2023
Ocak
"Günün birinde, her şeyin aslında ne denli gülünç olduğunu
keşfettiğimizde, hepimiz kahkahalar atarak yerlerde yuvarlanacağız ve o gün
gelene kadar benim pek sevdiğim acıklı bir ciddiyet olacak bütün bunlarda."
Jack Kerouac, Yolda
Hastanenin acil servis bölümünün sarı alanında
çırpınan üç tane orta yaşlı insan. Az önce annelerinin ölüm haberini almış üç
kardeş... Hastane personeli müdahalelerinde gecikmiyorlar. O kargaşa arasında
üç kardeş bir araya geliyor, orta yere çöküp sarılarak ağlamaya başlıyorlar. O
an hastane personeli duruyor, muayene için sıra bekleyen insanlar duruyor.
Herkes dizleri üzerine çöküp birbirine sarılarak ağlayan bu üç kardeşi izliyor.
Acı; kargaşa ve kalabalık içinde bu üç insanı kenetleyip, merkezî ve içe kapalı
bir yalnızlık oluyor birden. O an burada sadece onlar ve acıları var. Artık
zaman içinde bir tek onların acıları büyüyor ve orta yere iki büklüm
kenetlenmiş gövdelerinden yavaş yavaş sızıyor. Az sonra ağlamaktan şişmiş gözleri
ve kırmızı yüzleri ile kalkıp, yaralı birer savaşçı gibi kapıya yöneliyorlar.
Acı toplanıp, gelişip, infilak ediyor ve bir anneyi kaybetmek, bir aileyi
kalabalıklar içinde böyle yalnız kılıyor.
*
Erkek ve dişi, sebep ve sonuç. Süt, kan, irin,
safra, sperm ve tüm insanî salgılar.
Sarsılan bir binanın üzerinden, TV antenlerinin ve
baz istasyonlarının nokta nokta büyüyen bol ışıklı curcunasından gözlerini
kurtarıp, kendi hiçliğine, kendi yolculuğuna ve kendi kuytularına bakmak
istiyorsun. Kendi salgılarını bir sabah karanlığında terk etmeyi bile terk edecek
kadar müthiş bir düşünceye kapılıyor ve sonra pişman
oluyorsun...
Sen sarsılan bir binanın, sarsılan bir dünyanın
üzerinde, kendi içinde kıvranan tüm sıvılarının birbiriyle kaynaşmasını duyuyorsun.
Ateşin çıkmış, için çekilmiş, kemiklerin
paramparça.
*
Su birikintilerinde yağan yağmurla birlikte çoğalan halkaların, güvercin kanadından düşen tüylerin, yere düşen ekmek kırıklarının, damarda kıvranan kanın, ayrılığın, duaların ve olmayacak olanların dünyasından ziyade kaba ve sıradan olanların dünyasına aşina ruhlarımız ve aldanmış kalplerimizle geçip gidiyoruz.
*
Gri bir günün içinde yüzen, soğuk ve şuursuz bir
"umut etme" güdüsünün beni kıskıvrak yakalamasından şikayetçi
değilim. Ama bu güdünün de geçici olduğunu biliyor ve onu bu gri gün içinde
yanıp sönen geçici bir göz yanılmasından ibaret görüyorum.
Şöyle anlatayım...
Şehir buzdan bir hülyanın içinde ağır ağır
salınıyor. Salındığı hülyanın çeperinde, umut etme güdüsünün her belirişinde
geniz yakan kükürtlü bir kıvılcım... Büyümüyor, ufacık ve anlık bir infilak
neticesinde kendisini belli ediyor, beni çepeçevre sarıyor ve salınan gün, bir
saniyeden daha kısa bir müddette aydınlanıyor.
*
Toplum ortasında, topluma layık olmak ve toplumla
mutabık kalmak için ne yapmalı? Onu küçültüp küçültüp bir kibrit gibi cebimizde
mi taşımalı? Yoksa devasa büyüklüklerin hududunu çatlatırcasına bir hale
getirip, tüm heybetiyle gök kubbeye asılışını mı izlemeli?
Toplumun bilge yüzüne bakıp da bir parça hikmete
nail olabilmek için onunla zamansız ve mekansız hasbihal mi etmeli? Onunla ve
ondan olabilmek için daha ne yapmalı? Onunla eğlenmeli mi yoksa? Onu bir sakız
gibi çiğneyip köşeye mi atmalı? Bedenini her noktasıyla teslim ettiği halde
ruhunu teslim etmeyen iş bilirlerin tavrını takınan caddelerin, kurnaz
sakinlerine hangi yaftayı takmalı?
*
Trenin camlarında salınan uykulu gövdelerimizi
lacivert bir manzarayla yavaş yavaş silen gün. Uzunlarını yakmış otomobiller,
işe yetişmeye çalışan insanlar. Trenden indiğimizde tenimizi ürperten sabah
ayazı. Köşedeki o yeni nesil kahvecide karton bardaklara dolan ballı,
zencefilli tatlı kahvelerin yüzümüze vuran buğusu. Sonra patika, iki yanından yabani
ve bodur bitkilerin uzandığı patika... Hemen önünde otomobillerin temkinle geçtiği şose. Ahşap bahçe masalarında günün benim için üçüncü ya da dördüncü
sigarası. Karşımda, az önce doğan gün ile bilmem kaç saat sonra yeniden çökecek
gecenin içinden iki yıldız çalmış gibi parlak, büyülü ve iri bir çift göz. İlk
başta durgun ama sonra tüm neşesini yeniden o müthiş dudaklarının orta yerinde
tebessümüyle toplayan incecik çehre. Birkaç çamur renkli sokak köpeğinin sabah
huysuzluğu. Büyük ve oldukça dolu umumi küllüklerde nemli ve ağır bir izmarit
kokusu. Köşede, atılan bozuk paralarla sarsılan otomatın sesi. Tepemizde
rutubetli çam iğneleri.
Kış güneşi çam iğnelerinin arasından yükseldi, rutubet kurumaya yeltendi ve gitme vakti geldi.
*
Karanlık sabahlara, ucuz siyasete, soğuk evlere ve
bir sürü yanlışa sürüklendik.
Ayrıca...
Perdeler ardından görünen karanlık bir baş. Az
önce sessiz sessiz ağlamaktan şişmiş gözler, dökülen
içki, sinsi dudaklar, ellerim cebimde menzilsiz adımlarım ve "Comfortably Numb"!
Durgun yüzler, kirli, paslı, kurumlu, rutubetli
köşeler, her akşam eve dönüş kaygısı, tam tekmil evde bulunmanın ayartısı, bir
hayale inanmanın geleceğe uzanan yankısı.
Göz gözü görmüyor... Girer girmez yaftalıyorlar
beni. Çıkar çıkmaz kendimden kurtuluyorum. Bir tatlı neşeyi, bir ağrıyı
uğurluyorum.
Çıkıp asırlık ............ üzerinde bağırıp,
çağırmak istiyorum!
Neden mi?
Çünkü "Filozofların Tutarsızlığı" üzerine
konuşurken değişen dünyayı, değişen ve dövüşen dünyayı düşünüyorum. Çünkü
insanlığı, iri gözleriyle, büyük bir dehşet içinde topraktan doğrulmuş olarak
görüyor ve bu acımasız hayale dair fikir yürütmeye
gayret ediyorum.
Telefonda kupkuru bir adam sesi beni tebrik
ediyor. Kuru zekası ve hayatı ne zaman yakalasa yakaladığı yerden koparmış
aşırı ve hayvanî mücadelesi ile bana "incelik" gösteriyor.
Aslında küfür edip de yüzüne kapatmak istiyorum. Onun
yerine kuytularıma sakladığım yapmacık bir gülüşü kullanıyorum ama.
Ya ben ölürsem, ya bin yıllık yol çökerse, ya
ağaçlar deliler gibi savrulur, köklerini terk edip yola koyulurlarsa?
Ayrıca...
Yıldız yağmurunda bir köşede durup keyifle
izleyecek, ya da onları telaşla yakalamaya çalışacak ve bunu, tüm övgüleri bir
tılsım gibi kendisine çekmek için yapacak, sonra ayağa kalkıp da hayata karşı imtiyaz sahibi
olduğunu iddia edecek kadar yüzsüz olanlara karşı tututum henüz saklı.
*
İki haftadır onun haberi dahi olmadan düşündüğüm
kitabı, gözlerindeki ormanların kuytularında can vermemi isteyecek kadar
büyük bir tebessüm ile elime tutuşturuyor. Bu ciltli kitabın ipten ayracı 23.
sayfada duruyor bir de.
Nasıl anlamıştır, nasıl bilmiştir bu kitabı
düşündüğümü, muallak.
*
Kierkegaard'ın mezar taşına birey yazdırma arzusu
öylece alınmış bir karar değildi.
Ve her bireyin kendisine sorması mecbur olan
tek bir soru var:
"Bu dünyadan nasıl geçeceğim?"
*
Artık vodviller sadece sahnede değil, şehirlerin
ortasında oynanıyor ve kimse seyirci değil. Herkes kendi hayatının epik
akışında, şahane bir oyunun başrolü olduğu yalanıyla kandırılmış olduğunu fark
etmiyor.
Oysa her şey artık sadece bir vodvil. Muhatapsız,
mesajsız ve dolaysız, kendi kendisinin içinde dönüp duran ve kendisinden
habersiz bir vodvil hem de...
Şehirlerin ve ekranların üzerinde atılan tiratlar,
bozuk yazgılar, kokuşmuş itiraflar. Ve ironi!
*
Safsatalar, cingözler, yalanlar, kelimeler ve
her biri boşluğa uzanmaya, onu kucaklamaya çalışan kollar.
Güneş yüzüne serpiliyor. Sallantılı ve sıcak bir
otobüsün arka tarafında yüzüne serpilen güneş için ona gölge oluyorum. İçim
bulanıyor.
İçim, cingözlerin baktığı doğadan, kolayca sarf
edilen yalanlardan, kelimelerden ve her biri o iğreti yağlı urganlar gibi
görünmez bir rüzgarın tesiriyle uçuşan çirkin kollardan bulanıyor.
Kendimi bir baş dönmesinin içinden şehre atıyorum.
Birkaç keskin bakış, ensemde uğuldayan akşam.
"Eğer yalan söylemiş olsaydım itiraf
ederdim."
Eğer bir keşiş olsaydım saklamazdım. Kelimeleri
dilimle ve kalemimle örmek beyhude bir iş artık. Vazgeçmek oldukça kolay.
Vazgeçmek ve bu saçmalıklar diyarının ortasında öylece durmak, oldukça kolay.
Hem ben bir yolcunun içindeki evinden uzaklaşma
hissiyim.
Ben ani kararlarla yıkılan, bir köşeye yığılan,
ama takribi iki saat sonra her şeyi unutarak ayağa kalkmış olan meczup gönüllünün biriyim.
Baş dönmesinin içinden kendimi bıraktığım şehrin kiri, keskin bakışların kini ve ensemde uğuldayan akşamın nefesiyim.
*
-Hey! Bağcıklarımı bağlamam gerekiyor?
-Kimse bağcıklarını bağlamadığı için yuvarlanıp
düşen birini ayıplamaz.
-Gregor Samsa'nın bir böcek olarak uyandığı
sabahtan daha utanç verici bir sabaha uyandığım için seni anlamıyorum.
-Sağlıklı yürümek kadar, sağlıklı düşmek de
önemlidir. Düştün mü adamakıllı düşeceksin.
-Utanmak nedir bilmeyen insanlardan korkarım.
-Ben de utanmaktan korkanlardan.
-Utanılacak olmanın aslında insanın içinde bir
yerlerde doğuştan var olduğunu bana düşündüren bir akşam geçirmiştim. Sana
anlatayım. Takriben on yıl önce, kuzgunî siyah saçları maskülen kesim, elleri
ufak, gözleri iri ve üzerinde erkek arkadaşına ait olduğunu bana düşündürecek
kadar emanet duran trençkotuyla karşımda oturan o kadınla, şehrin o zamanlar
henüz batı yakasına doğru göç etmemiş o marjinal cafelerinden birinde oturuyorduk.
Ne zaman sigara yakmaya kalksam çakmağım yahut kibritim olmadığını hatırlıyor,
o da her seferinde benimle birlikte bu anın büyüsünü bozmamak adına aceleyle
çakmağını aranıyor ve bulup ufak elleriyle bana uzatıyordu. Ufak sahnede
yıpranmış gitarıyla country söyleyen üniversite öğrencisi olduğuna hükmettiğim
genç adamı dinlerken arada da ona bakıyordum. Hareketleri yumuşak, umursamaz ve
kimi zaman sinsi bir arsızlıkla anlaşılmaz hale geliyordu. Babasının
hastalığını anlatıyor, hemen ardından sevişmenin inceliklerinden bahsediyordu.
Onun için hayatta hiçbir şey yolunda gitmemişti. Ona baktıkça bahtsızlığın ve
utanmanın, yani bir bakıma hayata karşı yenik düşmüş ve düşecek olmanın doğuştan gelen bir özellik olduğunu düşündüm. Bazıları hayata yenilmek için başlıyordu. Utanmamak
ve yenilmek için doğmuştu o (da). Belki sen de öylesindir?
*
Sanırım Lou Reed'in “Perfect Day”i on kez
dinlemiştik. Akşamdı. Dışarıda sert bir kış yoktu henüz. Gündelik
heyecanlarıyla aileler gelip geçiyordu sokaktan. Lou Reed onbirinci kez "Perfect
Day" derken kahvemi tazeledi. Ölmüş olabilecek kadar mazide kalanlardan bahsetti
ve sustu.
Geçen sene, bu akşamdan tek farkı sert bir kışın
gerektirdiği ne varsa yaşanan bir akşamda, yokuşlardan bir yokuşu sökmeye
çalışırken, yaşamış olmaya, ölmüş olmaktan daha çok inandığımı
hatırladım.
On ikinci kez Perfect Day'i dinliyorduk.
"Bir kahve daha?" dedi gözlerime bakarak. Fark ettim ki gözlerindeki
o eski parıltılar yerini koyu ve mat bir uçuruma bırakmıştı. Yaşamış olmaktan
çok ölmüş olmaya, zamanı tanıdıktan sonra inanmaya başlamıştık. Gözlerindeki
uçurumdan beraber yuvarlanmıştık.
Kelimeleri ve başımızın üzerinde burgulu bir sızı
olarak dolaşan her şeyi rahat bırakmak gerek...
Çünkü eski menkıbeler tutmaz artık insanın ruhundan. Adımlardaki ahenk ise çoktan kaybolmuştur. Akşamın yumuşak göğüne
düğümlediğimiz yeminler çözülmüş, dilde doğrular tükenmiş, muvazene
bozulmuştur. Eski tatlar ve eski şeyler yoktur artık.
Başıma şimşek gibi inen çocukluk inançlarım, güzel
ciltli kitaplar, her insanın kendisini sıradan addetmeme ilkelliği, cennetin
baş köşesinden bir yer kapmaya dair duyulan umut, kendisini yıkarak yükselten
insanî mimari... Fedakarlıklar imtiyaz doğurmaktadır hep. Bu imtiyazlar ise
yaşanılan dünyanın içinde geçersiz bir para gibi, yırtık bir para gibi
sahibinin elinde kalmaktadır. Çözüm basittir hep: Sıradan olmamak. Dünyanın kırbacı ruhların manevi
tenine şimşek gibi süratle inip kalkar. Her darbede mosmor bir kan izidir geçip
giden günler. Çile başlamıştır. Çileler de imtiyaz doğurur. Çile çeken, çile
cekmeyi göze almıştır ya bir kere, artık o bir ermiş, bir aziz, bir
sonsuzluktur kendisine göre. Asla sıradan değildir.
Bir kez kelimeleri rahat bıraksa insan. Burgulu bir sızı gibi bize geçmek için en müsait anı kollayan hayatı ve tüm yapmacık manalarla bezenmiş kendisini bir bıraksa da, artık o eski menkıbelerin ruhumuzdan tutmadığını görse.
*
Saate çok sık bakıyorum. O durur gibi ilerliyor,
ben ilerler gibi duruyorum. Bu yüzden hasetli ve öfkeli bir çocuk gibi
gözlerimi saatten ayıramıyorum. O kendinden emin, her şeye bilge bir tavırla
geçip gidiyor ben ise yeni atacağım bir adıma bile katlanamıyorum adeta.
İlerler gibi durmanın aymazlığını üzerimde taşıyorum.
Ve sonra duyuyorum ki kıyamet saati gece
yarısından doksa saniye öncesine alınmış. Bunun sebebi Rusya-Ukrayna
savaşıymış.
Saatlerden değil, belki de tüm insanlık olarak onları tek tek kıpırtılı bir kıyamet ölçer haline getirmiş olmamızın nihayetinden korkuyorum.
*
Arada o güzel kahkahasını serbest bırakarak
önündeki kitaptan Charles Bukowski şiirleri okuyordu. Pencereden gözüken Marmara gittikçe kararıyor, rüzgar camlarda kuduruyor, zaman geçiyordu. Ansızın
gözleri ciddileşti, tane tane okumaya başladı:
"şimdi bu bedeli ödemek zorundayız; geri
dönemeyiz, ileri gidemiyoruz, olduğumuz yerde,
sallanıyoruz, kendi eserimiz,
bir dünyaya
çivilenmiş."
Bedeller ödemiş, geri dönmüş, ileri gitmiş ya da
olduğu yerde sallanmak yerine ileriye doğru atılmış olmanın gizli zaferi ve
dünyada çivilenmek yerine, dünyayı kendimizden uzak bir yere, mesela rutubetli
bir duvara, bir gençlik posteri gibi çivilemiş olmamızın huzuru içinde baktık
birbirimize. Dünyanın bizim eserimiz olmadığını; mesela demokrasi niyetiyle
ancak seçilebilecek olanları bize seçtirdiklerini, küresel ısınmanın,
kutuplardaki erimenin, salgının, yoksulluğun, dijital çılgınlığın ve
yirmi birinci yüzyılda siperlerde karşılaşıp birbirlerine mermiler yağdıran
insanların zihin dünyalarının bizim eserimiz olmadığını çoktan
anlamıştık.
Nasıl da aynı yalnızlığı tadınca, kokuşan dünyayı ve onun tuhaf düzenini fark ediyor insan.
*
27 Ocak
Hayatın bir berrak akışı vardır, bir de bulanık...
Acınızı dindirmek için berrak bir akışın içinde kendinize müsait bir yer
ararken, bir bakarsınız ki o bulanık akışın içindesiniz ve bulanmışsınız. Aynı
bulanık akışı bir hastane bahçesinde de duyumsarsınız mesela.
Dün gece uyumadan önce, karanlık bir denizin ortasında olduğumu düşlüyordum. Gövdem siyah ve soğuk bir yoğunluğun içinde sızlıyordu, başım suyun üzerindeydi. Birkaç karabatağın gece karanlığındaki kıpırtısı ve yıldızlar altında büyük bir vecd ile kıvranan suyun sesi vardı. Her şey karanlık olmasına rağmen berraktı. Bulanıklıktan kurtulamadığım için kusurlu bir berraklık hasretiydi bu düşlemim. Başım sızlamaya başladığında uyumuştum.
*
Mide gurultuları arasında, son model bir
goygoycunun dilenirken yanık sesiyle okuduğu ucuz nağmeleri duyuyorum. Gün
puslu ve yağmurlu. Tetiksiz, amaçsız, uyuşuk bir gün.
*
Hayat, her şeyin yolunda gittiğine dair hepimizin
üzerinde mutabık kalmaya çalıştığı bir yalan.
*
Kutsal tükenmişlik... Kendi içimde yıkılan
dünyanın gürültüsünü duydum ve içimdeki mistik karmaşa eskisinden daha esrik
şimdi.
Hürriyet ne korkunç şeymiş. Başına gelince anlıyor
insan. Ömürlük değil, mevsimlik bir yaşam düşünen koca bir çınarın gitgide
tükenmesine şahit olmanın hürriyeti ne acıymış bir de.
Bak yaşamın ortasında kalakaldık. Birimiz tam
tekmil yaşama donanımlı, birimiz ha düştü düşecek.
Bir yıldızın kayıp düşmesinden korkulur mu?
Saatlerin hep birden, aynı anda durmasından tedirgin olur mu insan?
Eski olan ne varsa içinde muhakkak bulunan merhametin, kutsal tükenmişliğimizi affetmesini umuyorum.
Önce ışık sönüyor, sonra insan. İnsan ölüyor,
sonra teni eşlik ediyor ona. Hürriyet, suratına içten bir tebessüm takınıp
sinsi sinsi yaklaşıyor. Tutunamayanlar için bir avuntu, tuhaf bir aldatmaca
aslında o. Ölmeden önce biraz daha yaşayabilmek için, ağır bir hastaya verilen
son bir ilaç hürriyet.
Çocukken şahit olduğum bir ölümü hatırlıyorum...
Hasta yatağında dünya ile tüm bağını kesmiş, uçuk mavi gözleri tavanda bir
yerlere dikilmişti. Başucuna geçtim. Kesik kesik alıp verdiği zorlu nefesi,
gırtlağında takılıp kaldı ve herkesin uyuduğu bir gece, kimseler uyanmasın diye
dikkatle kapanan bir kapının kilidi gibi yuvasına oturarak son buldu.
Son nefesi ömür denen kapıyı kapatmıştı sanki.
Oysa ölmeden önce gayet hürdü, artık o durumda yıllarca yattığı yerde kalsa kimse karışmazdı
ona. Son ilacını almış, son arzusunu biraz da mecburi bir şekilde tatmıştı.
Yaşamıştı.
*
Çılgınlığa varan nostalji içinde ikimizde sessizce
Tanrı'ya inanıyorduk. Kitap okumak, lacivert denize bakmak, dışarıda yağmur
yağarken perdeleri çekik bir odada beraberce tükenmek, iyiydi.
*
29 Ocak
Çiseleyen bir yağmurun içinden açılan Gemlik
körfezi. Yol boyunca uzanan cılız ağaçların gümüş renkli gökyüzüne bir tür
vahşilikle uzanan sivri dalları... Issız köy sokakları, tezek kokuları, kirli
köpekler, sıvası dökülmüş evler. Bir de metruk evlerin bir tarafı yıkılmış
duvarlarının ardından gözüken çiçekli mutfak fayansları, tel dolaplar, yabani
ve ıslak otların üzerine atılmış molozlar... Yarım kalmışlık kokan eşyalar ve
arada bir köşe başlarında beliren ihtiyarlar...
