı seyretmek üzere içeriye süzülmüş, koltukta yerlerimizi büyük bir gururla almış ve bilmem kaç diyalog sonrasında bu temsilin içinde bir çılgınlık vehmiyle akarken bulmuştuk kendimizi. Sonrasında kan çökmüş göz aklarımız ve dudaklarımızda buğu buğu büyüyen ayazla adımlamıştık geniş caddeyi.

Eski hüzünler, yeni sözler olarak uğulduyordu içimizde. Eski bilgelikler, bulutların ufalandığı ve mutlu ailelerin akşam yemeklerine mükemmel bir hayat belirtisi olarak oturduğu akşamın bu vaktinde ezelî hayretimizin yalnızca bir teferruattan ibaret tecellisini yaşıyorduk. Bu temsil bizi bizden almıştı.

Az sonra sabah olacak. İnanır mısın puslu ve soğuk bir akşamdan sonra yeni yeni ısınıyorum desem yeridir. Çok kahve içtim ve eski teslimiyetlerimden ve bilgelik hatıralarımdan sızan bir emniyet hissiyle uyumaya çalışacağım.

*

Işık, geceden kalma bir istifra birikintisinin üzerinden süzülerek yükseliyor. Sanayi bacalarından tüten kirli duman ve az sonra avaz avaz bağırmaya başlayacak olan şehir.

Dilde paslı bir tat bırakan tütün, kulak memelerinde ayaz, zifiri koyu ve tatsız kahve.

Karşı apartmanların pencereleri tek tek yanıyor.

 

Çamurlu bir tabiat mucizesi içimde kıvranıyor. İlkel ve bereketli. Doğması an meselesi olan bir şey var gibi!

Süt mavisi rüyalar görebileceğimiz uykular yedi kat yerin dibinde, yedi kat tenle çevrili, ancak hıçkırıkların açabildiği odalarda kilitli bir de.

Keşfetmeye yorgunum. Beni bir kukla gibi bir günden bir güne sürükleyen teslimiyetim var sadece. Mesafesini ancak yıllar sonra tespit edebileceğim kendimden kendime uzaklığımın akıbeti sıradan, pek basit bir mesele.

Işık, geceden kalma bir tükürük birikintisinin üzerinden yükseliyor. Geceden kalma ağdalı bir kokunun duyulduğu motellerin pencerelerinden gördüğüm, dudak izleriyle buğulanmış, yarım kadehler. Sanki her birinde itinayla eşit seviyede bırakılmış kan kırmızısı sıvı. Kum sarısı yorganlar altında kıvrılmış uyuyan bedenler.

En güzel beğeniler, en güzel bakışlar, en güzel bekleyişler, ilk önce şu aynanın, sonra şu çehrenin, en nihayetinde şu yaşanmışlığın içinde.

Bakışları salkım salkım, tatlı bir meyve gibi serpilen ve yüzünün berraklığında kim bilir ne kuytu, ne rutubet sakladığını bilmediğim aldatıcı bir hülya. Bir yıldızın kuyruğuna takılmış, eski masallardan kalma bir yalan.

Dolanarak başıma inebilecek bir kazanın ve adam akıllı bir çaresizlik hissinin içinde, umutla göverdiğim kaç yıl oldu?

*

The Doors'un "End Of Night"ından sonra The Alan Parsons Project'in "In The Lap of the Gods"ı.

*

........ geçmişten üzerime sicim sicim inen eski bir yağmur gibi.

*

Sabah güneşinin parlak huzmesi, meydanda uzun ve aydınlık bir yol gibi uzanırken kara bir köpek bu huzmenin ortasında beliriyor birdenbire. Katıksız, saf bir gölge... Kıpırdamıyor, nefes dahi almıyor sanki. Artık onun varlığı, her birimizin çevresinde dolanan ve biricik olan yokluğun gölgesinden ibarettir.

 

Bu parkta artık güneş, kara köpek, ben ve yokluğumuz var. Oturduğum bankın ardından yumuşak esintilerle üzerime salınan ıslak çimen kokusu, hemen yanımda kıvranan o şeffaf, kirli ve ıslak poşet, yokluğun bir benzeri olan geleceğin nemli kuytularını hatırlatıyor bana. Bir şey olacak.

Bir şeyler olacak.

Olduğunda biz aynı biz olmayacağız. Geçmişteki bizden ibaret yankılarımız, hayatın solmaya hazır aydınlığıyla yol yol olmuş bir huzmenin ortasında, kara bir köpek gibi yalnızca gölgeden ibaret, zamansız ve çelişkili varlığıyla karşılayacak bizi.

Tezatlara şaşırmayacağız böylece. Olan hiçbir şey de içimizde yer etmeyecek artık. Parklarda rastladığımız o içi boşalmış ve savrulmaya hazır ambalajlar, poşetler gibi umarsız ve sorgusuz haberler alacak gövdelerimiz. Geniş caddelerde savrulacağız. Şarkıları yarım bırakma pahasına bir bir okuyacağız gökyüzüne. Bize doğrultulan ve bir bıçak gibi parlayan dillere tebessüm edeceğiz yalnızca.  Gözler ki, o gözler bir daha düşmeyecek hayalimize.

Bir kara köpekten ve onun karanlık, zifiri karanlık kirli tüylerinden devşireceğiz ölümü ve güneş ebedî yalnızlığımızın ıslak ve aşınmış tenine tüm anaçlığıyla şefkati bahşedecek. Gerçekten ölmeye hazırsak tabi.