Köy evlerinden bir evin daracık avlusuna asılmış
ve kuruması beklenen üç adet büyük ve eski kot pantolon...
"Yabancı bir fotoğrafçı gelse, yıkandıktan
sonra kuruması için ipe asılmış bu üç kot pantolonun fotoğrafını çekse ve
ardından Uluslararası bir sergide altına iri harflerle
"kimliksizleşme" yazarak sergilese büyük ses getirir."
Meydanda, eski bir ilkokulu andıran köy camii ve
tam karşısındaki kahvehanede kederli yüzlerini
yıpranmış gazetelerin sayfalarına gömmüş bir halde oturan kasketli adamlar.
Dipnotlar
*Kıyamet Saati, nükleer savaş veya iklim değişikliği gibi küresel bir felaket potansiyelinin görsel bir temsilidir. Saat, “gece yarısını” veya dünyanın sonunu temsil eden gece yarısında başlar. Saat gece yarısına ne kadar yakınsa, insanlık küresel bir felakete o kadar yakındır. 1947’de saat ilk oluşturulduğunda II. Dünya Savaşı vardı.
Şubat
Bir şeylere,
belki bir felakete, bir sona ya da ölüme bir gün daha yaklaşma hissiyle
uyandım.
*
İnsan
insanın boşluğudur.
*
Sırbistan Cumhurbaşkanı
Vucic şöyle diyor:
"Bugün,
önümüzdeki günlerde, haftalarda ve aylarda bugünden daha büyük, daha geniş ve
daha şiddetli hale gelecek bir tür üçüncü dünya savaşına tanık oluyoruz.
Sözlerimi not edin."
Bu savaş
çığırtkanlığı, bu kör heves de neyin nesi? Sanki dünyanın tüm basiretsizleri
toplanmış, her biri kana susamış dudaklarından tükürüklerini saçarak şu habis
planın teferruatını konuşuyor:
"Handiyse
bu yüzyılda bir üçüncü dünya savaşı çıkmaz gibi ama en azından denemeye
değer."
Bir süredir takip
ediyorum, felaket tellallığı oldukça revaçta. Kimi mecralara göre üçüncü bir
dünya savaşı çıkmak zorunda hatta!
Ne oluyoruz?
İçinde
bulunduğumuz yüzyılda bir dünya savaşı çıkarsa eğer bu tarihin tekerrürüne işaret eden bir ipucu olmaktan
ziyade insanlığın bu çağa kadar sadece tesadüfi bir şekilde geldiğinin ve
özünde, kendisine biçilen her manayı hak etmeyecek kadar kötücül olduğunun bir
göstergesidir. Haksız mıyım?
Şöyle bir
eni konu düşününce dünyanın zaten bugün halihazırda geçmişteki savaşların
mağlubu olduğu ortada. Evvela bir fısıltı olarak başlayıp yüksele yüksele
çığlık halini alan teoriler ve savaş beklentileri, zamanı geldiğinde cepheden
cepheye kan kusan felaket araçlarının insandaki yıkıcılığın kökenlerinin
şiddetli ve acı bir göstergesi...
Yine de bir
tesellim var...
Teknoloji bu
kadar ilerlemişken dünyadaki genç nüfusun, zorla çıkarılmaya çalışılan bu
savaşa rağbet edeceğini düşünmüyorum. Gençler sanal dünyada kendisinden
kilometrelerce uzaklıktaki başka ulusların fertleriyle tanışıp, onlarla paylaşım içine giriyor. Dünya eski dünya mı?
Artık
sibernetik bir dünya içindeyiz. Tecrübelerimiz hakiki tecrübeler yerine
karmaşık sistemlerin güdümünde. Bırakın bir üçüncü dünya savaşını, Rusya -
Ukrayna savaşı dahi Batı'nın zorla sürdürdüğü bir savaş değil mi sizce de?
İnsanlığın
çok sarp bir yokuşu nefes nefese tırmandığını hissediyorum. Bu zorlu mücadelede
patlamak üzere olan başlar, kırılan parmaklar ve karanlıkta son kez hayret eden
gözler var... Bunun yanında, olduğu yerde yavaş yavaş çözülen ve akan dünya.
*
Karın
ortasında yalpalayarak yürüyorum. Kendimi, sarsılıp da içindekileri kusmaya
namzet bu zeminden, bu ciğerlerimi dolduran soğuk havadan ve etrafımı saran bu
sinsi sessizlikten kurtarıp koşulsuz ve ezelî hiçliğe bırakmak istiyorum.
*
Gerekçelenmeyen
şeylere artan rağbet, avunma arzusunun güçlü hegemonyasına delalet eder. Avunma
duygumuzla yaşarız. Bizi hakkıyla avutan şeylere itimadımız ve hürmetimiz
gitgide artar. Gelecek gibi. Gelecek beklentisi avuntudan ibarettir. Bu yüzden
gelecek günlere hiç durmadan inanırız. Bireysel ilişkilerimizde de bizi avutana
karşı duyduğumuz zaaf, bizi avutmayana karşı duyduğumuz hislerden çok daha
fazladır.
*
Bir fotoğrafta görüyorum çocukluk bakışlarımı. İnsanın karmaşasından bir hediyedir bana eski olan ne varsa...
*
Onu, gözlerinin içindeki kuytu ormanlarla, romantik döneme ait bir tablonun içine gizledim. Belli vakitlerde onu izliyorum. Şimdilik hiç bir şey söylemiyor bana. Tavrı tıpkı bir vazgeçiş gibi. Mesela, ........ otelinin lobisinde, bin dokuz yüz doksan dokuz tarihinde imzalanmış dört ya da beş adamın yan yana oturuşunu gösteren ve Hodler'in "Hayal Kırıklığına Uğrayanlar" tablosunun kötü bir öykünüşü olan o tablo ne çok şey söylemişti bana. Doğrusu tam bir gevezeydi. Renkleri solgun ve tutarsız, biçimleri ahenksiz olsa da, her bakışımda lafı uzuyor, anlattıkça anlatıyordu.
*
Cehenneme
giden yol içimizden geçer ve bu biz yolda durursak ölürüz... Aslında bir
yanıyla durursak hep ölürüz. Yalnızca içimizdeki değil dışımızdaki yollarda da
geçerlidir bu.
*
Hangi
kayanın içine gizlenmiş benim mabedim, hangi ağacın kovuğuna? Hangi şiirde
söylenmişim, hangi küfürde bilenmişim yaşamaya...
Beni
alacaklar, binlerce yıllık ateşlerde yakacak ve sonra sızlayan küllerimi buz
gibi soğuk sularda parçalayacaklar.
Kalbime
herkes gibi bir nefes verecekler. Sonra sualler ezberletecekler, çetin sualler!
Cevap
vermek, bir inayetin vesilesi olacak. Kalbimdeki nefesi duymak için ölüler gibi
susacağım.
Yüzündeki
çiçeklerde geçmiş ıstırapları gördüğüm sen,
Elindeki
serinlikte, başıma değen ilk rüzgar saklıymış.
Artık ben
çiçekleri koparıyor, serinliklerde eskisi gibi üşümüyor, kendi varlığımı,
kutsalımı, kayalara, kovuklara gizlenmiş o mabedimi, yani kendi acımla inşa
ettiğimi, yıkıyorum.
*
Hakikat
arayışında olanlar kaybolmayı kabul etmiştir. Mesela yoğun dumanlı günlerde,
elinde kahvelerle gelen ve geçirdiğimiz ılık kışın serzenişinde bulunan
.......... gibi, daima sonsuz bir kayboluşun eşiğinde bulunmak, hakikati
aramaktan ve ona her an yakın olmaya gayret etmekten ayrı bir şey değil benim
için.
O yoğun
dumanlı günlerin sonunda başımı yastığa koyduğumda, yolculuğa çıkmanın
tehlikelerinden, bir insanın yerini bir türlü tam olarak bilememesinden ve
hakikat arayışının gayretinden nasıl tedirgin olduğumu burada anlatamam.
Geçen saat,
ilerlenen yol ve yolun sonunda bekleyen ile o yola çıkarken geride bırakılanların biraz da
gizli bir memnuniyetsizliği taşıyan yüzlerini, hakikat arayışının sabrından
katiyen ayrı tutamam.
Hakikat
arayışı ve yolculuk kayboluşlardan, acılardan beslenir.
"Terk
etmek" ve "kavuşmak" arasındaki gerilim.
*
Akşamın
rahatlığı ve "entelektüel" birikimlerin arasından eve döndüm. Saati
bilmeye ihtiyacım yoktu. Yakaları yıpranmış deri ceketim ve sigara kokan
gömleğimi üzerimden çıkarıp eski bir katibin aceleyle karaladığı eski bir belge ile
baş başa kaldım.
Bazen
dünyayı harflere sığdırmak istiyor insan. Katip de böyle bir arzuya kapılmıştı.
Bunu çizgi çizgi süratlendiği arzulu el yazısından anlıyordum.
Saati bilmeye ihtiyacım yoktu. Katibin ise saat ile ilgili bir huzursuzluğu vardı. Belki de bir türlü vaktine yetişmeyecek bir şeydi onun yazdıkları.
*
Gözleri
çiçekli ama bezgin. Elleri nefes gibi narin. Tebessümünde kıvranarak büyüyen
mukaddes bir olay örgüsü. Kader gibi. Ama bir türlü o değil. Bir türlü gizli
değil. Bir şekilde kendi içinde çözünemez o. Onda en ufak bir tesir dalga dalga
büyüyemez. Kıvranır ve söner ancak.
Kader ise
öyle değil. O genişler, öyle genişler ki, kendi içine sığamaz. En ufak
tesirinden, en büyük şiddetine kadar birbirine bağlıdır her şey onda.
*
Havva'dan
doğma,
Adem'den
olma,
Bizler,
Biçimsiz bir
varlık önünde,
Taş üstüne
taş koyup da biçimli baş'lar,
Baş üstüne
baş koyup da ölümler yaptık.
*
Üzerimizden
süzüldü güneş.
Yürüdük
şehrin kuytulandığı yerlerde.
Hiç
bulunmayacak bir şey kaybettik.
Kaybedilecek
bir şey de bulmamıştık oysa.
İçimizde
sızladı ilk kez "Evet" dediğimiz an ve bu evet, şimdiki zamana dair
sorulan olumsuz bir soruya, "Hayır" denmesi mümkün olmayan ve aynı
zamanda ilk istifraya, ilk ereğe ve ilk ateş hasretine benzeyen dolaysız bir
"Evet"ti.
*
Sular
kabardı,
Saçlar
ağardı,
Dudaklar
kurudu,
Geriye ne
kaldı?
Şimdi beni
nar gibi,
Ses gibi,
kan gibi, har gibi,
Bir bahar
gibi,
Çokluktan
tekliğe çağırıyor "bilmek"...
Şimdi beni,
Yokluğun
hakikatine inandırıyor,
Bir mum
gibi,
Eriyerek
sönmek.
*
Bütün
varoluşumuzun zardan ince teninde terk etmenin nabzı atarken, ebedî aitlik ve
sahiplik bizi daimi eylemsizliğe çekmekte ve bir yanıyla aldatmaktadır.
Kimilerine göre imtihan, kimilerine göre hakiki bir imanın su götürmez şartıdır
bu. Bizi yaşatan şeylerin -zaman da dahil olmak üzere- ellerimizden kayıp giden
şeyler olduğunu idrak ettiğimiz an terk etmenin nabzı hızlanır...
Bulutlu bir
gündü. Terk
etmenin nabzını bir karganın acı ötüşünden duydum ki, mezarlıklarda da hep böyle
öterlerdi kargalar.
Mesela ben bir zamanlar düşlerdim ki, soğuk, ölüm ve hatta yaşamı çetin tecrübelerle idrak edişimiz olmasın. Bir kış gecesi dışarıda bembeyaz kar sızlarken, az önce çıkardığı ayakkabılarıyla otursun o kadın. İyi şarkılar dinleyelim, iyi bir yaşam temenni edelim. Benim yuvamın , hayatımın, kararlarımın ve nefesimin dünyaya bıraktığı iz, terk etmenin hızla çarpan nabzına yenik düşmesin. Onlar sabit ve eylemsiz kalsın... Hani en zorlu, en gaddar anlarda aklımızın bize kaldığı gibi..
*
Yüzüm kara
bir boya gibi parça parça dökülürse, sesim ateş dolu bir nefes gibi eserse ve
kanım zehirli bir şarap gibi süzülürse...
Zaman benim
göğsümden şiddetli bir çarpıntıyla geçiyordu artık.
Varlığımızın başarısız bir şiir olduğunu okuyordum kendi sözlerimden.
Şehir, görseniznasıl çalkalanıyordu...
Gecenin en
derininde öksürük. Zonklayan, beynimin içinde büyüyen bir öksürük.
Uykularımı
bölen ve beni azap yağmurlarında ıslatan kendi terimdi.
Gündüzün
ortasında içimde kıvrılan kanlı bıçaklardı kelimelerim.
Varlığımızın
o başarısız ve ahenksiz şiirinden utanıp:
"Yüzüm kara bir boya gibi parça parça dökülsün. Sesim ateş dolu bir nefes gibi essin ve kanım zehirli bir şarap gibi süzülsün..." diyordum.
*
Karanlıkta
sarsılarak yol alan ve içindeki ışıktan dolayı camlarından sadece kendi sönük
yansımalarımızı izlediğimiz ilaç ve ter kokulu otobüs. İneceğim durağı
kaçırmamak için dışarıya baktığım her an kendi yüzümle karşılaşıyorum. Garip...
İnsana
verilen en büyük cezalardan biri kendi yüzüyle karşılaşmasıdır. Nitekim
Narkissos'da bu cezanın ıstırabıyla doluydu. Modern hayatta, modern Narkissos
olmamanız için yapmanız gereken şey ise otobüsün camlarından dahi kendi
yüzünüzle karşılaşmayı yadırgamayı unutmamanızdır. Çare budur. Yüzünüze aşina
oldukça ve onu nokta nokta bildikçe kendinize olan hayranlığınız ve aynı
zamanda düşmanlığınız artar. Bahsettiğim ceza da buradan beslenir zaten.
Çokça alay
edilir, elimizdeki telefonların ön kamerası aniden açıldığında karşılaştığımız
manzaralar popüler kültüre göre gülünecek bir şeydir mesela. Biliriz ki, yine
elimizdeki telefonlardan izlediğimiz yüzümüz, dolaylı bir şekilde yüzlerimizin
temsilidir ve aynaların yansıtma prensibi bu temsilin özünden ibarettir.
Rüyalarda yüzümüzü başka yüzlerle karışmış bulmamız ve yüzümüzü başka bir yüze benzetme eğilimimiz, kendimize aşinalığımızı hafifletmek ve yine kendimize dair farklı başka bir misal bulma arzumuzdan kaynaklanır. Çünkü çoğalan her şey bir yanıyla tükenmezliğe yakındır. Tükenmek ve öznel kalmak istemeyiz.
*
Sadece pratikte değil, kuramsal olarak da "De Jure" ile "De Facto" arasındaki gerilim daima infilak etmeye hazırdır ve ezelden beri kaosun temel koşullarından biridir.
Mart
Kuantumda zaman üzerinde geriye gidildiğine dair
birkaç cümle okudum...
Teknik izahı bir kenara bırakırsak, zaman üzerinde
neden ileriye gitmek yerine geriye gitmek tercih edilir? En basit zaman
makinesinin düşleminde bile böyledir bu.
Yaşanmış olan, yaşanacak olandan daha çok merak
edilir. Yaşanacak olan, bir türlü gelmediğinden dolayı ona dair her şey bir
tür kehanetle ilgilidir. Yaşanacak olanı bir zaman makinesi içerisinde bizzat
müşahede etsek de, o, henüz gerçekleşmediği için her daim yanılgılı olabilir, şüphelidir. Ama geçmiş, kendi yaşanmışlığı ve evrensel bir olay
örgüsünün bizlere yansımalarıyla kesin ve berraktır. Bir zaman makinesini
kullanan kişi geçmişe gittiğinde insanlığın topyekûn tecrübe ettiği şeylere
şahit olur. Oysa geleceğe gittiğinde yaşanacak şeyleri sadece kendisi
görecektir. Bu tıpkı daima başkalarının başına gelen inayete benzemektedir.
Bir diğer husus ise, geçmişe duyduğumuz özlem, teknik ve bilimin de gizli derdidir aslında. Ne varsa geçmişte vardır ve
kuantuma göre artık ne olacaksa geçmişte olacaktır. Gelecek, her birimizin
felaketini içinde taşırken güvenilir olabilir mi?
*
"Vita Contemplativa"
Muteber olan bu.
*
Ben hala her aynada sarışın ve mahcup bir çocuğum. İnsanların insanlarla, arabaların arabalarla; insanların arabalarla, arabaların insanlarla; binaların ilk önce birbirleriyle sonra bulutlarla ve yalnızlıkların yalnızlıklarla yarıştığı yerlerde; yüzündeki masumiyeti, soğuk evleri ısıtmak için feda edilen kömürlerin genzi yaktığı sokaklarda, ışıltılı bulvarlarda kaybetmemeye çalışan ve dahi incecik bir tebessümün sadakatine ve albenisine, aldığı nefes gibi inanmaya daima meyyal olan bir çocuk.
Bir yükselip bir alçalan martıların denize
aldanması gibidir bu çocuğun ezelî aldanışı. Birbirini kovalayan akrep ve
yelkovan gibi zamanın geçmesinden habersiz hınzırca dönüp
duruyor uykusu ve uyanışları.
Aynalarda sarışın ve mahcup çocuk, öyle sabit,
öyle huzursuz ve kuytularda örümcek ağlarından korkarcasına korkuyor kaderin ve
insanların göze görünmez düşüncelerinden.
*
Gökyüzü yere yakın ve çürüyen bir parça et gibi
mosmor. Geceler göğsündeki derin düşünceleri beslemek için karanlık değil
artık... Bir pelte misali doygunluğunun içinden nemli ve soğuk bir parça
yetiyor düşünceleri beslemeye... Çünkü varlık dramımız, karanlığın lezzetine
layık değil çağımızda... Karanlığın buruk ve asil lezzeti yerine soğuk, yapış
yapış bir uyku mücadelesi, bir cinnet, bir serzeniş ve sanki iğreti bir macunun içine
gizleniyor düşüncelerimiz.
*
Sabaha karşı camları sarsan şiddetli bir yağmur.
Az sonra kalın güneşlik ile perdenin arasından gözüken simsiyah deniz ve sisler
ardında uzanmış karşı kıyının belirsiz çizgileri. Yeniden uyunan uyku. Uykunun
bir yerinde duyulan ve zeytin ağaçlarının ıslak yapraklarındaki yağmur
damlalarını titreten kuş cıvıltıları. Nemli ten ve sabahın içinde uçuşarak
iplik iplik tüm vücudu saran serinlik.
*
Sovyet mimarisini andıran rutubetli ve boyası
dökülmüş blokların zemin katlarından her an başlarını uzatacakmış gibi gelen,
apoletleri görkemli ve toprak rengi parkalarıyla buyruk buyruğa bakan işe
yaramaz adamlar ve hayattaki en büyük başarısı bir yerlerden kırık dökük bir
koltuk kapmış olan ahmaklar arasında hınzır bir tebessümle duruyorum.
*
Her şey aslında bir kumpanya havasında. Seçilen, alınan, anılan, verilen, görülen, duyulan her şey daimi ve renkli bir karnavalın bileşeni.
*
Baudleaire'in "Paris Sıkıntısı"ndaki
"Yoksulların Gözleri"ni ne zaman okusam ürperirim. İçimin bir yeri
kara saplı, kör bir bıçakla oyulur, oyulur... Öyle gerçektir ki bu metin, bir an
etrafta gündelik yaşamı kayda geçirmek için onu izleyen bir çift göz var mı
diye tereddüde düşer, sonra etrafta bizi izleyen gözlerin aslında yoksulların
kendi gözlerinin olduğunu anlarım.
Tıpkı Baudleaire'in bu şahane metninde olduğu gibi
yoksulların gözleri aslında etrafımızda dolaşmakta ve sisli caddelerde mahzun
birer fener gibi cılız ışıklarıyla istikballerini aydınlatmaya
çalışmaktadırlar. Onların istikballeri yüzlerimizdeki tebessüme, öfkeye yahut
umursamazlığa gizlenmiştir. Onlar, yüzlerimizde istikballerini aramaktadırlar.
Ki onların gözleri bazen, halk otobüslerinin kirli
ve geniş camlarından şehrin izbe mekanlarını izlemekte, kimi zaman sıvası
dökülmüş derme çatma gecekonduların tahta kapılarının ardındaki karanlık ve
rutubetli dünyalarından başlarını uzatıp yoldan gelip geçenlere bakmakta, bazen
de bir gece vakti, cılız bir mum ışığına teslim ettikleri gözlerini, nereden
çıktığı bilinmez uğursuz bir hastalığın ateşiyle ebediyete kapamaktadırlar.
Cılız bir fenerin sönmesiyle ışığından -altında kahkahaların yankılandığı,
nefes nefese sevişmelerle tenlerin birbirine çarptığı, beyaz nevresimler ve
temiz kadehlerin berrak bir su gibi aktığı ışığından- bir şey kaybetmez dünya.
Çünkü dünya buna ezelden beri aşinadır.
Köşe bucak saklanırlar kimi zaman onlar. Gelir
eşitsizliği ve bazen de tüm mesuliyeti sırtlarına yükledikleri felek onları bir
türlü rahata kavuşturmamıştır. Allı pullu şarkılarla oyalanırlar ve kimi zaman,
allı pullu gelin olarak çıktıkları evlerine, alsız pulsuz bembeyaz bir kefene
sarılmış bir halde dönerler.
Şafak sökerken yollara savrulurlar bazı günler. Bazı günler peşlerinde iki üç kara köpekle, çamurlu ayakkabılarını sürükleye sürükleye dönerler yuvalarına.
*
Öfkeli rüzgarlar gezdi saçlarımda,
Yarım kalmış bir umudu,
Açık unutulmuş türbe kapılarında aradım.
*
Bazı ruh hallerimin köklerinin huzursuzluğa kadar
uzandığını biliyorum. Biraz katı, biraz korkusuz, biraz da umursamaz haller
bunlar. Yarım kalan bir şeylerin, temeli eksik -ya da eksiltilen- bir sezginin
absürt bir dışavurumu.
*
Birbirlerinin varlığına karşı kendi varlıklarını,
verdikleri konferansların süreleri ile ölçen, yani gocunmadan birbirleriyle
amaçsız bir yarışa giren ve sakız fallarındaki düzmecelere benzeyen cümlelerindeki
yarım kelimelerini sanki çok eski bir lügatten itinayla çıkarmışçasına
utanmadan ortaya saçan mütefekkir bozmaları.
*
Denizin karanlığı ve insanı kendi seviyesinden
yüksek olsa dahi tehdit eden dalgaları ile içimdeki aydınlık kırıntılarının
telaşı az sonra bir münakaşaya dönüşüyor Biraz ouzo ve şarkılardan müteşekkil
bir gecenin sabahı denizin kenarından bir yılan gibi süzülen otobanın üzerinde
saatte yüz kilometreye yakın bir süratle geri dönüyorum... Huzurla uyunan uykunun,
hırçın ve soğuk bir rüzgarın taşıdığı yağmurla bir sonraki gecenin sessizliğine
daha şimdiden sığınarak beni orada beklediğini düşündükçe, gün içinde yaşanan
ve yaşanacak olan şeylere karşı sabrım onanıyor.
*
Tekil olanın çokluktan usanması ile katı olanın
akışkanlıktan, yıkık olanın sağlamlıktan ve bütün olanın parçalanmışlıktan
usanması arasındaki farkı gösterememek dilin sınırlarını çizer.
Wittgenstein bu cümleyi duysa ne derdi diye merak
etmiyor değilim.
*
Beni bulantılı ve safralı anıların ortasında
mümkün mertebe temiz ve mütebessim çehremle bulabilirsiniz. Hem de öyle
mütebessimimdir ki, sanki yüz yıllık bir fotoğraftan bakıyorumdur. Ağır aksak,
uysal ve berrak adımların yanımda yürüdüğü ve müddetli bir aşkın keyfini
çıkardığı zamanlardır onlar. Ya da ölüm kelimesi dudaklarımdan çıkmadan önceki
son suskunluğumdur.
Olur da zamanda bir kırılma yaşanır ve sizler o anılarımı dünya gözüyle görürseniz epey şaşırabilirsiniz. Sarı, sıcak ve sineklerin inip kalktığı yağlı bir zeminin ortasında duruyor ve tebessüm ediyorumdur.
*
O eski köprünün üzerinde fotoğrafım çekilecek
olsaydı, sadece yoğun bir dumandan ibaret görünürdüm.
*
Tatminsiz hazlar, sinsi düşünceler, akıbeti çoktan
belli ve bilinse, toplumla insanın arasını açacak olan gündelik, ayartılar.
Bir insanın mahremiyetine çamur bulaşmamasının
imkanı yoktur.
*
Düşüncelerim dere yatağının kenarından uzanan
bodur ağaçların kaba saba yaprakları arasından ovaya süzülüyor.
Mütemadi savaş, dolu bulutlar, aç insanlar, tok
insanlar, yürüyen leşler! Gözlerimi hemen bu manzaradan kurtarıp içimin dar bir
sokağına sapıyor ve gölgeli bir kuytuda ilerlemeye başlıyorum. İşte karşımda,
bir tarafı yıkılmış tackapısı ve çökmeye yüz tutmuş kubbesiyle asırlık mabedim!
İçeri giriyorum...
Burada "eski" ve "yeni" ahit
yok. İnsanların arasında bir taş olarak değil de bizzat insan olarak yaşamanın
saf hüznü var. Bu mabedin rutubetli duvarlarında, vazgeçmenin ve terk etmenin
heybetli tavrını anlatan "gizli" ahit gece gündüz yankılanıyor.
Kulak verirseniz eğer bu ahitte eski ibretler
yoktur. Zaman üstünde donup kalan ve her biri eski hayal kırıklıklarının
boşluğa saçılmasına benzeyen soğuk kelimeler çınlar içinde. Korkudan ziyade
dram vardır. Teselliden ziyade tecelli.
*
Keşke kimliklerimizdeki fotoğraflarda olduğu gibi
yalın ve kimliksiz bakabilseydik.
*
Bir akşamdı. Karanlık çarşının içinde çocuklar
gibi koşturuyorduk. Bir yerlere yetişmeye çalışıyorduk. Gülüyorduk. Yanından geçtiğim her
şey siliniyordu adeta. Adımlarımın nereye bastığını bilmiyordum. İkimiz de
süratle akan bir yıldız gibiydik.
Sürat ve ışık üzerine yeminler etmedik belki ama
fiziğin kanunlarını mağlup kılabilirdik o akşam. Fiziğin, tabiatın, insanların
ruhlarına çöken tortulu ahlak anlayışının ve kendimizin istikbalini mağlup
kılabilirdik.
Şimdi oldukça galibiz. Sürate, ışığa ve yıldızlara
dair elimizde bir şey kalmadı.
*
Her şeyin dekorlar önünde sürüp giden bir yalan
olma ihtimaline karşı, acımın diğer herkesin acılarıyla mutabık noktalarını
tespit etmeye çalışıyorum. Bir bakışın taşıdığı noksanlık, bir mahcubiyetin
gizli telaşı...
Tarihin, terk edilmiş mekanlarda söylenmiş bir
yalan olma ihtimaline karşı, o mekanlara atfedilen tüm hikayelere inanmak
istiyorum.
Ölümün bile insanın elinden tutmadığı güncel
yaşamda, yağmur içen asfalt ve sisli ova manzalarında, mesela tenha sehir
çıkışlarında, tükenmeye yüz tutmuş şeyleriyle birlikte yolculukların başı ve
sonu olmayan gizemini hissediyorum.
*
Düşünceleri bir kutuda muhafaza etmek ile yaşamak
arasında bir fark yok. İçimin gidip gelen sarkacı düşüncelerimi muhafaza ettiğim
kutuya, yani yaşamıma inatla çarpa çarpa, kıyamet kızılı bir sabahta tüm şehri
uyandıracak! Her şey bu çınlamanın korkusuyla yerinden sıçrayacak sonra!
*
Rüyamda, aynada
kendisine baktığım yansımam bana bakmıyor, benden bağımsız bir şekilde hareket
ediyordu.
Aynada gördüğüm bu yansıma ruhum muydu?
Eğer öyleyse, ruhumu benden sıkılmış tavrıyla, bir
rüyanın içine gizlenmiş bir aynadan izlemiş olmalıyım.
*
Küllü karanlık.
Islak uyku.
Yanlış yaşamak.
Son on saniye, yayın!
Yüzümün yarısını törpüleyen spot ışığı.
Kendi el yazımı okuyamayacak kadar kendi içimden
uzağım.
Yüzü düşüyor aklıma çarşıların kuytularında,
dilenci soluğunda, emek savaşında...
Yüzü düşüyor aklıma,
Kendi yılgın yüzüme rastladığımda.
*
Bahar geliyor ve ben her sabah aynı saatte, tıpkı
geçmiş baharlarda olduğu gibi apartmanların arasından ancak bir kısmı görünen o
dağ eteğinin çiçeklenmesini izleyeceğim.
*
Erosla Thanatos arasında gerilen ruhumun sathında kıpırdanan yaşamım.
Nisan
-Mezarlıklar yeşillenmeye başladı.
-Biraz erken değil mi?
-Ölüm gibi işte. Daima erken.
*
Sürekli bir yolculuk içinde oluşumuzun kimselere duyurmadığımız ve aslında
şehirlerin telaşı içinde saklamak için de hiç çaba sarf etmediğimiz gizli bir
mahzunluğu vardır. Bir kapı önünde sırtında çantası ve kendisine büyük gelen
yeleğiyle geride kalanlara tebessüm eden bir çocukluk fotoğrafıma bakarken bir
kez daha anladım bunu.
Henüz küçük bir çocukken tebessümle çıktığımız yolculukların yetişkinlikte
amansız bir mahzunluğa dönüşmesi hayatın en büyük cilvesi.
*
Eşyanın kutsal olan ile "sözde" ilişkisi kutsalın kendisine değil,
onun izine duyulan köklü bir hassasiyetin dışavurumudur. Uzam içerisinde
kutsalın tecelli ettiği yer ve onun tecelli etmesi için gerekli olan donanım aslında kutsalı indirgeyen ve aynı zamanda onu sınırlayan unsurlardır da bir
yanıyla.
Kutsalla ilgili her şeye insan bilinci karıştığı andan itibaren, onun kirlenmemiş olduğu düşünülemez.
*
Mendilci çocuk bir çay içmek için oturduğu çayhanenin taburesinden hafifçe
eğilip kaldırımda minik adımlarla sıçrayan serçeye baktı. Hemen sonra yan
taburede oturan kasketli adama dönerek tebessüm etti. Adam çocuğun tebessümüne
donuk gözleriyle cevap verdi. Az sonra çaycı, çocuğun çayını getirdi, çocuk
cebindeki paraların arasından yıpranmış bir onluk çıkardı ve çaycıya uzattı.
Çaycı asık bir suratla parayı aldı ve çocuğun açık bekleyen minik avucuna para
üstü olarak bozuk paraları fırlattı adeta.
Çocuk buna dikkat etmedi. Çayına atmak için şekerleri kağıtlarından
sıyırırken etrafı izledi. Donuk gözlü adamın sigara içisine ve bana baktı.
Çayından ufak bir yudum alıp suratını ekşitti. Biraz da ürkek bir şekilde
çaycıya seslenerek: "Abi" dedi "Çayı alabilirsin".
Çaycı, çocuğun önünden ağzına kadar dolu çayı aldı, hiç bir şey sormadan
arkasını dönüp gitti. Masanın bir köşesine iliştirdiği mendil paketlerini
avucunda toplayarak kalktı çocuk. Kalkarken taburenin birine takılarak düşecek
gibi olsa da kendisini toparlayıp alelacele düzeltti tabureyi. Baştan başa
mahcubiyet kesilen gövdesiyle caddenin kenarından akan kalabalığa karışarak
gözden kayboldu.
*
Sonra Ulucami’nin etrafından dolaştım...
Eski bir ahmaklığımın utancından dolaştım.
Gözlerim otobüs duraklarında sönüyordu,
Başımdan kızıl bir akşam dökülüyordu.
*
Ağzında sönmek üzere olan bir sigara ile kendini yatağa bıraktın. Sanki çok
uzun zamandır aralık gibi duran pencerenin ötesinde güneşli bir akşamın
göğsünde uçuşan kuşlar, sıvaları dökülmüş apartmanlar ve kurumaya yüz tutmuş
ağaçların çıplak, cılız ve sivri dalları vardı. Bu dallar yükseldikleri göğün
canını acıtıyor olmalıydı. Ya da sana öyle geliyordu.
Metallica'dan "Mama Said" kaçıncı kez çalıyordu?
Saymadın.
Güzel bir şarkı gibi akan günlerinin içinde dalgalanarak, kimi zaman
tutkulu, kimi zaman pişmanlık dolu şeyler yaşadın. Ama her ne yaşadıysan, bir türlü yanlışa ve doğruya
inanmadın.
Bir türlü istediğin gibi, bir türlü onların istedikleri gibi olamadın.
Sanattan, incelikten, güzellikten ve melankoliden iyi anlardın ama hayatın, sırtına bir tuz çuvalı gibi bindirdiği varlık ve onun zamanla sırtını paramparça edişi dayanılmaz bir saçmalık gibi gelirdi sana.
Haklıydın.
Saçmalıklar büyüyordu.
Saçmalıklar bir meyhane dilencisinin dilinde, bir ihtiyarın ellerinde, bir uykunun bölünüşünde amansız büyüyordu.
Sonra öldün.
Başında ancak bir saat beklenecek ve sonra ebediyete kadar unutulacak
kabrinin toprağı kazıldı. Kabrinin içine varlık yükünü değil, paramparça olmuş
sırtınla seni bıraktılar. Kanın binlerce yıldır kımıldanan toprağa sızdı.
Toprak iştahla içti kanını.
O an kabrinin içinden bir ses verdin, duydular ve seni avutmak için: "Gitmiyoruz,
seni bırakmıyoruz" dediler. Oysa seni bırakıp gidiyorlardı.
*
Yağmur yağıyor mu? Henüz belli değil. Birkaç ürkek damla düşüyor alnıma.
İçimde palazlanan yalnızlık duygusuyla sabahın içinde yürüyorum. Elektrik
tellerine sıralanan güvercinlere takılıyor gözüm.
Zemin ayağımın altından kayabilir, başım dönebilir ve ben kendimi bu sabah, upuzun trenlerde, upuzun yolculuklar içinde bulabilirim.
İki üç ahmak etrafımı müthiş bir yorgunluktan çıktığım şu vakit sarmaya
niyetli. İki üç ahmak daima sohbet etmeye çalışıyor benimle. İçimi sabahlara,
trenlere, ellerimin ısınma ümidine ve iyi şiirlere sakladığımı kimse bilmiyor.
Garip bir rüyadan, içinde yürüdüğüm sabaha ulaştığımı bilmiyor kimse.
Ayıplanacak çaresizliklerimizi rüyalara gizleriz.
*
Çehreni başka ışıklarda görmek isterdim. Kısa, uzun, tutkulu, aşık, hain, sessiz, sakin, kalabalık, neşeli, uykulu, düşünceli, elemli ve yalnız çehreni. Her birini başka bir ışık altında, başka bir karanlıkta ve başka bir aydınlıkta görüp, kendime sonsuz bir acı kaynağı yaratabilirdim.
*
Akşam vakti, sokağın iki yanından akan eski evlerin duvarlarından birine
simsiyah boyayla yazılmış şu cümle ruhumda ansızın açılmış bir yara gibi sızlar
durur:
"Çiçeklere aşağıdan bakmaya gidiyorum."
*
Harikulade şeyler, misal olarak toplu bir eğlence, bir çılgınlık ya da
felekten çalınan bir gece bittikten sonra, herkesin kendi haz dünyasına
çekilmesiyle birlikte tenhalaşan yerlerde kendi kendisine dönüp duran bir
şarkının içinde kaybolma arzusu...
Sanıyorum ki, insana lazım olan umursamazlık ve kendi seyrinde akmaya duyduğu mutlak ihtiyaç bu şarkılara gizlenmiştir. Bu şarkılar, kendi haz dünyalarında kıvranmak için kalabalıkları terk eden insanların, orada bir vakit bulunmuş (olmuş) olan varlıklarına duyduğumuz inancı diri tutar. İşitsel bir imge olarak tenhalığı geçmiş zaman ile doldurur.
*
TV'de sabah kuşağının olmazsa olmazı Reality şovlardan birine konuk olan bir
aile oldukça dikkat çekiciydi. Aile, tıpkı kendilerinin ebeveynleri gibi doğan
çocuklarına kimlik çıkarmamış ve mesele düğümlene düğümlene bugünlere gelmişti.
Bu ilginç durumun yanında Reality şovun tanıtımında anons edilen şu cümle
müthiş bir ironiyi de içermekteydi: "Dedenen toruna kimliksizlik..."
Burada mevzubahis kafa kağıdı cinsinden kimliksizlik elbette... Ama bu
tabirin insanı geleceğe dair düşündüren müthiş bir ironi ihtiva ettiği de bir
gerçek. Günümüz dünyasında -ömrümüz vefa ederse eğer- her birimiz geleceğin
dedeleri ve nineleriyiz. Kuşkumuz yok, bunda hemfikiriz.
İster misiniz, çağımızda hepimizi kuşatan mesnetsizliğin ve genellikle
imajinasyona hapsettiğimiz benliklerimizin aslında gelecekteki sözde bir
aydınlanışta büyük bir kimliksizliğin yansıması olduğu idrak edilince, yani her
birimiz geçmişin ve geleceğin kimliksizleri olunca, neslimizin bize en ufak
meyli bir misal mahiyetinde "Dededen toruna kimliksizlik"
olarak yaftalansın.
Kabul etmekte fayda var: kimliksiziz ve gittikçe daha da
kimliksizleştiğimizi, kendimize münhasır hususiyetlerimizi toplumun taklidi haline
getirdiğimizi fark etmiyoruz bile.
Sosyal bir varlık olan insanda toplumun tesirini elbette yadsıyamaz, onu garip
bir aksesuar gibi yadırgayamayız ama her birimizin şahsi hususiyetlerini
oluşturan ve benliklerimizin içinde kıpırdanıp duran "kendi"liğimizi de büsbütün
toplumun aynısı kılma çabamız büyük bir girdap.
*
Zamana göre oldukça saçma olan bir şeyi, hayatın içine bir eğlence diye
katmanın kurnazlığı.
Yüzlerde işporta işi samimiyet.
Kendi yatağımda uyumadığım bol yağmurlu gecelerde, sokak lambasının içeriye
sızan cılız ışığıyla tavana doğru yükselen kitaplığı izliyorum.
Somurtkan toplu taşıma araçları, yalandan yıpranan diller.
Güneşi görüp, hürriyeti ve ferah bir yaşamı kendime kazanılmış bir hak talep
etmenin güncel sızısıyla ayakta durmaya çalışıyorum.
Bir adım sonra karşıma çıkacak yolları, bir gün sonra içime doğacak fikirleri
ve mukavemet gerektiren tüm şeyleri bir çırpıda düşünüyorum.
Bilim, sürat, medeniyet, hoş kokulu kahveler, marjinal safsatalar, bir
yerlerde içini kemiren sebepsizliğe hapsolmuş intihar erbapları arasında
duruyorum. Bir yanıyla istifra etmemek mümkün değil. Sarpa saran olayların
ortasında daimi bir ruh bulantısı içinde geri adım atmamak, hayret etmemek ve
utanç duymamak mümkün değil.
*
Şu Jazz'ın tınısı eski güzel geceleri çağırıyor olabilir. Ben şimdi mum
ışığıyla aydınlanan ve yaprakları sararmış eski kitaplardan pasajlar okuduğumuz
gecelerden bir geceyi dinliyor olabilirim. Deniz karşımızda kuduruyor,
gökyüzünde belirsiz ve karanlık kuşlar uçuyor olabilir.
Ben tıpkı böyle geceler gibi nice tınılarla hatırladığım geceleri bir teşrih
masasına yatırabilir, onları ufak bir cımbızla didik didik edebilir ve bir
zamanlar başımı döndüren kendi sevincimi yeniden bulabilirim.
Yeniden keşfedebilirim, bir elimi yastığımın altında yumruk yapıp uykuya
dalışlarım ve ansızın açılan kapılara karşı duyduğum tedirginlik nereden
tevarüs eden bir çıkmazdır bende. İstesem bulabilirim.
*
Kayalığın üzerinde rüzgara kanat çırpmaya hazır martı oldukça mağrur...
Ayağıma çarpan su ile irkiliyor ve yarısı kumlar altında kalmış şu iskelenin
karşısında, doğanın verdiğini muhakkak alacağına dair inancımı besliyorum. Sudan
adım adım uzaklaşıyorum.
Su ve toprak bizi verdi.
Sudan vazgeçtiğimizde toprak bizi alacak.
*
En ufak bir yaşam belirtisi, bazen bir ses, bazen bir kıpırtı, bazen bir
gölge ve bazen de muhatabını iyi tanıdığımız bir satır yazı, insanı yaban bir
huzursuzluğa sürüklemeye yeter.
*
Yozlaşmanın en büyük delaleti gürültü.
İşitsel olanın kutsiyete yakınlığı, yozlaşmışlığın gürültüsüne yenildiğinde
iş işten geçmiş olacak.
*
Anomi beni, toplumun kalın kumaşından geçen şeffaf bir iğne kılıyor.
*
Yazılacak olan her şeyi yazmış olsak bile tükenişimiz yeni bir
mesele olarak zamana mukavemetini sürdürür. Tükenişimizi her saat, hatta her
dakika yeni çehrelere bürünmüş halde görüp, aydınlık ve karanlık içinde onu
tahrir edebilir, gelecek nesillerin tükenişine katabiliriz.
Vehimlerimizle, umursamazlığımızla, gerçekleşmeyen ya da gerçekleşen
arzularımızlactükeniriz. Çelişkili görünse de olan ve olmayan her şey bizi
tüketmeye muktedirdir. Çünkü tükenişin kaynağı içimizdedir.
Bir bakıma tabiatın ve eşyanın kanunu da mutlak tükeniştir. Eninde sonunda
tüm şişeler devrilir. Zaten devrilmek için vardırlar. Ateş söner, ses kesilir.
Sönen ateşin külü tüter, kesilen sesten sonra dudaklar aralıktır. Mekanlar ise
ıssız kalır.
Mutlak olan gerçekleşir.
*
Geçmiş tasarıların, geçmiş hazların ve yaşama zorunluluğunun bir yansıma
halinde aydınlık sabahlarımıza usul usul yayılması...
Ve bu kez, o sabahlardan bir sabah, içimizden düşen ve bilmem kaç bin
parçaya ayrılan billur bir camın, mazimizi, felaket anlarında bir teselli
olarak artık bize yansıt(a)mayacak olmasının yoksunluğuyla, bu kez mazisiz bir
yaşama zorunluluğuna alışma evremiz.
*
Alacakaranlık sende büyüyor.
Öğlenleri ise ölümü hatırlar gibi olgun bir neşe ile hiçliğe
yuvarlanıyorsun.
En ufak imla hatasından, en feci hadsizliğine kadar şahane bir harmonin var.
En muazzam çaresizlikleri kendin için seçiyorsun.
Gelecekteki yalnızlığına pay biçiyorsun.
Geçmişteki kalabalığını içinin duvarlarına resmediyorsun.
Şimdi koşabilirsin,
Ana kucağından, çirkin şehirlere,
Tutkuyla yazılmış şiirlere,
Büyük saatlerin altında, zaman kadar sahici yanılgılara,
Pişman gibi yüzünle,
Ağdalı bir hüzünle,
Kendine sakladığın yaşam provalarını bir kenara bırakarak,
Koşabilir, koşabilir ve en sonunda çatlayarak ölebilirsin.