*

Zeki Demirkubuz'un Hayat filmini izledim bugün. Evet, evet kader meselesini irdeliyor ve hayatın aslında her ne olursa olsun sadece kötü (salt kötü / aşağılık) olduğunu anlatıyor. Filmin girdabında kaybolduğumda başıma müthiş bir ağrı girdiğini hatırlıyorum. Yeni yeni kendime geliyorum şimdi. Bu film ne derin, ne felsefî sadece hakikat. İnsanın çıkmazları, çaresizlik, kader ve hayat hakkında izlediğim en iyi film.  Rüya sahnelerinde bardaktan taşan su metaforunu film bittiğinden beri düşünüyorum da, "herkesin nasibi kabının aldığı kadar" demek istemiş olduğundan başka bir şey gelmiyor aklıma. Bir de su isteyen karakterin otururken uyuya kalması nasibe kör ya da kayıtsız olmak anlamına mı geliyor? Hele son sahne... Rüyadan başka bir şey olamaz.

Filmden sonra aklıma üşüşenler ve şu yazdıklarım, ne kadar da dağınık. Şaşkınım.

*

Mutfak tezgahında, unsuz kurabiye yapmak için tereyağ, bal ve ince çekilmiş yulafı maharetle karıştırırken, masada sigaramı içiyor ve onu izliyordum. Başını yaptığı işten kaldırmadan şöyle dedi:

"Bugünlerde sende bir şeyler var". Bir an durdum ve "Artık hayata karşı inancım yok" diye cevap verdim.

"Tutunmak için mi inanırız, inanmak için mi tutunuruz?" dedi.

Sigaramı söndürüp başımı öne eğerek, "Tutunmaya da inancım yok" dedim. Vakit akşamdı ve büyük bir fırtına, karşı kıyının yamaçlarından kopmak için hazırlanıyordu.

Yola çıktım. Silecekleri deli gibi inip kalkarak, ilerleyen bir minibüsün beyaz ışıkları altında dışarıdaki karanlığı ve sadece karanlık birer silüetten ibaret gelip geçen ağaçları izliyordum. Yağmur gitgide şiddetleniyor, minibüsün ön koltuklarındaki yolcu ve şoförün yorgun başlarının önünden solgun bir ışıkla hızla aldığımız virajlara bakıyordum arada. Müslüm Gürses'den bir şarkı çalıyordu. Şarkıda şöyle diyordu: "Karanlıklar ülkesindeyim, ışıklarım hep sende kalmış" Minibüs sallanıyordu. Sonra indim. Fırtına kopup gelmişti. Eve varmak mukavemet gerektiren bir işti.

*

Tartılacak, ölçülecek, üzerine uzun uzun münakaşa edilecek eylem yargıları ve sebepsiz iyilikler yok artık. Tüy gibi kabloların, ansızın filizlenen tebessümlerin, ışıklar altında parlayan pürüzsüz ve iştah kabartan o etlerin, pervasız sözlerin ve kırk kat giz altına gizlenmiş, kırk kat arzuların, bir kısır döngü içinde ziyan olmasına dair söyleyecek pek bir şeyim yok artık.

Ziyan olan yalnızca bunlar değil. Göğsü yaz bahçelerinde umutla çarpan, gövdesi yağmurda çamurda, karda, soğukta yıpranan ve çehresinden sarışın tebessümlerin, başından ise akça pakça çocukluk uykularının aktığı ve hala, tıpkı var olduğu andan itibaren eylemsizliğe ait saflığını kaybetmesinin acısını yaşayan insanoğlu da ziyan oldu. Dünya bu hududun kenarına nasıl vardı? Dostoyevski'nin dediği gibi "Kurtuluş eylem yoluyla değil, acı çekme yoluyla gelecek"ti çünkü.

İnsanoğlu kendisini saran eylem duygusunun ayartısıyla hep bir kez daha, birçok kez daha yanıldı. Bunu daha önce de söyledim mi?

*

Garip tereddütlerin ve akıl almaz korkuların arasında, kendi varlığımı etrafımda dikenden telleriyle titreşen zamanın yırtıcılığına bırakarak kaldırımlar üzerinde içime yürüyorum. Toz yükseliyor, zaman saldırıyor, her adımda biraz daha yaralanıyorum

Ezberimden "Kaldırımlar"ı okuyorum.

*

Trenin camına başımı yaslamışım, bir elim alnımda, gözlerimi de kapatmışım. Camın öteki tarafında gökte asılı duran güneş, rayların çelik metanetinden yükselen mutad titreyişlerin gövdemdeki ürpertisiyle yüzümdeki çizgilere nakış nakış işliyor. Göz kapaklarımın ardında bir dakikanın bilmem kaçında bir geçen uzun, sivri, ince bir karaltı. Sonra yine güneşin kızıl yangını.

Kimi zaman yerin altına tedirgin bir yılan gibi kıvranan bu trenin içinde nemli ve soğuk dehlizlerden gün yüzüne çıkmış, sonra yine o dehlizlere dönmüş ve en nihayetinde yine gün yüzüne ulaşmış ötekilerden bir öteki olarak, ama bu sefer güneşle bütünleşmiş, belki de fâni ömrümde onu şöyle tüm teferruatıyla ilk kez hissetmiş bir insan olarak duraklardan bir durakta ineceğim.

*

Bilmemenin ne denli mesut bir durum olduğunu, siz biliyorken karşınızdakinin bîhaber safdilliğinden izlemek ne büyük, ne acı bir yük.

*

Sanırım birden fazla ölmeye hakkım olsa, her ölüm çeşidini tecrübe etmek isterdim.

 

Sık Ziyaret Edilenler

Higgs Bozonu ve Çocuk Sezgimizdeki Masumiyet

Şekilcilik, Kabuk ve Öz

NON FVI, FVI, NON SVM, NON CVRO.