*
Kendimi tam tekmil ve parçalanmamış hissettiğim zamanlar nadirdir.
*
Yağmur karanlığı, ağır zamanın hüküm sürdüğü sessiz salona usul usul yayılıyor.
Elimde Rilke'nin "Malte Laurids Brigge'nin Notları", okuyorum.
Bu kitabın sayfalarını çevirmek, Rilke'nin zihnindeki asil kıvrımlarda hayal ile gerçeği bir türlü ayırt edemeden dolaşmak gibi.
Az sonra bir kahve içmek için koyduğum suyun kaynadıkça telaşlanan kıpırtısı salondaki sessizliği bozuyor. Kalkıp kendime bir kahve yapıyorum. Biraz daha okuyor ve uyuyakalıyorum. Uyandığımda yağmur karanlığı salonda yine... Zaman ise oldukça hafiflemiş.
*
Sanki bir yağmur damlasıydın... Boynun bükük, iki büklüm bir halde, Tanrı'ya
her an yalvaracakmış gibi damlamayı beklerdin toprağına. Beni ezelî ve ebedî
varlık dramına, bu manzaran inandırdı.
O gün bugün varlığımızın, tıpkı ağaçların gövdesinden süzülen iri yağmur
damlaları gibi, ihtiyar dünyanın gövdesinden toprağa kavuşmak için süzüldüğünü
hissediyorum ben.
O gün bugündür tüm insanlığı, şiddetli bir yağmurun, ulu bir ağacın taze
yapraklarında biriken ve vaktini bekleyen damlaları olarak, mahzun ve bedbin
görüyorum.
*
Çehrelerinden, baldıran, dışkı, kan ve çiçek akan insanlar.
Bir manzara önünden bin manzaraya,
Şaşkın gözlerle bakan insanlar.
Karanlık kuytuların ıssızlığında çarpan kalpleri,
Soğuk, alacalı ve rutubetli duvarlara kazınmış,
Geçmiş nesillerin,
Bizlere vaatleri...
Kan kusar, kızıllanır,
Çamurlarına bulanır sapa yolların,
Yaşamdan ölüme giden, erken vakitlerinde,
Dizlerinde yoksulluk kıpırtıları,
Göğüslerinde bereketi eski günahların.
*
"Ave! Morituri te salutant!"* diyerek ölmeyeceğimi
biliyorum. Ama yine de bir selam ile göçüp gitmenin mahzun fiyakası üzerime son
kez kuşandığım bir kılıç gibi beni ebediyetime uğurlasaydı...
Aslında gözlerimi açtığımda ve bana anlatılana göre eski bir beşikte
yatarken annemle babamın ellerini üst üste koyup birleştirdiğimde de dünyayı ve
dünya içine sığdırılmış tüm kutsiyeti selamlamak isterdim. Çünkü bu selam,
dünyaya ve içine sığdırılmış kutsiyete karşı harika bir istihza ile birlikte
mutlak mağlubiyeti kabul etmek demekti.
Şöyle bir bakarsak, mağlubiyeti baştan kabul etmiş insanların, mağlubiyet
sebeplerine karşı takındıkları müstehzi tavır imrenilecek bir şeydir. Nasıl
olmasın ki? Madem mağlubuz, başka neyin kıymeti var?
Doğmak mağlubiyetini tattıktan sonra galibiyetin de bir kıymeti yoktur
artık.
Dipnotlar
*Orjinali "Ave Caesar! Morituri te salutant!" (Selam sana ey Caesar! Ölmek üzere olanlar seni selamlar!) Roma'da gladyatörlerin savaşmak için arenaya adım atarken imparatora söyledikleri.
Mayıs
Uzun
ayrılıklardan sonra bile uçsuz bucaksız göğün içinden geri döneceğimiz
sizlersiniz, bizleri yorgunluğumuz ve böylesine muhtaç olduğumuz bedenlerinizin
üstüne düşen başlarımızın ağırlığından tanıyacaksınız.
John Berger, Portreler / Caravaggio
Boş bir odada, boş bir evde olmak tedirgin etmez bizi. Ama boş bir
komplekste, mesela içinde bizden başka kimsenin olmadığını bildiğimiz bir
alışveriş merkezinde, bir otelde, bir toplantı salonunda tek başına olduğumuzu
düşünmek bile içimizde garip bir vehim uyandırır. Kalabalık olarak görmeye
aşina olduğumuz yerlere zihnimizin içinde giydirdiğimiz çarpıcı ıssızlık, ilkel
bir emniyetsizlik duygusuyla bizi çıldırmanın eşiğine getirir.
Huzursuzlukların en eskisi, boyumuzu aşan büyük mekanlarda tek başına kalmaktır. (Gotik mimariyi besleyen unsurlar?
*
Tren istasyonunun merdivenlerinden eşininkoluna girmiş bir şekilde ağır aksak çıkan kör adam... Kadının diğer elinde geniş bir çanta. Kıyafetleri solgun, yamalı... Merdivenleri çıktıktan sonra meydana açılan yolun hemen sağına doğru ilerliyorlar. Önümden geçerlerken ifadesiz yüzleri dikkatimi çekiyor. Kadın elindeki çantadan bir tabure çıkartıp eşinin oturmasına yardım ediyor. Ardından kendisi de yere oturup, çantadan bir kaval ve metal bir çanak çıkarıp, kavalı adamın eline aceleyle tutuştururken bir eliyle de çanağı adamın önüne iliştiriveriyor. Bir bakıyorum ki, tasın içinde buruş buruş eski bir beş lira duruyor. Kadının bir gözüyle gelip geçen kalabalığı izlerken diğer eliyle parayı kimselere, hatta bana bile belli etmeden bu tasa koymuş olmasına, siftahsız bir işin pek de ilgi çekici olmadığını düşünmesine ve el çabukluğuna şaşırıyorum...
Adam kavalını acı acı üflemeye başlıyor. Gelip geçen insanlarda
ufak bir şaşkınlık. Kaval sesinin geldiği yöne şöyle bir bakıp yürümeye devam
ediyorlar. Kadın, adamın yanına çömelip bir elini yanağına koyarak, düşünceli
olmaktan ziyade "düşünceliymişçesine" bilinmez bir noktaya dalıp
gidiyor sonra. Yüzüne "acıdan" bir maske takmak isteyen insanın
sefalet, kurnazlık, gariplik içinde çalkalanan ve toplumun merhametinden
kendisine haksız pay biçen manzarası. Umut ile nefret arasında çarpan kalbimle
sırtımı dönüp kalabalıklara karışıyorum.
*
Mekan ve zamanın içinde ufak bir çakıl taşı misali, o sonsuz, o ulvi karanlığa doğru düşüyorum.
*
Yakamı geçmişin çamurlu ellerinden kurtarsam, geleceğin soru işaretlerinden kurtaramıyorum. Ve en sancılı anlarımda, köşe başlarından dönerek donuk
yüzleriyle karşımda dikilen ve o gün hangi menkıbe, hangi tavsiye revaçtaysa öğüt
olarak yüzüme bir bir sıralayan bilgeler!
Sıra beklemeyi bilmeyen yığınlar, tek kelimeyle hüküm biçip, düşünmeden yargılayanlar...
Sadece başkalarının emeğini değil, yaşamını da sömürenler... İstediği şarkıyı
çalmadığı için sokak sanatçılarını bilmem kaç yerinden bıçaklayıp öldürenler...
Yakamı geçmişin yıpranmış ve titrek ellerinden kurtarsam, geleceğin metal
rengi ve sıhhatli pençelerinden kurtaramıyorum. Ve en sancılı anlarımda her
kapının açıldığı yerde dikilen ve yüzlerinde yapış yapış bir sırıtmayla beni
kendi dünyalarının harikalığına buyur eden aymazlar!
*
Misal olarak ihtiyar idealistlerin o el değmemiş inançlarına bir türlü gösterilmeyen rağbetin insanlık tarihi kadar eski hüznü.
Çehremi, göz bebeklerimi, ellerimi, sözlerimi sanki beni çevreleyen her şeyi, kendisini ifade edemeyen, mahzun kalmış insanların aynı anda yoğrulduğu bir teknede kaybetmek istiyorum.
*
Fransız usulü ufak bir cafenin camekanındaki kitapların arasında, gri
kapağında Yakup Kadri'nin keyifsiz çehresi bulunan "Yaban"ı görüyorum. Aklıma
çok değil, bir yıl önceki yalnızlığım geliyor. Şimdi hazırım... Ben, ahşap
kütüphanemin kuytularına gizlediğim o bir yıl önceki yalnızlığımı itinayla
yerinden çıkarıp, kifayetsizliğin azap dolu çırpınışlarını hevesle selamlamak için
yeniden ruhuma giyebilirim.
*
Mazot, kir, çamur, tükürük, ses ve kan.
Kendi söylediğini mutlak haklı bulan ve çok kutuplu bir haklılıklar kumpanyası arasında kıvranan insanlık.
Sesimiz kabarır, boğulur ve söner.
Söner... Tıpkı arkasında aceleyle yazılmış bir mektup bırakarak kendini tren
raylarına atan o genç kadının sönen sesi gibi.
O kadını birkaç saat konuştular ancak. Onu bilenler ve buhranının emsalsiz
ağırlığının bir ucundan tutanlar konuştular sadece.
Sonra sustular.
Birden fazla haklılıkların gür sesi arasında, sesi sönenlerin ve susanların
zamanıdır artık.
*
Öğlen vakti dört yol ağzında, yağan yağmura aldırış etmeden duran sırılsıklam,
çamur renkli bir köpek... Göğsünü kabartıp, nemli yüzünü yağmura vererek
kesik kesik ulumaya başlıyor. Olduğum yerde durup izliyorum onu. Ulumalarının
kesildiği yerde zehirli bir nefes alıp yeniden başlıyor ulumaya. Huzursuzluk
içime işliyor. Hemen gitmiyorum, acelem yok. Öğlen vakti beni bulan bu
huzursuzluğun tadını çıkarmalıyım. Birkaç kere daha uluduktan sonra başını öne
eğerek aheste aheste yürümeye başlıyor. Tereddüt dolu yılgın adımlarını, merak
dolu adımlarımla takip ediyorum. O yürüyor, ben de yürüyorum. Biraz sonra yine duruyor.
Fark ediyorum ki, durduğu yer başka bir dört yol ağzıdır. Yağan yağmuru başında,
gövdesinde, her zerresinde hissettiğini anlıyorum. Sırılsıklam bir acı bu.
Dörtyol ağızlarında, kaybettiğini çaresizce arayan ya da akıbetini bekleyen bir
can.
Bahar yağmurlarıyla olmasa bile, ateşler içindeki uykulardan uyanmış terli
gövdelerimizin farkı yok bu köpeğin ıslak, çelimsiz gövdesinden. Her şey bir
ihtimale gebedir. Rüyalar düğümlenir, çözülür ve gerçeğe karışır. Geçen her
saat, dört yol ağızlarında, hangi taraftan geleceğini bilmediğimiz bir belayı
yahut inayeti beklemekle geçer.
Çünkü bir kadere sahip olmak, ne getireceğini bilemediğimiz bir dört yol
ağzında beklemektir.
*
Bir gece vakti buğulu gözlerinin içindeki yıldız ölülerini sayarken bana
sormuştun:
"En çok hangi ressamı seviyorsun?"
"Caravaggio, çünkü gölgeleri severim" deyince nedendir
bilmem tebessüm etmiştin.
Şimdi John Berger'in “Portreler'”inden, “Caravaggio"yu
yazdığı o şahane bölümden okuyorum bizi.
*
Nesne, özne ve tanımdan müteşekkil bir merhem, felsefî yaralarımıza sürülmek
için hazırlanır. Umulan kesin bir şifadan ziyade acıyı dindirmektir
sadece.
*
Yemek bulmak için çöpü karıştıran bir adamı dikkatle izlemek; yaşama,
galibiyete, uykuya ve cesarete karşı takınılan her tutumu değiştirmeye
muktedirdir.
*
Bizler o kadar çok kutsiyetle doldurulduk ki; kutsiyetin, dünya olmadıktan
sonra aslında bir hiç olduğunu fark edemeyecek kadar yanıldık. Kutsiyeti şahsi
mülkümüz haline getirdik. Sokaklarda, tozlu raflarda, ekranlarda kullanma
pratikleriyle birlikte kutsiyet pazarlanır oldu adeta. Kapış kapış gitti ve onu
elde edemeyenlere ise ayıplayarak bakmaya başladık.
*
İmajlar tozlu camlardaki yağmur damlaları gibi. Damlıyor ve camın sathında
ancak kendi mevcudiyeti kadar bir yol açarak usul usul ilerliyor. Zihnimizde
bir vehim haline gelen kimi imajların bazen rüyalarımızda, bazen
yürüyüşlerimizde, bazen en mahrem anlarımızda karşımıza çıkması bundan.
Ruhumuzun tozlu camlarındaki yağmur damlaları her zaman sanıldığı gibi
berrak değil oysa.
Kirli imgelerimiz var.
*
Asimetri eşyanın mahremiyeti. Onun görünmeyen ve belki de hakiki yüzü.
Düzenin içinde, görünen mükemmelin yanında, mutlak eksikliğin teşhiri...
Asimetri, simetrinin hudutlarındaki tesire başkaldırıdır ve bu
başkaldırıda dünya tarihi gizlidir.
Mesela doğumlar asimetriktir, ölümler de. Aşklar ve savaşlar da.
Kendisini çevreleyen genel nizamı, ani doğumlar, ölümler, savaşlar ve aşklar
gibi bozar asimetri.
Yaşamın asimetri ile gizli ortaklığının çocuğudur varoluş.
*
Rüyalarında kırık dökük mezar taşlarının arasında dolaşanlardan varlığı sual
edin. Yokluk ile zayıf bir nefesin arasında salınan narin çizgiyi
size ezbere anlatacaklardır.
*
Annemle o zamanlar henüz kalabalık bir kafe haline gelmemiş Tophane
yamaçlarındaki banklara yaz aylarında ellerimizde birer yıpranmış kitapla
oturur, aşağıda akan otomobilleri ve insanları unutur, okumaktan yorulduğumuz
zamanlarda ise büyük bir merakla, hemen ayaklarımızın ucundaki yuvaları etrafında telaşla koşuşturan karıncaları izlerdik. Zaman nasıl geçerdi
anlamazdık bile.
Bu bir nevi her şeyi unutma gayretimizdi.
Şimdi ben şehrin küf kokan hangi köşe başında, hangi meydanda ve
unutulup bir köşede kalmış hangi bankın hemen önünde, ufak kum tepeciklerinin
etrafında kıpırdanıp duran karıncaların telaşını izleyip de unuturum
yaşadığımı?
*
Eski Ermeni Kilisesinin bulunduğu sokaktaki kafelerden birine kilisenin
yıkık dökük taçkapısını izlemek için oturuyorum. Güzel bir piyano sonatı yeni
başlayan yağmura eşlik ediyor, oturduğum yerin üstüne gerilmiş brandaya çarpan
iri yağmur damlaları, bozkırda koşuşturan atların yumuşak toprakta çırpınan
toynak seslerini andırıyor.
Kaldırımlar, üzerinde branda olmayan masalar ve karşımda yükselen kilisenin
taçkapısının alınlığı da ıslanıyor. Tunçtan olduğunu hükmettiğim soluk
kahverengi ve çiçek bezemeli kapının iki tarafında yer alan sütun formunda
işlenmiş mermerlerin yüzeyinden süzülen damlalar hemen dibinde biten yabani
otların yapraklarında toplanıyor. Kilisenin sokak boyu uzanan ve sıvasının
dökülmemiş kısımlarından bir zamanlar sarı olduğunu anladığım duvarlarının ardından yıkık dökük bir çan kulesi gözüküyor.
Güneş bir görünüp bir kayboluyor. Göründüğünde taçkapının mermer
kıvrımlarındaki gölgelerde ıslak ve sarı ürpertiler uyandırıyor; kaybolduğunda
ise kirli, ölgün bir beyazdan başka bir şey kalmıyor ortada.
Bir müddet izliyorum bu manzarayı. Piyano sonatı bitiyor, çayımı bitirip kalkıyorum.
Haziran
Sessiz kaldığımız yerlerde
büyüyen skandallara karşı, onları zamanı gelince bir nevi ıslah etmenin, yani
yeri geldiğinde varlığı inkar etmeye kadar varabilmenin umursamazlığına kim katlanabilir?
*
Biraz da olsa düşünmeyi bilen
bir insanın bazı geceler uykuya dalmadan önce kendisine sorması gereken soru şu
olmalı:
“Gözlerimi, bir daha
açılmamak üzere kapatmadan önce göreceğim son şey ne olacak?“
*
Şimdilik iyi niyetlerle
ayakta tutulmaya çalışılan vicdan iş görüyor.
Ya sonra?
Şimdilik kapılar ardında konuşulanlara
kulak misafiri olunması ayıplanacak bir şey.
Ya sonra?
Ya sonra arz çatlar, zaman
istifra eder, gece bulanır, gök kanlı bir yara gibi damar damar açılırsa?
Oradan boşalacak olan her
zaman yağmur olmaz.
Sıcak bir sudaymış gibi yaz
mevsimlerinin kuytularında gevşeyen etimizi, kemiğimizi, zihnimizi emanet
edecek bir yuvamız var mı şimdi?
Sonralar muallak.
*
İnsan ruhunun kat edeceği en
büyük merhalelerden biri, bir gece vakti aynanın karşısına geçip, kendi
yansımasıyla tıpkı bir yabancıymış gibi göz göze gelmesidir.
*
Yaraların lisanı da aynı
değil. Kimse, kimsenin yaralandığı yerden konuşmaz… Her açılan yara, acıya
başka bir lisan verir.
*
Sabahın ilk saatleri… Başımı
mutfağın kapısına dayamış, günün ilk kahvesini içmek için suyun kaynamasını
beklerken evimin salonunu izliyorum. Salonun perdeleri ardından içeri dolan
sarı bir sabah.
Bu sarı sabah ilk önce
pencerenin hemen yanında duran ufak çalışma masasında, sonra hemen yanındaki
kütüphanede dizili kitap kapaklarında ve en nihayetinde eski duvar
saatinin tozlu camında dolaşarak yüzümün çizgilerine siniyor. Aynaya bakasım
yok. Yerimden kıpırdasam, bu sarı sabah bir anda kaybolacak sanki… Gözlerimi
kapatıyorum, göz kapaklarımın ardında gölgesiz, uykulu, sıcak ve bereketli bir
aydınlık. Bu aydınlık, tarlada çalışana emek, fabrikada çalışana uyku, çarşılara
kalabalık, meydanlara zaman, kimsesizlere şefkat demek.
Kahve suyu hazır. Kendime bir
kahve yapmak için mutfağa giriyorum.
*
*
Ne hoş, ne zarif, ne müthiş
şey tükenmek!
*
Kendimi şehrin uğultusundan
kurtarıp bir köşede “Karamazov Kardeşler”i aralıyorum. Gözüme çarpan ilk
cümle:
“İnsan soylu ol!”
Sadece insan soylu olmak
insana yeter!
*
Sanki ben, Rojas’ın “La
Miseria”sındaki gibi rutubetli ve üzerinde hasta bir kadının bulunduğu
derme çatma yataktan başka bir şey olmayan o yoksul odada, gözleri yerdeki
bilinmezliğe mıhlanmış, elini ölümün solgun elinin yanına koymuş o adamım.
Başımın üzerinde çerçevelenmiş birkaç mutlu hatıra…
Tıpkı "La Miseria"daki o adam
gibi yalnızlığı ve ölümü duyarak; aslında geleceğin olmadığı, geçmişin ve
şimdinin ise her an infilak etmeye hazır bulunduğu bir odada oturuyorum sanki.
Elim, kirden kararmış çarşafın üzerinde ölümün elini arıyor.
*
Yıldızları kumsallardan
toplayabilir, göğün ve denizin ilk mavisinde şarkılar söyleyebiliriz.
Karanlık odalarda, perdelerin
arkasından sızan sokak lambalarının sinsi ışıklarıyla bölünen uykularımızı
çocukluk rüyalarımızla avutabilir toprağın, havanın ve suyun şiirini, adımızı
duyduğumuz ilk sesten yeniden dinleyebiliriz…
Çocukluk rüyalarımızda ilk
huzurumuz, ilk
nefesimiz ve aynadaki ilk aksimiz gizlidir.
*
Şehrin ara sokakları, şimdi
gökdelenlerin birer birer yükseldiği ovaya açılıyor. Mesela şu eski sokağın
caddeye çıkan yerinde bulunan zafer takının ardından şöyle bir baksanız;
caddeden gelip geçen otomobilleri, caddenin karşısından aşağıya, ovaya doğru
uzanan evleri ve en sonunda ovadaki gökdelen yağmurunu görebilirsiniz.
Hiç böyle bakmamıştım şehre…
Bu şehir ki, ilk gençliğin
yaz akşamlarında tatlı bir hayal olur, başımda usul usul salınır, beni
kelimelerin sıcak, taze ve rahat iklimine çekerdi. Bu tek galibiyetti bana.
Gökdelenler ve sokak başlarında meçhul bir savaşın zafer takları yoktu henüz.
Beni eski taşlardan, yüzümü
ulvi bir çağrı misali okşayan rüzgarlardan, köşe başlarından, sessiz
hıçkırıklardan, umutlardan, inayetlerden ve kendi ruhumun kuytularından
uzaklaştıran bu meçhul savaşın başlangıcı oldu işte…
Gökdelenler, otomobiller,
dükkanlar olduğu yerde… Zafer takının altından, o meçhul savaşa değil de, ilk
gençliğimin Pyrrhus galibiyetine nasıl körü körüne inanmış olduğumu düşünerek,
alnımda bir ışık curcunası ve elimde bitirmek üzere olduğum bir kitap ile
aheste aheste geçiyorum.
*
Bazı geceler kendi kendimize
“Magna Carta” tesirinde yarınlar yaratmıyor olsak, yaşamanın ne denli zor
olduğu gerçeğinin altında ezilirdik.
Bizi yaşatan kudret, gecelerin
içinde gizlidir.
İnsanlığın ilk çağlarında
yaşamı, tabiatın geceye ait tehlikelerinden koruyan kaygı; çağımızda, uykusuz
gözlerde yarına dair hüküm süren münferit sözleşmelerden ibaret.
*
Fabrikasyonun, mekanik
sinyallerin, bilişimin tek düze, beyin patlatan üretkenliği ve çağrısına karşı;
savrulan kalplerin, kapağı aralanan kitapların, mırıldanan şarkıların, “Bir”
olanın yumuşak ve sessiz çoğalışı…
Hodler’in yansıma kuramı
gibi…
Bizi, çağın soluğunu her an
ensemizde hissettiğimiz soğuk kıyametinden kurtaracak olan bu.
Misal olarak
"Karamazov Kardeşler". Klasiktir elbet. Edebiyatın da son derece
teknik bir hal alması yüzünden son yıllarda yazılan fabrikasyon, mekanik,
tatsız ve çilesiz eserlere de benzemez asla... Dünya edebiyat tarihinde misal
olarak gösterilecek nadide eserlerdendir. Mükemmel bir yansıma ve çoğalma
diyalektiği üzerine kurulmuştur. "Bir" olan onlarca damara
kavuşur ve bu damarın her atışında yoğun ve kıvamlı bir şekilde okuyanın
şuuruna yayılır...
Fyodar Pavloviç'in benliği Dmitri'ye, İvan'ın benliği Smerdyakov'a,
Stratez Zosima'nın benliği Alyoşa'ya yansır ve bu yansıma romanın gizli
akışında, yani satır aralarında çoğalır. Bu çoğalış romandaki karakterlerin
arasında her an çatışma yaratmaktadır. "Karamazov Kardeşler" her an onu okuyan tarafından yazılmaya devam eden bir roman gibidir.
*
Gün bitmeden son bir kez
yanında durdum.
Seni o gece son kez okudum.
*
“Şimdi ben, şehrin batısında yükselen o dağın kuytularında
bulutlara yakın olabilir ve iplik iplik yağan o yağmurda bir ağaç dalı gibi
temkinsiz ıslanabilirdim. Sığınacak bir kulübe bulabilir, o kulübenin içinde yalnızca insanın ruhuna değil, tüm tekinsiz yerlere hücum eden
korkularla baş etmemeye, hatta onlara teslim olmaya karar verebilirdim. Böylece
tabiata ve kendime karşı tüm savunmalarımın beyhude oluşunu bir çırpıda
kavrayabilir ve benim için yazılmış olan sırrın ucundan tutabilirdim.”
Kalemi elimden bıraktım.
Masamın beyaz örtüsünde ufak ve siyah bir kıpırtı dikkatimi çekti. Bir
karıncaydı bu… O an masamın üzerinde, bir dağ gibi sivrilen dolu küllüğün
etrafında çaresizce dolaşan o siyah karıncadan bir farkımın olmadığını anladım.
İkimizin de başında bulutların dönüp durduğu kendi dağlarımıza ve müthiş ıssızlığa ulaşmamız mümkün değildi.
*
Plastik sandalyede
oturuyorum. Saçlarımı kesiyorsun… İçimden bir sigara içmek geliyor, bir de
aynaya bakmak. Bir sigara içip, aynaya bakıp, sonra seninle bir yaz rüyasına
dalmak için uyusak…
Kötü haberler gelecek. Kötü
haberlerin içimi huzursuz eden adımlarını saatlerin tik taklarında duyuyorum.
Karanlık odaya süzülen ışıkta, kıpırtısız perdelerde, tenlerimizde gizli bir
ölüm var.
*
Hatırlıyorum… Birkaç sene
önce tam da bu mevsimde nemli toprak üzerinde baykuşların gündüz vakti
ötüşlerini duya duya yürüyor, karşıdan, coşkun akan nehrin aşıp geldiği tepe
üzerinden ağır ağır üzerimize ilerleyen yağmura karşı kendimizi tedbirsiz
hissediyorduk. O gün duyduğum son ses, baykuşların ötüşü olsaydı, gördüğüm son
manzara ise nehrin üzerinden gelen yağmur bulutları… Gam yemezdim. Nemli
toprakta öylece uzanır, ebediyete kadar kalırdım. Fazla da bir şey istemezdim.
Biliyordum ki, tabiat ortasında istediği gibi, hiç bir şeyden mesul tutulmadan
ve bizzat kendi ölümüyle, kendisine göre ölürdü insan.
Günler geçti. Yağmurun
üzerimizden geçişini anlamadım, sanki bir hayaldi… Baykuşlar sustu. Hiç
ötmemişler miydi yoksa? Her gece uyurken başımın üzerinde yükselen duvar, ayak
ucumda sabah güneşi, ellerimde uyuşukluklar kaldı. Tabiatta ölmenin sadece bir
rüya olduğunu anladım.
*
Kendi amacını, kendi
icrasında gizlemiş ve kendisine böyle bir enigma kazandırmaya çalışan modern
sanat gösterisi… Devrilen kırmızı kovaların büyüsü, kovaların devrilmesinden
doğan sözde şaşkınlıkta gizli… Kısır performans… Çaylak Katharsis…
Neyse ki kırmızı kovaları değil, soyut yaratımlarını üst üste koyup, toplumların daimi hengamesinde bir eser var etmenin buhranını yaşayan ve sanatı salt bir ifade biçimi olarak değil de, insanlığın ortak mirası olarak gören gerçek sanatçılar var.
*
Dünyaya ilk kez açılan gözlerin önünde yeni bir kıyamet yolculuğu uzanıyor.
Son kez kapanan gözlerin ardında ise tamamlanmış ve tekamüle erişmiş bir kıyamet saklanıyor.
*
Ihlamur kokuları insanı eve ve yalnızlığa çağırıyor.
*
Sıcak ve tozlu kaldırımlar üzerinde bir su gibi süzülüp, sonsuz hüzünlere ve
yanılgılara gitsem. Durduğumda bulansam, aktığımda arınsam. Hoyrat günler, sakin
geceler geçse üzerimden.
Bir öğlen düşü.
*
O berrak, o nur topu gibi düşlenen masalsı varlık hayaline inanmaktan
vazgeçtim ve hakiki varlığı; bir köşede kalmış, nemli, ağır ve sancılı bir
baştan yolunup atılmış bir saç yumağına benzeyen hakiki varlığı iğrenmeden
ellerime alıp: "İşte her şey bundan ibaret!" diyerek ilan ediyorum
şimdi.
Kabul edilecekse daima beklenen ve saflığına inanılan basit inayet değil,
hakikatin daimi iğretiliği ve zorluğu kabul edilmeli!
*
Bir bayram günü, ciltleri tozlu fotoğraf albümlerinden birinde rastladığım
çocukluk fotoğrafım... Annemin kucağında, kolumu onun boynuna erkekçe atmış bir
şekilde oturuyor, vakur gözlerimle fotoğraf makinesine bakıyorum. Kırmızı
yakalı gömleğimin üzerinde rengarenk harf desenleri...
Eskiden harfler sadece gömleğimin üzerindeymiş. Şimdi öyle değil... Şimdi onlar birleşiyor, bir fotoğraf karesine sığmayan ıstıraplar halinde kelimeler, cümleler oluşturuyor ve böylece hayatımın en muhkem bazen de en ayan beyan kesitlerinden bahsetmiş oluyorlar. Onları yok etmek mümkün değil. Onlar ki, bekleneni olan gecelerin, korkulu uykuların, mutlu uyanışların, ilk aşkların, ayrılıkların, ibretlerin ve yakarışların biricik sığınağı.
Temmuz
Kalabalıkların arasında, insanların adımlarını hesapsızca attığı ve böylece kendilerini
avuttukları eski bir çarşıda mesela; ya da bir mahşer yerini andıran
meydanlarda, damarlarımda zamanın kıpırdadığını hissediyorum. Sanki bir
boşlukta, benden yansıyarak içime doğru derinleşen tehlikeli bir boşlukta
yürüyorum.
Şöyle bir düşününce uzamın,
yani uzayda bir biçime, bir yere sahip olmanın, sayılarla ölçülen
emsalsizliğinden kaçmak için boşluk hissine mecburen sığındığımı anlıyorum. Bu,
tıpkı aynalarla dolu bir odada çoğalan akislerle birlikte boşluk hissinin de
büyüyecek olması gibi geliyor bana.
Çünkü aynalı bir odada, zaman damarlarda kıpırdar, kendisiyle fazlasıyla yüz yüze gelen insan, çetin bir vertigo kriziyle dengesini yitirir. Artık uzam yerine, büyük ve yansımalı bir boşluk vardır.
*
Bazı öğle vakitlerinde,
ıssızlıkla birlikte büyüyen yoksunluk duygusu, bizi yeni arayışlara sürükler.
Aranan hiç bir zaman bulunamayacak olsa bile.
*
Sessiz delilik. Kıpırtısız yaşamak. Düşünülen yerde başlanan yolculuk.
Karanlık çağın, arınmayı ve
tükenişi bir sis gibi örten bu çağın, gövdelerde kanlanan izi.
Ebedi dönüş. Anne karnında ve
toprakta ter. Ayna karşısında tebessüm. Görülene ve görülmeyene dair ne varsa
kutsal gaflet.
*
Balkonun havalanan perdesinin
altından odaya giren ve başlı başına bir yalnızlık olarak dolaşan beyaz kediyi,
yattığım yerde mahmur gözlerimle izledim. Uysal adımlarla bana, saate, uykuya
ve yeni doğan güne aldırış etmeden girdiği gibi perdenin tam havalandığı anda
çıktı odadan.
Zamanın içinde gelişen, zaman
dışına ait bir hayal gibiydi.
*
Aslında insanlığın gördüğü
her şeye bir isim verme hastalığı, yaşamı büyük bir trajediye dönüştürdü.
Yanılgılar isimlerle başladı… Aldanışlarımızın her birinin bir ismi vardı.
Tuhaf ama, bizi, parçası olduğumuz yığınların arasında isimsiz kılan isimlerimizdi.
İsimlerimizle sıradanlaştık.
Oysa isimsiz, izsiz ve yalnızca bir nefes olarak içimizdeki şeffaf boşluktan süzülen bir öğlen güneşini duya
duya havada süzülebilir, yaşamı, kendi benzerliklerimizle eşit imkanlı bir
bekleyişe dönüştürebilirdik.
*
Yaz sabahının ağırlığından
kurtulmak için 1980 model kasetçalarlı radyomu açtığımda “Comfortably Numb”
çalıyordu. Tebessüm ederek pencereye yöneldim. Bu tesadüf hoşuma gitmişti.
Karşıda, sıvası dökülmüş apartmanın çatısına konan güvercinleri, gördüğüm bu
tuhaf manzaranın sol tarafında uzanan ve yetiştikleri toprağa göre dalları bu
mevsimde bir hayli gürbüz olan ağaçları izlemeye başladım. Güvercinler
apartmanın çatısından, bu ağaçların dallarına konmadan geçmezlerdi. Daha önce
de izlemiştim onları. Onların kısacık, birkaç kanat çırpışıyla hedeflerine
ulaştıkları bu yolculuklarını muhakkak görmeliydim.
Kulağım radyodaydı. Comfortably
Numb akıyor, o epik, o müthiş solo yaklaşıyordu. Süratle radyonun
sesini biraz daha yükselttim. O an solonun ilk notalarını acımazca bölen
radyocu, şarkının nostaljik tınısına göre oldukça modern ve bir o kadar da
iğreti sesiyle günün haberlerinden bahsetmeye başladı. Radyoya istemsizce
öfkeli bir bakış attım. Gözlerimi yeniden manzarama çevirdiğimde güvercinlerin
bu kez ağaçlara uğramadan çekip gittiğini gördüm.
*
“Ben” diyor, “Hastaneden eve ambulans içinde dönerken doğrulmaya çalışıp, ufacık camlardan şehri görmeye çalıştım. Yatağa mahkum olduktan sonra şehirde neler değişti diye merak ediyor, insanları ve hayatın her günkü sıradan akışını görmek istiyordum…”
Gözleri
dolu dolu ekliyor: “Ben kendi içimdeki zamanın durmadığına inanmalıydım. “
*
Kültür, nicelikten estetik, mübalağadan bunalmış durumda.
*
Yol,
Tabiat Ve Kültürel Terk Edilmişlik: Assos Notları
9 Temmuz
Gidilecek yolun farkına
varmak ve şu yağmurlu akşamüstünde kirli bir çanta ile yola çıkmak… Alkol kokan
adam. Yanmayan çakmak.
Şehrin denize yakın kısmına
vardığımda yağmur diniyor.
*
10 Temmuz
Yeni doğmuş güneşi arkamıza
alıp, her seferinde biraz daha kıvrılan virajlardan domates kamyonlarıyla
birlikte akarak batıya doğru gidiyoruz. Bir ara, sakin ve o saatlerde henüz
beyaz olan denizin kıyısından koyu birer leke olarak uzanan tepelere bakıyorum.
Bir şehri gün doğarken geride bırakmak, zamanın bir parçasını da o şehirde
bırakmak gibi geliyor bana.
Köy mezarlıkları, yol
kenarındaki ıssız karpuzcular, ölü hayvanlar… Çakıllı yolda sarsılan otomobil. Çadırlar…
Denize girilen ilk an… İlk
ürperiş. Saydam denizin dibinde kıpırdanan balıklar. Gece vakti iskelenin
ucundaki ebedi karanlık… Karşıda, tek tük ışıklarıyla seçilen ve geceyi sanki
kendi heybetinden doğuran Midilli. Kıyıya sanki her vuruşunda biraz daha
öfkelenen hırçın dalgalar. Saçlarımda uçuşan ve ancak iskelenin boyu kadar
geride bırakabildiğim kara parçasından kopup gelerek sırtımı okşayan ılık
rüzgar.
Göğün, denizin ve ufkun
belirsiz çizgilerinden zorla seçilen uzaktaki karanın, aynı renk ve aynı
esrarlı tavırla, zamana inat bir şekilde yoğun ve sonsuz bir karanlık olarak
sanki dünya üzerinde aldığım ilk nefesmişçesine içime dolması. Dalga sesleri
ile ulvi bir seremoni halinde etrafımda salınan yokluk. Bu yoklukta hudut yok.
Sadece yıldızların ve yaşanmış zamanın “gerçekliği bile aşan gerçekliği”
var. Yaşamanın bambaşka bir veçhesi…
Bu bir doğuştur. Sıcak
kumların arasında gezinen örümceklerin, dikenleriyle yürüyen deniz
kestanelerinin, bir kolu kopmuş deniz yıldızlarının, uzaklarda bekleyen
evlerin, yankısız seslerin ve denizin her hamlesinde çözülmesi zor bir kimya
haline gelen bedenlerin yeniden doğuşu.
*
12 Temmuz
Saat: 05.15
Deniz üzerinde geceden kalma
incecik bir sis… Eflatun bir rüyada tatlı tatlı mırıldanan su… Sabahın oluşuyla
artan ısı, çoğalan sarı… Durgun suda şeffaf ve yalansız bir hayat gibi
kımıldayan yavru balıklar. Açıklardan geçen balıkçı takaları… Uzaklardaki
bahçelerden duyulan horoz ve köpek sesleri.
13 Temmuz
Biraz yeşil, biraz mavi ve
sonra biraz daha mavi… Yaklaştıkça göz alan, kıvranan ve şehvetle köpüren
dalgalar. Çadırın içindeki ılık hava… Dört mütebessim çehre… Zeytin ağacının
altında sert bir sabah kahvesi ve iki dal sigara. Tende nabız gibi çarpan
sıcaklık. Tozlu ayaklar.
*
Tabiatın sakinliğinden insan seline karışıp, oldukça kalabalık
kordonun sağ tarafına serdikleri ıslak balıkçı ağlarını ve az ileride klarnet
çalan genç adamı izliyorum. Takı dükkanlarını, dondurmacıları, çay bahçelerini
dolduran insanların her birinin yüzünde garip bir uyuşukluk hali. Gündüzleri
kırk dereceyi bulan havadan mı?
*
14 Temmuz
Assos Antik Kenti / Adatepe Köyü
Göğe eski bir dua gibi
yükselen sütunlar… Vakti geçmiş ve şimdi ancak kadim olana “hürmet” ve
kültürel terk edilmişlik duygusuna erişmek için ziyaret edilen antik kent…
Aristo üç yıl bu kentte
yaşamış. Şu manzaraya, şu ölçüsüz ve akla sığmayan manzaraya bakıp da mantık
üzerine bir şeyler söylemek büyük iş doğrusu.
Her bir taşın üzerinden biraz
daha yukarıya tırmandıkça düşünüyorum da; adımlarımızda, bakışlarımızda ve
merakımızda yükseklik hasreti daimîdir. Tapınakların ve diğer önemli binaların
baktıkça baş döndüren manzaralara sahip olması kutsallık kaygısının en eski
tezahürlerinden biridir.
Ebedi olanın fani olana karşı
galibiyeti de, yükseklikte ve Athena adına inşa edilmiş bu tapınağın
şimdiki halinde olduğu gibi kültürel terk edilmişlik duygusunda gizlidir.
Zeus’un şimdilerde pek de
rağbet edilmeyen altarının bu mevkide bulunması da tesadüf değildir şüphesiz.
Çünkü Zeus mitolojide terk etmeyi bilen tek kişidir.
*
Ufukta nemin yüküyle
dumanlanan hava, renklerin üzerinde bunalan aydınlık. Alnımızdan akan ter. Her
birimizde eve dönüşün hüzünlü yorgunluğu. Sıcakla birlikte içimizde kamaşan
yeni dünya. Evde uyunan ilk uyku… Rüyada gördüğüm kirli su. Damarlarımda akan deniz ve tenimde tuz.
*
An
gelir, dışımızdaki dünya ile öyle bir bütünleşiriz ki, yaz sabahının hüznünü,
toprakta süratle yürüyen karıncayı, havada salınan nemi, uzakta toz içinde
tüten uçurumu ve çoktan ruhumuzun yerini alan rüzgarı içimizden başka hiç bir
yerde aramayız. Her şey kutsal addedilebilecek bir bütünlüğün içinde bizi de bu serüvene katar ve sürer. Ölüm de ayrıl(a)maz bu serüvenden… O
geldiğinde, onunla birlikte mutlak bir son da gelmiş değildir aslında.
Bütünlüğün içinde nihai raddedir o ve içimizi, dış dünya ile ayıran belirsiz
çizgi o raddede usul usul solar. Serüven ise devam etmektedir.
*
Merhameti olmayanlara daha çok merhamet etme eğilimi gösteririz.
*
Bir
yerde kaynağı belirsiz, hiç durmadan, süratle akan su, ağaçların en yüksek
dallarına çarpan rüzgar, göz kapağında ağırlaşan rüya, söylenen şarkı, yükselen
haz, şiddetli bir ağrıyla salınan baş, sonsuz hareket. Durup kirlenmekten
ziyade harekete geçip kendinden bile soyutlanan yaşam.
Sonsuza
dek akacağım… Eve dönüşler ve güzel hatıralar gibi.
*
Eric Hoffer’ın “ “ı sayfalarında varlık dramının ve muhtaç olduğumuz o tutarlı hiçlik duygusunun yükünü taşıyor.
*
Aynı
şeyleri gevelemenin maskeli diyalektiği.
Toplum
nezdinde bir hiç mesabesinde olan o büyük kültürel başarılar.
*
Hayat
hakkında hiç bir şey bilmemenin huzuruna erişmeye çalışır insan. Bu zorlu çaba
sürer. Anlamaktan kaçmanın, kendi iradesini muhakkak başka bir şeye teslim
etmenin kolaylığını arar daima.
*
Gün
kıpırdanarak doğuyor. Yattığım yerde, uyku ile uyanıklık arasında duyar gibi
oluyorum. İlk önce karanlık yerini solgun bir aydınlığa bırakıyor. Sonra tam bu
esnada belli belirsiz bir hareket, bir uzvun bir uzuvdaki titreşimi gibi bir
ses duyuluyor… Her gün tekrarlanıyor bu.
*
Us,
kıvrak, tutkulu ve sıcak bir beden gibi, kendisine müteakip, tüm benliğimi de
sürüklemek istiyor. Aynalarda yüzümü, yollarda izimi bırakamayacağımı
anlıyorum.
Bir
yıpranmış bedeni, bir taze umudu, virân olsa da yine de üzerinde çiçekler
yetiştirmeye muvaffak olmuş bir dünyayı nasıl bırakırım?
*
Felsefenin
reklamı değil, felsefe gerekli. Caddelerin kenarlarında, otobüs ve metro
duraklarında, ışıklı afişler üzerinde yeni filozoflar görmeye ramak kaldı. Bu
afişlerde yer alacak yeni filozofların gösterişli fotoğraflarının altındaki
slogan da şu olur sanırım:
“
*
Her
birimizin fotoğraf makineleri karşısında, yıllar geçse de unutulmayacak pozlar
vermeye hazır hale geldiği bir yaşı vardır. O yaşa geldiğimi hissediyorum.
*
Meteorolojinin
sıcaklıklar hakkında doğal afet uyarısı yaptığı Temmuz günlerinin bir hayli
nemli gecelerinde görülen bir rüyanın içindeymişim. O rüyada ben, saçlarımda
buğulanan kara kış ve yüzümde sakalımla, eski bir köy okulunun demir kapısından
geçip, ağır ağır ilerliyormuşum.
O
rüyada ben, ovalardan ve kar tutmuş patikalardan geçmişimdir. Dilimde çocuk
kelimelerimle, yüzümde bin yıllık acılarla gelmişimdir. Ben gelince o rüya
bitmemiştir.
Ve
ezelî yalnızlığımızı görmek için, uzak ovalarda, kar tutmuş patikalarda bir
sabah vakti buluşana dek bitmeyecektir hatta.
*
Çakılan
çiviyi sök. Üst üste konulanı devir. Duvarları yık.
İçinde
saklı kaosun ve her daim yalnız başına direnmenin sarhoşluğu seni kuşatacak.
Kendini, söylenmemiş kelimelerde, edilmemiş küfürlerde ve kokuşmuş bayalığın ortasında;
göğsünün içinde çarpan o kudretli varlık yumruğunu korkusuzca sıkmış bir halde
bulacaksın.
*
Terledim
ve uykuya daldım. Uyandığımda kendimi çok değil, birkaç yaz önceki huzurumun
içinde sandım.
Bir
yaz daha geçiyor. Öğle vakitlerinde eğri gövdeleri ve devasa yalnızlıklarıyla
uyuyan bahtsızlar bir gün gidecek. Manzaramda sadece mor bulutların
arasından tek tük gözüken ve her biri sanki yerinden düşecek gibi eğreti duran
yıldızların parıldadığı soğuk kış geceleri kalacak.
Annemin
pişmanlıkları, yeni umutlar, eski uykularım, kuytu hazlarım, tutun elimden!
Tutun
elimden, çünkü bir mevsimin geçiyor olması, dünya var olduğundan beri onda
hüküm süren telafisiz şeylere bir yenisinin daha eklenmesi demektir.
*
Tasasız
ve kolayca dalınan bir uyku, zamana karşı kazanılmış bir zaferdir.
*
Bir ayçiçeğinin güneş karşısında eğilmiş boynu intiharı hatırlatıyor.
*
Güneş battıktan epey sonra, bir vedanın hüznüyle dolan gözlerini gördüm sadece. Yıldızları izlemek için göğe bakmama gerek yoktu artık.
Ağustos
Bilmem kaç fersah
denizin ortasında, bir o yana bir bu yana salınarak giden gemilerin içinde, ya
da deniz kenarındaki bir şehrin, limana uzanan eski meydanında; yıllardır
denizi gözleyerek bekleyen ve bir yaz gününün öğle sonrası, zamansız mucizeler
gibi görünen uzak bir karaltının sevinciyle ürperen yüreklerdeyim.
Yolculuğun ancak güneş vurunca kıpırdadığı anlaşılan ve kurak bir toprakta
ısınarak kabaran damarı bende saklı.
*
En katı inançlarımızın
reddi bile, vadeli bir inayetin ümidini taşımaktadır.
*
Dışarıda geceeski savaşlar gibi uğulduyordu. Ben o eski koltukta oturmuş, içlerinde
yıldızların yüzdüğü karanlık gözlerine ara sıra bakarak içimde büyüyen bir şiirle
bunalıyordum. Sen karşımda susuyordun. Perdeler ağırdı ve sabahın erken
saatlerinde bir yerlerde bizi bekleyenler vardı.
Sana o gece yağmur gibi
bir şiir okuyacaktım. Gece kan kokusuyla akacaktı kenar mahallelerden. Sonra şiirim, sonra yağmur başlayacaktı. Her şey arınacaktı, arınacaktık. Olmadı.
*
Delişmen kahkahaların içinde gizlenen umutsuzluklar var. Büyük yaşamların içinde küçük ölümler var mesela. Sessizliğin içinde de çığlıkların olduğu söylenegelmiştir.
Her şey var... Her şey...
Kendimizden başka her şey var!
Bir tek kendimiz yokuz.
*
*
Ateş kesilmiş
ruhlarımızla, eski dualar misali göğe yükselmek için bahaneler ararken,
gerçekliğin buz kesmiş duvarları arasına hapsolduğumuzu fark ederiz... Ve bu
farkındalık, içinde bulunduğumuz dünyanın başımıza yıkılmasıdır.
İnsanın, yaşadığı müddetçe tecrübe etmek mecburiyetinde olduğu dehşetli gerçeklik; ulaşmasının asla mümkün olmadığı yerlerin hasretini daima yaşayacak olmasıdır.
*
............'da başına
güneş geçmiş bir çocuk büyük bir gürültüyle istifra ediyor. Bir adam tesbihini
sallayarak dolaşıyor ve bozuk ekranda o an yanıp sönen numarayı kontrol ediyor.
Gözümü yerdeki bir noktaya dikip öylece kalsam... Benimle birlikte zaman da
öylece kalsa! Ekranda çınlayan numaralar, asık suratlı şu ............ olmasa!
Barkodlara, zamana ve mecburiyetin pek mübalağalı savurganlığına teslim şu
insanlar da olmasa sonra.
Bir ..............de
uzak geçmişimizin tüm bilinmezliğini özleriz. Gelişen ve teknik de dahil
mütemadiyen bir şeylerle yarışan şeylerin yanında, avcı-toplayıcı olmak ya da
tripofobi gibi ilkel korkuları yeniden hatırlamak daha ilgi çekici gelir
bizlere. Bir tek farkla...
Yalnız uzak
geçmişimizde taktığımız o mistik maskeleri özlemek zorunda kalmayız... Çünkü
yüzümüzde, ağırlıklarından dolayı onları bir süre sonra hissetmediğimiz o kalın
ve bu kez medeni hatta fazlaca medeni maskeler daima mevcuttur.
*
Güneşe doğru yürüyorum.
Güneşe... Ve aslında, daha ona ulaşamadan etrafımı saracak büyük yokluğa doğru
yürüdüğümü biliyorum. Dünyada akan ilk göz yaşım, ilk duyduğum keskin acı,
aynada kendimi gördüğüm ilk an, çocukluğumun hasta geçen geceleri, başımın
yorgun bir su gibi sessizce anneme aktığı vakitler... Hepsi yanımda.
Anaksogoras'ın sonsuz tözlerinden bir töz olmak, ya da Empedokles'in sevgi ve
nefret etrafında devinen dört unsurundan müteşekkil bir fani olmak... Varlığıma
dair ne varsa, bir cümlede açıklayabilirim güneşe yürürken. Dünya üzerinde
gelmiş geçmiş milyonlarca Ağustos'un içinde bir Ağustosta doğdum. Milyonlarca
günün içinde binlerce gün yaşayıp yürüyorum. Milyonlarca saat içinde yaşadığım
saatler milyonu bulur mu? Bilmiyorum.
Yıldız tozlarından
birkaçı gözüme kaçmıştı bir zamanlar. O zaman bereketin yanında, varlığı
sürdüren gizli nabzın atışını duya duya uyumak istemiştim, hatırlıyorum.
Köhne odalardan geniş
balkonlara ve oradan da bir yaşam savaşına ve oradan da en sinsi ve en kıvrak
ihtimallere şahit olmuştum bir de.
*
Şeffaf, buğulu ve açık
yeşil bardaklarda içine bir dilim limon atılmış soğuk soda. Havada birbirine
dolanan kötü şarkılar. Birkaç gün yağmur vardı. Yazın sonunu çağıran
yağmurlardı onlar. Bugün güneş var. Aynalar, akşamlar, aşk ve iyi niyet de var
tabi.
Şimdi şöyle bir düşünüyorum da, gelip geçtiğim aynalar, başımda dönüp duran akşamlar, sesimde kırılan aşk ve iyi niyet temennileri arasından; kendimi öylece bırakıp, kendimi bir tohum gibi çatlamaya hazır kıpırdanan gerçeğin dönüşeceği ormanın kuytularına bırakıp, yeniden doğabilir miyim?
*
Bu şehirde doğdum, bu
şehirde yaşıyorum, nerede öleceğim?
Öleceğimiz şehirlerin
ezelî yazgısıyızdır. Bütün yaşamlarımız öleceğimiz şehirleri beklemekle geçmez
mi?
*
Aydınlık
kimsesizliklerimiz var, biliyorum. Bir düşünün, siz de bildiğinizi
anlayacaksınız. Geceleri devasa sokak lambalarının ve trafik ışıklarının
aydınlattığı yollarda sarhoşlar, yanlış tutkular, zamansız ölümler ve
yolculuklar büyür. Her biri başlı başına bir kimsesizliktir.
Tıpkı gece vakti
aydınlık bir odada tek başımıza önümüzde açık bir kitaptan okuduğumuz
kimsesizlikler gibi. Karanlıkta kalan kimsesizliğimiz yoktur. İstisnasız her
kimsesizlik aydınlık ve apaçık ortadadır.
Aslında şu örtülü kural
hep göz ardı edilmiştir: Gereksiz aydınlık bir yanıyla körlüğün
yoldaşıdır.
*
Artık içimdeki zehirli
sessizliği kimse bilemez. Ne şehrin eski meydanında ve ona inen yokuşta kurulan
akşam pazarları, ne gelip geçen otobüsler, ne de şöyle bir omzumun üzerinden
geriye baktığımda gördüğüm merdivenlerden inen, çıkan insanlar. Kimse bilemez,
yaz günü alnım ter içinde, bana ilişenlere sadece ufak bir tebessüm ile cevap
veririm. Halimde her an yolculuğa çıkmak üzere olanların tedirginliği saklıdır.
*
Kendi ağını içinde
taşıyan örümcek...
Günde binlerce adımın
üzerine bastığı taş...
Beyaz güvercin
ölüleri...
Gökyüzünde Venüs diğer
gezegenlerin tersi istikametinde döner...
Ben diğer insanların
tersi istikametinde yürümeyi severim.
Eğer yaşamak
isterseniz, başınızı tuhaf ve hırçın bir rüzgara teslim etmelisiniz ve eğer
yaşamak isterseniz ağını kendi içinde taşıyan örümceği, günde binlerce adım
tarafından aşındırılan taşı ve beyaz güvercin ölülerini görmemezlikten
gelmelisiniz.
Yaşamak isterseniz,
Venüs’ün değil, diğer gezegenlerin sıradan istikametine meyletmelisiniz.
*
Çoktan ölmüş bir
ressamın sanki bir kış gününü tasvir etme arzusuyla çırpınan fırçasından çıkan
soğuk çizgiler misali uzanmış bulutlara takılıyor gözüm... Batan güneşle
birlikte sadece uzun uzun gölgelerden ibaret tarlalar, ince gövdeleriyle en
ufak esintide sallanan ve her biri puslu bir uzaklıktan görünen ağaçlar.
Şehre akşam çöktü. Daha
birkaç saat önce perdede öylece duran kahverengi güve,
sarı ve sıcak bir cehennemde tıpkı benim gibi bunalıyordu.
*
Doğrusu bazen bilim
bana insanlığın bilinmez çağlarına ait ürpertici masallarına karşı sığınılmış
bir tedbir gibi geliyor.
*
Hayatın sadece
boşluktan ibaret anları vardır. Bir otobüsün ön camından bir gece vakti süratle
akan kesik, ince beyaz çizgileri takip etmek gibi ya da bir sabah, tatlı bir
uykunun arasında, o gün havayı yağmurlu sanıp yanı başımızdaki perdeyi
araladığımızda güneşin daha yeni doğuyor olduğunu görmek gibi... Boşluktur
bunlar. Büyük ve demir bir çark gibi işleyen zamanın içinden birkaç gaflet ve istemli yanılgılar devşirmektir. O katıksız ve inanılmaz varlık sancısı böyle anların
tesiriyle az da olsa hafifler.
Koskoca betonarme
blokların minicik pencerelerinde akşam sigaralarını içen ve uysal karanlıklar
içinden sokak lambalarının cılız aydınlığına varlığını teslim etmek isteyen;
her birinin iklimi ve kendisini var eden sancısı meçhul, her birinin içinde
günahları ve küfürleri meçhul, her biri, sadece birer tam tekmil yalnızlıktan
ibaret olsa da, kalabalıkların içinde
daima güvenle gerinen ve kıpırdanan insanlar... Kirli çarşaflara haz dolu başlarını
bırakmak isteyen, hayatın boşluktan ibaret anlarında sadece bir boşluk olma
arzusuyla akmak isteyen insanlar.
*
Yanlış zamanlarda doğru
düzenler... Ya da yanlış düzenlerde doğru insanlar. Şu dünyada olmakla gayet
bedbaht olan ruhumu, en ufak teferruatın ve kabul görmüş en beyhude kaidenin
önünde tutamam artık.
*
Beyaz çadırların
içindeki masalarda üst üste dizili kitaplar. Şiddetle limana vurdukça gecenin
içinde bembeyaz ufalanan deniz... Beyaz, bembeyaz bir gece. Ahşap bir duvar
saatinin benzeri olarak tasarlanan bir masa saatinin karanlık içinde zar zor
seçilen nostaljik gölgesine bakarak uyumak. Uçuşan beyaz perdeler...
*
Bu çağın düşünce sistematiği, kavramları baş döndürücü bir yüksekliğe çıkartıp sonra onların orada sivri uçlarıyla birbirlerini kan revan içinde perişan etmesini izlemekten ibaret. İlginç olansa şu: Bu savaşta kazanan, baş döndürücü yükseklikten ilk önce düşen kavram oluyor. Çünkü insan düşüncesi ancak yaralı ve noksan bir kavramı idrak edebilme yeterliliğine sahiptir. Bakarsak görürüz; kavramlarımız hiç bir zaman tam tekmil ve sıhhatli değildir. Hepsi yaralıdır ve hepsinden kan sızmaktadır
*
29 Ağustos / Doğum
Günüm
Benim için verilen bir çabanın beni dehşetli bir duyguya; mesela üryan kalmak gibi bir utanca ya da sessizlikten başka çaresi olmayan zarif bir hüzne sürüklediğini fark ettim. Sadece kendi kabuğumda, tütün tabakamla, kahverengi omuz çantamla, kahvemle, kitaplarımla ve saçlarımı okşayıp da beni eski masallara inandıran rüzgarla, usul usul silinip kaybolmak bana yeterdi.
Aslında herkesin kendi
doğumu ve çocukluğu hakkında söyleyeceği bir şey muhakkak vardır... Hiç kimse
doğumu ve çocukluğu söz konusu olduğunda sessiz kalamaz. Yanılıyor muyum?
Kimileri için eski ve
bir daha yaşanması mümkün olmayan güzel zamanların özlemidir çocukluk...
Kimileri içinse hayata atılan çetin bir adımdır. Hayatın herkese adil
davranmaması en nihayetinde mutlak bir hakikat olarak nefes aldığımız müddetçe
içimizde kıvranır. Mutlaka hissederiz...
Benim ise çocukluğum
aklıma gelince, şöyle güzel bir yaz mevsiminin masmavi Bursa sabahları gözümde
canlanır. Belki tam da tarihlerden bu günde, yani Ağustos ayının yirmi
sekizinci gününü yirmi dokuzuna bağlayan sabahta doğmuş olmamın tesiri
vardır... Kim bilir?
Yaz mevsiminin Bursa
sabahları dedim... Beyaz perdeler uçuştukça görünen mavi bir gök, iki üç sokak
öteden gelen simitçi sesi... Sabah öğlene döndüğünde Nalbantoğlu'ndaki o eski
kasetçilerin tezgahlarında sıralanmış kapakları renk renk kasetlere çocuk
aklımla bakışım... Ulucami’den okunan ezan, Yeşil'de bir öğle sonrası dalga
dalga çinilerde gördüğüm eski bir düş... Akşamları ebabil kuşlarını izlediğim
balkonumda, Uludağ'dan kopup gelen ve o sarışın, o çocuk yalnızlığımı okşayarak
geçen rüzgar... Uçuşan yapraklar... Göğün duru sakinliğinden usul usul sızan
sonbahar...
*
Zerrelerimde samanyolu
kıpırdanıyor... Ne olurdu biraz daha ağlayabilseydim. Beklediğim o ahşap ve
küflü kapıların önünde sabredip oturabilseydim.
Elimde bir kitap, dilimde ölgün fısıltılarla çarşıların içinden geçen eski bir hayal
olabilseydim.
İçim kendine kapanmasaydı, kıvranmasaydı
caddelerde.
Her birimizin yaşamının, aslında başka yaşamlara zarar vermek demek olduğunu keşfetmeseydim.
Gözbebeklerini
biliyorum, etrafında kıpırdanıp duran beyaz bir düş içinden görüyorlardı beni.
Ne olurdu, çok eski ve bilge bir acıdan şu yılgın gözbebeklerimle bakarak, ben de görebilseydim seni.
Eylül
İçimde, başlayınca bitmeye de başlayan her şeyin, mutlak geçiciliğine benzemekte olan bir his yuvalanıyor. Bitmek için başlayan bir film, hızlıca içilip, hemen söndürülmek için yakılan bir sigara, daha en başta sararıp düşmek için filizlenen yaprak. Hayat, başlangıcıyla tetiklenen bir son gibi.
*
Zaman ve mekan arasında uzanan ipler öyle bir gerilir ki, bir meczubun tebessümü o iplerin üzerine keskin bir bıçak gibi düştüğünde, artık infilak ederek kopmaktan başka çaresi yoktur. Geriye kalan ise, büyük bir felaket sonrası tozu toprağı üzerinden silkerek yeniden kutsal yaşama kavuşmayı dileyen ruhların, büyük bir şaşkınlıkla ayağa kalkma gayretinden başka bir şey değildir.
*
Akşam vakti insanların doldurduğu daracık sokakta adım atmaya çalışıyorum. Zonklayan şakaklarımda damla damla ter… Kalabalığın arasında, köşede bir kitapçı tezgahı olduğunu görüp aceleyle oraya gitmeye yelteniyorum… Birkaç kötü tarih kitabından başka bir şey yok. Kendimi yeniden kalabalığın arsız akışına bırakıp ilerliyorum. Sesler büyüyor; kimi zaman keskin, kimi zaman daha tok seslerle havaya saçılan kelimelerin sıcak tenime yayıldığını hissediyorum. Ölüme dair en güzel şiir, kalabalıkta sarf edilen ve tenime yayılan bu tesadüfi kelimelerle yazılabilir.
*
Geceyi,
kıvranan bir acıya ve dışarıda küfür gibi esen bir rüzgara teslim edip, ağrılı
başı serin yastıklarda avutmak… Dünyanın en yalnız şefkatinde büyümek, bir su
gibi kendi yolunda, sessizce akarak yaşamak ve dünyanın en kalabalık
çaresizliğinde ölmek…
Varlık
budur. Ağlıyor olmayı reddetmenin mağrur diyalektiği de dahildir varlığa;
dalgınlıkla, bir ayna karşısında saatlerce kıpırtısız durmak da.
*
Aslında
yaşam çetin gerilimlerin ve doğrulan, bükülen, yıpranan etin telaşıdır.
*
*
Yüzüm,
sorduğu soruların cevabını duymaktan mütemadiyen çekinen, ama inadına keskin,
hoyrat ve ruhu kendi ezelî sarhoşluğundan vazgeçmeyen bir adamın yüzü değil
mi? O adam ki, söylediği, yazdığı, yaşadığı her şeyi artık bilemeyecek kadar,
tıpkı delice bir baş dönmesiyle tüm mevcudiyetini yitirenler gibi göklere ve
ölüme yakındır. Saatleri, günleri, ayları durdurmak ister, muvaffak olamaz.
Sesini kalabalıkların şehvetli curcunasında, her daim tazelenen yeni yetme
sloganların içinde yitirir. Nefesi istasyonlarda, duraklarda, bulvarlarda,
aydınlık ve karanlıklarda kesilir, usul usul söner.
*
Mevsimin
değiştiğinden bahsediyorsun. Bundan bahsederken yeni bir boyut demen üzerine
itinayla düşünüyorum. Rüzgar camlarda kuduruyor. Sense beyaz bir ışık altında
öylece duruyorsun. Gözlerim kitap raflarında dolaşıyor. Şimdiki umutsuzluğumu
anlatacak yeni bir kitap arıyorum.
Rüzgar her şeyi kendisine katıp götürmeye muktedir. Sakladığım bazı boşlukları rüzgara vermek istiyorum. Tabiatın bu denli canlı olması ürpertiyor beni.
*
Günlerden
salı mı?
Paslı duraklarda, uzun bekleyişlerde, süratli adımlarda, tozlu pantolonlar ve kirli ellerde biriken bir şeyler var. Harabe halinde uzanan manzaralarda, yanlarında büyük ve yırtıcı iş makineleri bekleyen molozların içinde boz renkli tüyleri yeni başlayan uyuzundan dolayı boğum boğum olmuş bir köpek eşeleniyor.
*
Sabah
vakti iskeleden insanlar gelip geçiyor. Güneş yüzümün yarısına kurulmuş, yolcu
bekleme salonunun bahçesinde oturuyorum. Deniz, karşıdaki tepelerde gizlenen
bilinmez bir elden salınmış mavi bir şal misali sanki nazenin bir boyna atılmak
için sabırsız, usul usul kıvranıyor. Garson yan masadaki talebe gençlerden bir
dal sigara istiyor. Salondaki açık televizyonun yankılı sesinden “Ben Seni
Unutmak İstemedim ki” diyen kadın solistin buğulu sesini duyuyorum. Güneş
yüzümün yarısında eski bir yara gibi kurulmuş duruyor. Garson sigara istediği
gençlerle bir muhabbete girişiyor. Güvercinler kanatlarında bin çeşit
renklerle etrafımda dolaşıp duruyorlar. Bir balıkçı takası o kararlı motor
sesiyle iskeleye yaklaşıyor.
Müthiş
yalnızım.
*
Büyük bir infilak halinde toz duman olmasını beklediğim ihtimallerin, bir anda çatlayıp ortadan ikiye yarılmasını beklediğim taşların, sarsıcı yolculuklarda sınanan sabırların, tozlu güneşle sabah vakti aydınlanmış eşyaların, uykulardan önce tasavvur edilen şeylerin ve vadelenmiş, ayartılmış, avutulmuş tüm yaşamların yansımalarını, samanyoluna kurulmuş dev bir aynadan görüyorum.
*
Şimdi
geniş bulvarların kirli kaldırımlarında uzanmış kıpırtısız bir gölgeden ibaret gövdelerde,
alaycı ve baş döndüren ışıkların altında eski ve hüzünlü bir evin hasretini
duyup, çoktan bilinmezliğe teslim olmuşların sessizliklerinde, nefesleri
tükenene dek uluyan köpeklerde, ansızın davranan tetik ve inatçı ellerde,
huzursuz uykularındaki rüyalarında eski bir acıyı görenlerde,
dünyasını dört duvar bir karanlıkta her gece yeniden inşa edenlerde, bacası
tüten çelik çatılı, geniş ve gümbürdeyen fabrikalarda ağrıyan sırtlarını
unutmaya çalışanlarda hep aynı his var: Zaman, aslında daha yavaş ilerliyor.
Geceleri,
bir de yağmur varsa, ağırlaşıyor zaman.
*
*
Bu sarmal, bu Ouroboros, bu ihtiyatsız tavır, bu alkış, bu para, bu takdir, bu perde perde içimde yükselen ölüm.
*
Meydanlarda,
bir sefil, bir budala, bir serseri, bir meczup olmak ve her sonsuzluk vadeden
hayalin peşinden ölümden kurtulmak istercesine süzülerek kaybolmak.
Yabancı
birinin ölümünden haberdar olduğum bir sabah vardı; yağmurlu, puslu kasvetli bir
sabahtı o. Şimdi o sabaha benziyor sabahlarım. Ölene yabancı olsak da, ölüme
yabancı olamamanın mesuliyeti var sırtlarımızda.
Çünkü bizler, meydanlarda birer sefil, budala, serseri, meczup olan bizler, birbirimize ölümlerle bağlıyız.
*
Cennet
bir öykünme biçimidir, cehennem ise bir kaçınma…
Başkalarının arzularına cennet hayaliyle öykünürüz. Kendi korkularımızdan cehennem hayaliyle kaçınırız.
Ekim
Kuru Otlar Üstüne Ceylan'ın sinematografik olarak en başarılı filmi olmakla birlikte, izleyiciye, filmin akışındaki mevcut zamanın gerisinde, çoktan yaşanmış geçmiş bir zamanın öyküsünü sunuyor sanki. Belki de insanlığın ezelî ve hep aynı imkansızlığı önüne getiren yazgısının bir tecellisi bu film. Filmdeki her karakter aslında ta ezelden beri yazgının, o katı, o buz gibi yakıcı beyazlığında solgun, baharın gelmesiyle birlikte bir türlü tazelenmeyen, kendi mizacıyla daha en baştan kurumuş olan bir ot gibi.
*
Ne zaman yazmaya
kalksam, gözlerimin ardında kıvılcımlı, iplik iplik bir sancı salınmaya
başlıyor.
Bulutlu havalara henüz
alışamadım.
*
Uyku tutmayan bir
gece... Dışarıda, pencerelere ağlarını ören yağmur. Bir o yana, bir bu yana
dönüp dururken kurmaya çalıştığım kaçıncı hayal?
Tenim geriliyor,
gerildikçe ılık ve kıvrımlı bir yaşamı, gecenin kıpırtısız ve bir süre sonra
tekdüze yağmur sesini bile duyulmaz kılan derinliğinde tüm çıplaklığı ile
hissetmek beni hiç tanımadığım acıların içine; mesela savaşta oğlunu yitirmiş
bir annenin, toprakta çürüyen bir etin, kelimesi havada asılı kalan bir sesin
ve ansızın kesilen bir nefesin yarım kalmışlığına katıyor. Ölümü ve yaşamı her
zerremde tüm şiddetiyle hissetmek varoluşa karşı çareleri hiçe sayıyor şimdi.
*
Artık sadece bir yere
mıhlanmış duruyor gibiyim. Eski gazapların insanı olduğu yerde sabit kılan
dehşetini; rengarenk ekranlar, betonarme binalar arasında
duyuyorum.
*
İçine doğru burkulan, kapanan, kendi özünü muhafaza etmeye yeltenen bir hüznün içindeyim. Su birikintileri, çamurlu yollar, sabahları arka arkaya duyulan selâlar...
*
Hayatla yüzleşmek,
"Gecen nasıl geçti? sorusuna verilecek cevaplarda gizli.
*
Kaç asırdır bu rüzgar
böyle? Kaç asırdır toplaşıp gülüyor insanlar? Kaç asırdır her şey hep olduğu
yerde?
Eskilerden bir el,
günümüzün toprağına kendi çağındaki yaşam tohumunu ekmişti ve şimdi bizler, bu tohum
maharetiyle tekrarlanan bir aynılığın içindeyiz. Krem rengi ve tuğla tuğla
dizilmiş gibi duran alçıdan bir duvarın önünde, gözlerde aynı yılgınlık,
seslerde aynı buğu, gövdelerde aynı ahenk ve gövdelerin üstündeki başlarda aynı
yaşama hevesi.
Üzerine kitapların yığıldığı ve hepsinin üzerinde bulunan etiketlerinin yarı fiyatına satışa çıkarıldığı çelik tezgahın karşısında duruyorum. İnsanlık tarihinde kitapların karşısında duranların kaçıncısıyım?
Yağmurla gün boyu
ıslanmış caddenin kenarında üstü perişan, çıplak ayaklarıyla ve kapkara yüzüyle
oturmuş genç bir adam... Yeryüzünde böyle bedbaht olmuş olanların kaçıncısıdır?
Kaçıncı kez dönüyor
dünya? Başımız kaç kere daha dönecek?
Eskilerden uzanan eli
bir yakalasam, onun toprak kokan bileklerinden kavrayıp da sorsam:
"Ölenlerin kaçıncısı olacağız?"
*
"Eskiden
seninle nerelere giderdik? Şehrin tüm sanat galerilerini gezerdik... Tophane'ye
çıkar, kitap okur, karıncalarla oynardık. Aslında hep sessizlik arardık."
Sesine okul
çocuklarının uzaktaki cıvıltıları dokunurken ihtiyar yüzünde hayal gibi bir
hoşnutluk belirdi ve usulca söndü. Dere yatağının üzerinde büyümüş yabani
otların, güneşli bir sonbahar akşamının serin rüzgarlarıyla kıpırdanan
gövdelerinde ona verebileceğim bir cevap aradım. Yutkundum. Şehir gürültülü bir
rüya halini alırken, geçip giden ömürler ve tükenen tüm gençlikler için
üzüldüm.
*
Tarihi de, sanatı da,
felsefeyi de artık sadece fenomenlerden ya fenomenleşmeye heves edenlerden
takip ediyoruz. Artık birçok kişi, sanki kültürün ve bilimin nabzını
kendilerine ait hassas duyargalarla duyup,
bilinmezlik içinden önümüze getiriyor. Ne lütuf!
Bilgi akışı, kendi
seyrini, ışıklı bir yolun aldatıcı parıltısında kaybetmiş gibi geliyor bana. Etiket ve meziyet arasındaki fark bir nevi...
Bu meseleye dair "Baudrillardvari" şeyler söylemek isterdim ama çok
da mühim değil.
*
Evden ansızın gelen bir
yaşama ümidiyle çıkıyoruz. Güneşli bir perşembe sabahı, yollar henüz boş. Eski
ve oldukça hareketli İspanyol şarkıları üzerimize yağarken Trilye'ye gidiyoruz.
Kıvrılan her viraj sonrası sabun köpüğü gibi hafif ve tatlı bir sis ardından
izlediğimiz süt mavi deniz. Az ilerideki Jandarma çevirmesinde duruyor ve
birkaç rutin sual sonrası yeniden yola koyuluyoruz.
Eski evlerin cephe duvarlarına, kapılarına ve sanki her biri geçmiş bir zamana çıkan daracık sokakların girişlerine uzanmış şu sarı, kavruk, hareketsiz gövdeler yorgun köpekler midir yoksa sonbahar yaprakları mı? İlk bakışta anlayamıyoruz. Yol üzerindeki sağlı sollu kahvelerde kendi hallerinde oturmuş adamların arasından temkinli otomobil manevralarıyla limana ulaşıyoruz.
Limana yığılmış büyük
balıkçı gemileri... Mavi sandalyeli,
beyaz masalı, Ege kokan bir liman kahvesi bulup, denize oldukça yakın bir yere
oturuyoruz. Ben tam bu satırları yazarken fotoğrafımı çekiyorsun. Hemen
yanımızda kıvranan denizin mırıltılarını bir balıkçı takası bölüyor. Birden dönüp
arkanda duran ve gelirken hiç dikkat etmediğim karavanları göstererek,
çağımızdaki boşanmalardan bahsediyorsun. "Kadınlar erkekleri evlerinden
kovdukları için bu karavanlarda kalıyorlarmış." Bunu da yazmamı
tembihliyorsun sonra.
“Hava bugün insanı
varlığı sorgulamaktan vazgeçirecek kadar güzel" diyorsun ardından.
Kalkıp limanı boydan
boya yürümek istiyoruz. Köşede doğal taşlar satan, yüzü de eski mermerler kadar
beyazmış gibi gelen yaşlı seyyar satıcıdan Lapis Lazuli taşından mamul bir
bileklik alıyorsun bana.
Bu gece mavisi taşı hep
sevmiş olduğumu söylüyorum. Şimdi her manzaramızda yer alan göğün ve denizin
mavisi ile kolumdaki bilekliğin koyu mavisine dair düşünüyorum. Aklım bu taşın
melankoliye iyi geldiğine dair birkaç cümle okuduğum günlere gidiyor. Şimdi
gördüğümüz mavi ile içimdeki mavinin garip bir benzerliğini bulmaya
çalışıyorum. Belki de mavinin, insanı her daim umut etmeye çağıran haline
inanmak istiyorum. Sana Kitab-ı Ahcar'dan bahsediyorum.
Denizi neredeyse
kuşbakışı gören ıssız bir banka oturuyoruz. Solumuzda denize gölgesi düşen
zeytin ağaçları... Ufuk çizgisinde kıpırdanan ve biraz sonra uzak bir yaz
hayali gibi, birkaç ay evvel Ege kıyılarında yaşadığımız iyotlu bir yaz gününden artakalan buğuyu görüyorum. Sağ tarafımızda yorgun bir kol gibi
öylece bırakılmış kara parçası uzanıyor... Susuyoruz.
Bir tarafı aşklarına
dair izler bırakmak isteyen erkek ve kadın isimleriyle karalanmış, bir tarafı
ise kilisenin tuğla ve kaba taştan müteşekkil cephe duvarı olan dar
sokağın sonunda bulunan kemerin altından geçiyoruz. Bayır aşağı, nereye
gittiğimizi bilmeden iniyoruz sonra.
Dönüşte Yasmin Levy'nin sesinden son ses "Mal De'l Amor" çalıyor. Sadece yolu izliyoruz. Bir viraj sonrası yolun ortasında öylece duran iki köpek görüyor, yanlarından geçerken birbirimize bakıp tebessüm ediyoruz. Ardımızda bıraktığımız deniz, gök ve sanki güneşli bir günde, ağlamaklı gözlerin buğulu bebeklerinden fışkırarak usul usul büyüyormuş gibi gelen efsunlu mavi... Bu mavi ile içimdeki mavi, sanki bilinmez bir elin tuttuğu bir palette, iç gıdıklayıcı fırça darbeleriyle damla damla karışıyor.
Reçetesi çok eski olsa da ortaya
çıkan bu yeni maviyi kolumdaki Lapis Lazuli taşından mamul bileklikte taşımaya
karar veriyorum.
*
Mucizevi bir tezahürle,
her an gelmesi umulan barışı beklemekten başka çaresi olmayan dünya, ihtiyar
ellerini, asırların hoyrat rüzgarlarıyla kırışmış bedbaht alnına dayamış,
dillerin, araçların, hudutların ve pek kolay harcanmak için icat edilmiş genel
geçer kavramların olmadığı zamanlardaki ilkel sükunetini ve masumiyetini
özlüyor. Şimdi dünyanın bedbaht alnı alev alev yanmakta ve hayal ile gerçeğin
arasındaki farkı görmekten aciz, dehşetli sanrılar ve vehimlerle umudunu günden
güne yitirmektedir.
Dünyanın binlerce sene kendi alnındaki ateşle damla damla damıttığı kültür, söz, kıymet, huzur ve sükunet, şimdi bu düşünceli tavrıyla oturduğu yerde alnından ellerine, oradan gövdesine ve en nihayetinde pabuçlarının dibine süzülen çamurlu bir su birikintisinden başka bir şey değildir.
Tüm mevcudiyete büsbütün yazık olması
an meselesidir artık.
*
Sonra, İbrahim İsmail'e kastederken kurbanı göğsüme indirdiler. Yusuf'u gözlerime attılar. Musa'yı ince ince örülmüş bir sepetle içimin nehrine bıraktılar. İsa'yı yaralanmış sırtımda çarmıha geldiler. Muhammed'i kelimelerimle taşladılar. Beni büyük günahlarda çaresiz bıraktılar.
*
Elime bir fırça,
karşıma tozlu da olsa bir tuval alsam ve otursam...
En derin karanlığın
ortasında, bu dünyadaki ağrılı varlığımı, gece vakitlerinde ıssız sokaklardan
bir hayal gibi geçip gittiğimi, sabahların bir tül gibi üstüme yayılan solgun
ışığında gölgelenmiş çehremi çizerdim.
*
Kendime toplum içinde,
bizzat toplumun gözüyle bakmaya çalışmamın, kendimi toplumun nesnesi olarak
görmemin ve toplumda erimemin mahcubiyeti.
Kendisini tanımaya gayret eden bir insanın, kendisine büsbütün başka bir gözle bakmaya niyetlenmesi; içinde başlayacak ihtiras, kin, nefret ve utanç ile yüklü çetin bir savaşı kabul etmesi demektir.
*
Evimin üst katında oturan üniversite talebesi genç adam için...
Genç adam, dün saat
gece yarısını çoktan geçmişken, yaklaşık yarım asırlık betonların arasından
süzülerek odama gelen sesinizden anladığım kadarıyla yaptığınız telefon
görüşmesinde pek hiddetliydiniz. Öfke her yanınızı sarmışken, uyumaya
çalıştığım sıralarda bir o yana, bir bu yana savrulan kollarınızı ve kızaran
yüzünüzü görür gibiydim yattığım yerde.
Olmuş olanın önüne
geçemedik, olacak olanın da önüne geçemeyeceğiz muhtemelen. Her ne kadar klasik
olsa da dünyanın kuralı hakikaten budur genç adam. Şimdi gecenin bu vakti,
gençliğinizin verdiği ateşle kızaran yüzünüzü, her defasında boğazınızı
yırtarcasına bağırırken kanla dolarak gerilen damarlarınızı ve henüz yolun
başında sayıldığınız bu yaşta, içinize sığmayan isyanınızı dindirmeyi tavsiye
ederim size... Çünkü eninde sonunda siz de bir gün benim gibi saat gece
yarısını çoktan geçmişken, işkence gibi geçen bir günün ardından her renkten,
sesten ve sözden kaçarak ana rahmi misali sığındığınız yatağınızda, aklınızdaki
fikirlerle ıstırap haline gelen saatleri saymaktan yorgun düşerek uyumaya
çalışacaksınız. Vakit, hem şimdi tazecik olan yaşamınız, hem de uyumak için çoktan geçmiş olacak. Bir günün daha üstesinden gelebilmiş olmak yaşatacak sizi.
Olmuş olanın önüne geçemedik genç adam ve yarınlar da önüne geçemeyeceğimizi bildiğimiz şeyleri taşıyor.
*
Dünya üzerinde yalnız ve çaresiz olduğumuzu hissettiğimiz zaman, savaşmaya ve çatışmaya meylederiz
*
Düşüncelerinden kaçmak için şarkıyı
bitmeden değiştir. Sonra bir şarkı, sonra bir şarkı ve en nihayetinde bir şarkı
daha! Sana sanki ılık bir suyun içinde, gözlerini kapatmış da salınıyormuşsun
gibi hissettiren o eski huzuru hangi şarkı hatırlatır şimdi?
Dün akşam bir saatliğine tedirgin
bir uykuya daldın. On dakikalık safhalarla midenden boğazına yükselen garip bir
sıvı ile bölünüp durdu uykun. Başının arkasında, hayır hayır, aslında başının
tam da ortasında yani içinde, derinlerde bir yerde saçma bir sızı salınmaya
başladı yine. Gözlerini tatsız bir akşama açtın. Dudakların kıpırdadı. Hangi
şarkıyı söylemek istedin?
Birkaç gün önce sabah öğlene
dönerken "Bulantı"da Antoine Roquentin'in kafede çalınmasını istediği plağı
hatırladın: "Some Of These Day". Şarkıyı buldun, ona kulak verdin,
içinde bir yerlere tutundu şarkı ya da sen ona tutundun. Geçip gitti bu şarkı
da. Her şeye rağmen fazla neşeliydi.
Başka bir şarkı buldu seni. Ya da o
sen onu buldun, muallak... Karanlıktı sabah. Ama az sonra içine
bolca su katılmış bir kahve gibi açılacak ve hafifleyecekti. Black Sabbath'ın
"Solitude" zihninde dönüp duruyordu. O vahşi ve alttan alta dönerek
coşmayı bekleyen garip tını içinde kıvrım kıvrım dolaşıyor, pencereden gördüğün
hala yanmakta olan sokak lambasının altındaki ağacın dallarında bir sabah
esintisiyle savrulup duran ve dökülmeyi bekleyen kuru yapraklar içini
kamçılıyordu. Olmadı, şarkı alttan alta kendi etrafında, kendi acısıyla dönüp
durdu... Bir türlü coşmadı. Sert bir gitar solosu beklerken, kendi kendine
dönüp duran tını usul usul söndü.
Geriye eski bir çıngırağın ve aydınlanan günün ilk ışıklarında cıvıldamaya başlayan kuşların sesi kaldı.
Kasım
Sabahın bu kirli aydınlığında, koltukta ters bir şekilde açık bıraktığım "Bulantı"nın sırt kapağında bulunan ince ve ufak karartılar halinde hizalanmış satırlarını ve hemen sağ üst köşede duran Sartre'in fotoğrafını görmemezlikten gelip, onun küçük bir mermer kütlesi gibi göründüğünü düşünmekten kendimi alamadım. Işığı kapatmış, az önce içtiğim kahvemin fincanını birkaç saat uyuduktan sonra yıkamak üzere mutfak tezgahına bırakmaya gitmiştim. Kirli aydınlık salona sızıyor ve eşyaların etrafında, tıpkı denizin az sonra sürati büyük bir fırtınayla doruk noktasına ulaşacak kımıltılarında olduğu gibi bir görünüp bir kaybolan hareketli gölgelerin olduğunu hissediyordum. Bu sabah aşina olduğum bu dekor, değişmesi an meselesi olan bir zayıflık, hatta bir yarım kalmışlık üzerine kurulmuştu sanki. Duvarlar ufalanabilir, saatler -Dali'ye öykünerek- eriyebilirdi. Evet, mutantan bir alışkanlık üzere hep koyulduğu yer olduğu için uzun koltuğun başucu tarafını belirten şu yastık, şimdi büyükçe bir taş parçası ve az ilerisinde duran "Bulantı" tozlu bir mermer kütlesiydi işte.
Camlardan sızan kirli beyaz aydınlık
gövdemde gezerken ben neydim? Bir ölü, bir hayal, bir vehim? Merak ediyordum
doğrusu.
"Bulantı"yı rafa koyup uyudum.
Rüyamda elim büyüklüğünde, belki de ondan da büyük bir örümcek, uzun, incecik
bacakları ve kahverengi dolgun gövdesiyle balkon kapısında geziyordu.
*
Vitrinler, insanlar, otomobiller.
Kendimi bu kadar aylak hissettiğim başka bir gün hatırlamıyorum. Yürürken hangi
elin, hangi cepte olmasının toplumsal olarak beden dilinde ne anlama geldiğini
düşünmekten, ekonominin gidişatına kadar geniş bir yelpaze açılmış, duruyor
zihnimde.
Cebimde anısı kendisinden menkul bir
fotoğraf yok. Henüz eski bir bahtsız gibi serüvenlerle kendimi imar edecek
kadar benliğimin farkında da değilim. Bir masaldan ziyade, bir trajedinin
içinde gibiyim. Beni insanlardan ayrı kılacak bir hususiyetim yok. Asırlar boyu
sürüp giden ve benden/bizden sonra da sürüp gidecek olan aynı vakaların
tekrarıyım yalnızca.
Sadece eski kitapların olduğu o
şahane tezgaha bakışlarımı akıtıp, insanların yüzlerini görmemi engelleyecek
kadar yoğun bir kalabalığın ve o kalabalığın getirdiği mutlak curcunanın buruk
tadını alıyorum. Beni bu yoğun ve ebedi drama katan şey bu. Göğsüm karıncalanıyor.
Evde olmalıydım.
Bir ara, uzun çarşının içinde, iki
büyük gövdenin arasından görebildiğim bir baş. Bu başın bir manken mi yoksa
kanlı canlı bir insan mı olduğunu ayırt edemiyorum. Görünüşler yitiyor. Her
hududun kaybolması an meselesi.
*
John Lennon'un 1970'lerde demo olarak yazdığı bir eser bugün gün yüzüne çıkmış: "Now And Then"
Uzun, upuzun ve sonunda bizi ne
beklediğini bilmediğimiz meçhul bir yol üzerinde söylenmiş bir şarkıya benziyor bu
şarkı. Yol uzuyor, yol üzerinde yoğun bir gren ardından gördüğümüz ağaçlar,
tarlalar, az ilerisinde, ufukta birkaç parça halinde dağılmış bulutlar...
Güneş bir yerlerde olmalı, büsbütün terk etmiş değil yolculuğumuzu. Her birimiz
içimize dönük, belki bakışlarımız, bir yolculuk üzerinde nerede hareketsiz
duracaksa oraya sığınmış, büyük kaçışların yahut büyük teslimiyetlerin ardından
gelen ve her biri mutlak şekilde birbirine benzeyen bir huzura benzeyen umursamazlık
başımızda dönüp duruyor.
*
Erich Fromm'un "Sevme
Sanatı" kitabının kapağı oldukça hoşuma giden eski bir baskısı elinde…
Bana her nedense Zeki Demirkubuz'un "Masumiyet" filminin afişini hatırlatıyor bu
kapak. Önümüzde şeffaf, ufak fincanlarda sade kahveler. Vakitlerden sabah,
yağmur yağmak için fırsat mı kolluyor? Pencereye bakıyorum, deniz kurşuni bir
renkle kıvranıyor.
Kitaptaki baba ve oğul sevgisi
üzerine konuşuyorsun. Babanın tanrısal ve erilliğinden bahsediyorsun.
*
Lodos sersemliği. Gece, üzerinde
onun tüm sırrını örselercesine sert ve gaddar bir şekilde gezen ve adeta
gitgide devleşen rüzgarla uğuldamaktan yorgun düşmüş müdür? Bu dağınık hava, bu
perişan ağaçlar, bu kapı altlarından ansızın içeri sızan esinti, eski ölümler
gibi geliyor bana
Başımın üzerinde salınan bir ağırlık
var. Kafatasımın içinde bir oraya bir buraya çarpıyor.
Kuzey ışıklarının belirmesiyle
manyetik alanın tahribi hakkında bir şeyler söylüyorlar. Medcezir gibi bir şey
de değilmiş üstelik.
Gözlerim dallarından koparak ve
neredeyse bir toz haline gelerek bahçeyi, çatıları ve havayı dolduran sararmış
yapraklarda dolanıyor. Gri bulutlar paramparça. Norma operasına adını veren "Casta Diva"yı
dinliyorum. O ay tanrıçasına yakınıyor, ben kime yakaracağımı bilmiyorum.
İçimden yakarmak gelmiyor. Esas teslimiyet böyle bir şey olmalı.
Şehirler tarifsiz dağınıklıklarıyla
gerinip güne başlıyor. Gerinen sokakların birinde olacağım, adımlarım küçük
esintileri toplayarak kendi büyük tufanını yaratacak. Yolculuklara böyle
çıkılır ne de olsa. Lodos sersemliği geçecek. Tufan başlayacak. Gök kızıl
değil, soluk bir hakikatin beşiği olacak. "Casta Diva" sönecek. Şimdi kızıl ve
sarı olan bu küçük kıyamet, renksiz bir ölüme dönecek.
*
Mevsime göre dünyaya hayli yakın
olduğunu farz ettiğim güneş, bahçemdeki ağacın iri ve solmaya yüz tutmuş
yapraklarında dolaşıyor. Gözlerim kaç ekran olduğunu hayli zaman önce unuttuğum
TV'de akmakta olan gündüz kuşağı programlarının skandallarında. Hayret etmiyor,
mana veremiyor, sadece acılı yüzlere ve öfkeyle çarpılmış
ağızlara bakıyorum. Skandalın diyalektiği basittir. Önceden tayin edilmiş
toplumsal kurallara karşı kılıç gibi çekilen aşırılıklara, toplum tarafından el
birliğiyle organize edilen bir kınama yortusu skandalın ana kutsalıdır.
Aslında skandal yoktur belki de.
Sadece skandal sanılan ama insan tabiatının tam da gereği gibi olan ve böyle
vuku bulan şeyler vardır. Kötülüğün sıradanlığı mı?
Bir zamanlar, tahta çatılı ve bir
köşesinde kuzine sıcaklığı ile ısındığım bir talebe kahvesinde iyi ve kötü diye
bir şey yoktur demiştim. Kararlıyım. Şimdi skandal da
yoktur dememin rahatlığıyla hiç bir şeye şaşırmamanın sözde bilgeliğini de
aldım yanıma. Kötülüğün sıradanlığı üzerine düşünmeye başlıyorum.
*
Uyumadan evvel dışarıdaki iri taneli
yağmur sesini de başlangıcına katacağım günlük şeklinde yazılacak bir roman
tasavvur ediyorum. Hatta zihnimde yarım sayfa kadar yazıyorum. Uykuya
dalıyorum. Uykumda bir sayfa kadar yazmış oluyorum. Tüm uykum boyunca yazmaya
devam ediyorum. Uyanınca unutmuş oluyorum.
*
Sakalım ve saçlarıma eski mabetlerin
harabelerinden yükselen tozlara benzeyen aklar düşmeden önce koştuğum gibi, hayallerimin içinde bir oraya, bir buraya hür ve mağrur; cesur ve atik
koşabilir miyim artık?
Güneşli sokak araları, bir yüzün
çizgilerinden sızan çocukluğum, üzerimdeki tüm emekler, ilk heyecanlarım, sanki
elimde bir balyoz varmışçasına umursamadan kırıp döktüğüm ve karşısına geçip
sırıttığım günlerim, kendi elimle mahvettiğim sevgilerim, başımda dönüp duruyor.
Her zerrem benden ayrılmak için
fırsat kolluyor. Sabahları uyur uyanık yağmuru dinliyorum. Yok olmak istiyorum.
Ne yavan, ne sıradan şeyler bunlar. İnsanlığın eski, en eski acılarından beri
devam eden bir serüven bu. Varken yok oluruz. Bu kadar basit.
Ona şöyle söylemek istiyorum: "Genç
............., idealist olamadım, bir ideolojim de yok, bir şeyler karalamaya
çalışıyorum sadece hepsi bu. Son moda kahveci dükkanlarından ve camekanları ak
pak olan o plazalardan hoşlanmıyorum. İçinden sesleneceğim, yani sizin
anlayacağınız şekilde kendimi şöyle rahat rahat ifade edebileceğim bir kuyum
yok. Neylersiniz? Apaçık ortada olmanın çaresizliğine karşı bir tedbir almadım
henüz."
Şehirlerin ortasında, ölü yapraklar ve tekerlek izleri, küfürler ve karanlık yüzler, deliler ve akıllılar, kurnazlar ve budalalar, kapılar ve zil sesleri, tedirginlikler ve umutsuzluklar arasında yoğruluyorum.
Tahtaların koktuğu, yüksek
camlarının önündeki beyaz mermerlerin kepek ve tozla kaplı olduğu, güneşin son
derece cimri bir adam gibi sarı servetinden ancak birkaç aydınlık tanesi
bahşettiği resmi koridorlarda, benden kaç kuşak önce olduğunu bilmediğim bir
gövde, ırsi bir yalnızlıkla dolaşıp duruyor. Ona da sabandan, topraktan ve
güneş altında sızlayan kırışık bir alından miras kalmış olmalı bu.
*
İçim çekiliyor. Zamanı geri
döndürmek, bir kayayı yerinden oynatmak gibi bir iş olsaydı yapamayacağımı bile
bile yine de denerdim. Oysa zamanı geriye döndürmek için yapacağım hiç bir şey
yok. İhtimali dahi yok bunun. Eski azaplara, tanrısal bir cezaya, kefaretsiz
bir mahkumiyete benziyor geçmişi hatırlamak ve hiç bir şey yapamıyor olmak.
*
Kamusal alana bulaştıkça başımıza
bir şeylerin gelmesi an meselesidir. Kapınız bir sabah vakti çalar ve elinize
bir tebligat tutuşturulabilir mesela. Müşterek yararların sağlamlığı üzerine
sizi bulan bir bedeldir bu.
Kamusal alanın insan üzerindeki
tehlikesi o denli saçmadır ki, bir kere kamusal alanda iz bıraktıktan sonra
bilmem kaç kuşak önce yaşamış olan dedenizden kalma bir borç nesilden nesile
tevarüs ederek size ulaşabilir.
*
Çarpık yüzlü melekler, ellerimde kan
kızılı çamur, ağzını açmış, sanki alevden dişleriyle üzerime hücum edecek bir
canavar gibi öfkeyle uluyan ufuk.
Çarpık yüzlü insanlar, ellerimde
çamur koyusu kan, ağzı sımsıkı kapalı ve dudaklarına işlenmiş zulmetten
ipliklerle mahkum ve suskun gece.
Güneş sırtlarında, çelik rayların
etrafında ölmeyi beklercesine duran, oysa tüm bekledikleri, gidecekleri yere
onları ulaştıracak bir vasıta olan çaresiz insanlar.
"Diapsalmata" ya da biri
öldükten sonra arkasından söylenecek ilk söz. Üstelik hayat tüm neşesiyle,
önüne çıkan her engeli kendisiyle birlikte sürükleyen muzip bir akıntı gibi
akarken, gerçekleşen bir ölüm umursanmaz çoğu zaman. Ölüm için bir söz kâfidir.
İnsanlık tarihi kadar eski bir şeydir bu.
Ya da güneşi sırtlarından atmak
üzere olan sabırsız ve cevval adamlar.
Ne çağrıştırıyor az sonra kıyamet
gibi bir yağmurun başlayacak olması?
Herkes ölmeyecek mi ne de olsa?
*
Rimbaud,'un "Rahip Cübbesi
Altında Bir Yürek"i...
Uzun zamandır böyle çarpıcı bir
metin okumamıştım. Sarkastik, tutkulu, hüzünlü. Nedense bu metni okuduğumun ertesi
günü Dostoyevski'nin "Budala"sı dönüp durdu içimde.
*
İşte yaşamın her daim aşina
olduğumuz ama bir türlü ifade edemediğimiz çelişkisi, hakikate var olmaktan
daha yakın olan o biricik ve eşsiz teferruat:
"Bir İdam Mahkumunun Son Günü"ndeki
kahramanın ölüm cezası yüzüne okunduğunda güneşli bir ağustos sabahıdır ve aklı
mahkeme salonun penceresinden görünen duvarda açmış o ufak sarı çiçektedir.
*
Durgun bir suya benzediğimi
düşünmekten kendimi alamıyorum. Talihin kara sinekleri, sonbaharın yapraklarıyla
bulanmış sathımın üzerinde, zardan kanatlarını telaşla çırparak dolaşırlarken
üstelik.
*
Sonra senin sahip olduğun ve bana da
-istemsizce- kazandırdığın inceliğin, hayatın içinde benim, senin kırıldığından
daha fazla kırılmama sebep olacağını fark ettim. Üzerinde dikkatle durulmasına
gerek olmayan bir durumdu bu. Sadece zaman geçtikçe aşınan kendime, bir üçüncü
göz olarak bakabildim diyelim.
Teşekkür edene teşekkür edilerek
karşılık verilmezmiş… Bunu uzun zaman sonra yeniden anladım.
*
Manzarası deniz olan yokuştaki sokak
lambalarının bir uçtan bir uca uzanan tellerinde tek başına bir kuş, her akşam
hava karardıktan sonra gün doğana dek aynı yere konup o güzel sesiyle hiç
durmadan ötüyor. Sesi yokuşun iki yanındaki karanlık apartman pencerelerine
çarpa çarpa büyüyor ve sanki şehrin mor bulutlarla kaplı tehditkar ve asi
göğüne yayılıyor.
Güzellik sıra dışı ve beklenmedik olunca neden ürpertici olur?
Aralık
Eski bir serüven şiirini övmek için oturduğumuz bir
gece, kirli camların ardında büyüyen sisli bir rüzgarın salladığı ağaçlar...
Sanki kaynayan ve infilak etmeye hazırlanan karanlık. Birkaç gün sonra havanın
soğuyacağı geçiyor aklımdan. Boşveriyorum.
Eski bir serüven şiirini övüyoruz, yüzlerimizde taze
acılarla. Dolmuş küllüklerle ve sancılarla... Gidemiyoruz.
Çünkü gidebilmenin kendisinin de, romantizmin de aşamadığı bir
hudut vardır. Zorunluluk ve nedensellikle belirlenmiş bu hududu aşamamak, eski
bir serüven şiirinin övüldüğü talihsiz ve haset dolu gecelere mahkum eder sizi.
Yapacak bir şey yoktur. Zamanında, romantizmin incelikli bir kahramanı olarak
bu hududu aşmış olanların yazdığı serüven şiirlerini dinlemekle yetinir ve
ardından serüven dolu rüyalar görmek için uyursunuz ancak... Elden başka bir şey gelmez.
*
Bir metin okunduğunda insanı ilk uykusu gibi güvende
olan bir yere çağırmalı. Çünkü büyük huzursuzluklar, en huzurlu olunan yerlerde
yaşanır aslında. En huzurlu yerlerde, büyük acılara hazırlanırız.
*
Sürekli uçurumdan yuvarlanma hissi. Başı ve sonrası
yok. Her an kenarında durulan bir uçurumum baş döndürücü tehlikesinin artan
nabzı. Hayat böyle sınırlarda kendisini ve hiçliğini fark ettiriyor. Uçurumun
kenarına kadar geldiysek düşmek de, kalmak da bir değil mi?
*
Büyük horultular ve çığlıklarla yatağımın kenarındaki
pencerede dönüp duran lodos. Uyutmuyor. İnsan uyku ile uyanıklık arasında sanki
büyük bir girdabın içine çekiliyor gibi oluyor. Gök ve yer birbirine giriyor.
Başım yastığımda, gözlerim sımsıkı kapalı. Sıcak ve kuru bir şey boğazımda
dönüp duruyor sanki. Turner'in tablolarından birini düşünsem geçer mi?
Bir elim, sıkı bir yumruk halinde yatağın yumuşak
yüzeyiyle birleşiyor sanki. Kenetli parmaklarım ve parmaklarımın sıkıca
kenetlenmekten dolayı karıncalandığı avcumda buz gibi bir ter. Kalkıp camlardan
içeri sızmaya fırsat kollayan bu lodosun üzerine yürüsem... Kağıtlar gibi
uçuşan metallerin, patlayan camların, devrilen ağaçların ve ulu kayalardan
kalkıp gelmiş tozların içinde, zerre zerre parçalanarak kaosun ve lodosun
kendisi olsam. Sonra kabaran denize doğru eserek, martıların kanatlarında
dinsem usul usul.
*
Beyaz bir rüyanın, görünen tüm güzel manzaraların,
anne sevgisinin, çelik gibi erdemli ve sadık bir tavrın, çocuklukta dert
olmayan yağmurların, yolculukların, aşkların, tutkuların, perişanlığın,
nefretin, öfkenin, sesin ve soluğun içinden, sığındığımız yegane sığınağın
içinden sonra, bizi var eden ne varsa, bizi kahreden ne varsa; varlığımızın, aldanıp da, her tarafını yapışkan bir efsuna kaptırdığı, aynı zamanda pislik ve
çamurla kaplandığı bir dehşet idealinden başka bir şey değil zaman.
Bıçağın keskin tarafı her zaman bizi tehditkar
parıltılarla karşılıyor. Bir darağacı bizim için her gün yeniden kuruluyor. Her
gün yeniden seyrediyoruz, bir gün toprak olacak olan gövdemizi; kimi zaman
şehvetli, kimi zaman pişman, ama çoğu kez unutmak için kendimizi.
*
Rüzgar camlarda ıslık ıslığa bir şarkı tutturmuş.
Vakit gece yarısını çoktan geçmiş bir de. Baba yadigarı o eski Meister Encher
duvar saatinin günler içindeki saat dörde çeyrek kalalardan hangisinde
durduğunu bilmiyorum işin doğrusu. Oysa gecenin sabaha yaklaşacağı şu ağır
demlerde, baba yadigarı bu eski saatte kalakalmış akrep ve yelkovanın mekanik
ve tek düze bir sesle rüzgarın şarkısına eşlik ettiğini duymak isterdim. Bu
garip düşünce ile içime nereden yığıldığını bilmediğim bir yükü kaldırmak
istiyorum. Hatırlıyorum, Pessoa şimdi içinde bulunduğum böyle bir geceyi "Huzursuzluğun Kitabı"nda tasvir etmişti. Hemen o kitabı alıyorum
elime, şuurumda bu kitaptan kopuk kopuk cümleler dönüp duruyor. Saat ve gece
ile alakalı bir cümle olmalı aradığım... Camlarda ıslık ıslığa terennüm eden
rüzgarın sesine, kitabın sayfalarında dolaşan parmaklarımın
mütereddit sesi karışıyor... Sayfa sayfa, satır satır arayıp buluyor ve
okuduğum ilk andan itibaren içimde yer etmiş o bölüme yeniden teslim ediyorum
gözlerimi...
Kaleme davranıp bu bölümün ilk cümlelerine bir nazire
yazmaya kalkıyorum. Dileyen kitaptaki otuz birinci bölüme bakabilir.
Ben, yıllar önceden bugüne uzanan ve hislerime tam tekmil tercüme olan o
bölümün ilk cümlelerine verdiğim cevabı zamana şöyle teslim ediyorum:
"Benim de her gece herkesin uykuya daldığı
evimin ıssız salonunda duran bir duvar saatim var ki; zamanın peşinden
kendisini sürükleyen o mahzun saat dilimlerinden biri olan dörde henüz çeyrek varken durmuş olduğu için gecenin
sessizliğine katılmaktan başka bir şey elimden gelmiyor. Özellikle babam
öldükten sonra, uykumun hiç gelmediği, ya da ağırlaşan göz kapaklarımın bir
türlü şöyle rahat ve geniş bir uyku için kapanamadığı gecelerde onu
seyrediyorum. Onun öylece durup kalmış olması, gecenin sessizliği içinde yaşam
ve ölüm arasındaki ince çizgiye alay ederek bakan bilge ama huysuz bir
ihtiyarın tavrı gibi geliyor bana."
*
Sabahın ilk saatlerinde yanımda bitiveren nerden
çıktığını anlamadığım kara bir köpek, geniş yoldan karşıya geçmek için benimle
birlikte davranıyor. Yolun bu tarafı sakin. Ağır adımlarla orta refüjde
yayaların geçmesi için yapılmış taş döşeli kısma geliyoruz. Ben duruyorum, o
nedense yürümeye devam ediyor ve yola atıyor kendisini. Başımı otomobillerin
geliş istikametine çevirdiğimde bir otomobilin, köpeğin o sırada bulunduğu
şeritten süratle geldiğini görüyorum. Yüzümü dehşetle buruşturuyorum. Çarptı
çarpacak! Öylece kalıyorum. Otomobilin süratle geldiğini gören köpek gövdesinde
dalgalanan telaşlı kıvrımlarla ileriye atıyor kendisini. Otomobil rüzgar gibi
geçiyor. Göz açıp kapayıncaya kadar yolun karşısına ulaşmış oluyor köpek. Son
anda kurtuluyor. Yolun karşısında durup, az önce o telaşlı gövde kendisine ait
değilmiş gibi başını çevirip müstehzi gözlerle bana bakıyor. Ölümle ve bir de benimle dalga geçmenin
verdiği mağrur tavırla gözden kayboluyor.
Ölüme yahut onun yakınlığına, kendi varlığımızın
dışında şahit olduğumuz vakit, her şey, kendi irademizin dışındaki
nedensellikten beslenir. Kendi gözlerimizle görmez, kendi kulaklarımızla
işitmeyiz artık. İrade, yekpare bir şekilde üstümüze tecelli eder.
Tüm bunlar bir yana, görünmez bir el beni şahit
olduğum manzaranın şaşkınlığını üzerimden atamamışken iki üç gün önce yazdığım
şu satırlara çekiyor yeniden:
"Kadere teslim olmayı, geçmiş zamanın öznesi olanlardan
öğreniriz. Yaşanmış, bitmiş ve artık geçmiş olarak hatırlanan, bize
gerçekleşmesinin mutlak olduğunu bildiğimiz ölümün içinden, yani henüz tecrübe
etmediğimiz bir yokluktan seslenir. Bu sesin sahibi çoktan akıbetine teslim
olmuştur ve varlığı -bir zamanlar var olmuşluğu- bize – henüz var olana- vakti
gelmemiş bir yokluk olarak görünmektedir.
Bizler tıpkı tüm hükmümüzü kuytularında saklayan
varlık sebebimiz denizi tarif etmekten aciz balıklar gibi hayatın içinde
süzülürken; bir zamanlar var olmuş olan, tüm mevcudiyetinin artık nâmevcuda
ulaştığı merhalede iradenin yahut irade yanılgısının haberini duyurur: “Her
şey fânidir.”
Bu haber günümüz medyasının ekranlarda bir bir aşılıp
geçilen haberlerine de pek benzemez üstelik. Hatta insanlığın aşamadığı ve
daima gündeminde olan çarpıcı bir meseledir. Bu meseleyi bir kez tecrübe
edenden geriye kalan yine bu acı haberin tekrarı ve hatta her tecrübe eden
üzerinden kendisini defalarca ispatıdır. Bu ispat, her medeniyette geriye
kalacak nesiller için ekseriyetle mezar taşlarındaki ifadelerde bir öğüt olarak
yer alır.
Epikuros’a atfedilen ve Roma mezar taşlarında sıkça
yer alan Latince bir deyiş, ihtivası bakımından kaderi ve iradeyi, geçmiş
zamandan ziyade şimdinin, yani bir diğer deyişle henüz yokluğu tecrübe etmemiş
varlığın sesinden şöyle anlatır:
“Non fvi, fvi, non svm, non cvro”
“Non fvi”, yoktum, “fvi”, varım, “non svm”,
olmayacağım, “non cvro”, umrumda değil.
Dünyaya gelmeden önceki yokluğunun özüne gizlenmiş
iradesinin dışındaki kaderi, dünyaya geldikten itibaren “varım” olarak idrak
eden ve mutlak son geldikten sonra yine iradesi dışında olmayacağını bilerek
gelecek zamandan haber veren ve tüm bunların yanında kendi iradesinin
acziyetini görerek, kendisini bekleyen akıbetine teslim olan, fani olan her
şeyle birlikte, yok olacak varlığını da ilan eden bir şuurun itirafıdır bu.
Bu şuur iradesini kullanabileceğine dair yanıldığı
noktada, adeta “terk etmeyi bile terk ederek” kendi faniliğiyle mutlak olana
teslim olmuş ve varlığının bilincine, yokluğun idrakiyle varmıştır.
Osmanlı dönemi mezar taşlarında karşılaştığımız
ibareler de aslında irademizin dışında kalan ve başımızda dönüp duran kaderi,
zaman mefhumunun ötesinden bizlere hatırlatır. Ezelî ve ebedî kutuplar arasında
salınarak ağlarını ören kadere sonsuzluğun içinden bakar. Bu Osmanlı dönemi
mezar taşlarıyla da sınırlı değildir üstelik, adeta bir geleneğin sürekliliği
olarak günümüz mezar taşlarının da serlevhalarında sıkça kullanılan bir ifade,
geçmiş, şimdi ve gelecek için şu tespiti yapar: “Hüve’l Bâkî” yani sonsuz olan
yaratıcıdır.
Henüz doğmadan önceki yokluğu, dünyaya geldikten
sonraki varlığı, bir gün gerçekleşecek olan ölümü, tek bir ibarede toplayıp,
sonsuzluğun azametini hatırlatır bize bu ibare. Üstelik Epikuros’un deyişinde
“Non cvro” diye vücut bulan umursamazlık ve acziyet, yine sonsuzluğun akıl sır
ermez kudreti içinde eriyip gitmiştir çoktan. Artık bir yanılgıdan ibaret olan
iradenin ve irade dışında gelişen her şeyin sonsuzluk karşısında bir hükmü
yoktur.
Bilinçli olduğu farz edilen, oysa fanilik karşısında
elden başka bir şeyin gelmeyeceğinin dolaylı bir itirafı olan bu umursamazlık,
hiçliğin nihai noktasına sonsuzluğu kabul ederek erişir.
Yokluk, varlık, fanilik, acziyet ya da Non fvi, fvi,
non svm, non cvro, sonsuzluk aynasının içinden yansımasını gördüğümüz kendi
hiçliğimizin zamansız tekrarlarından ibaretlerdir ancak.
*
Sanki nefes gibi tüten esintilerle gerildiği yerde
kıpırdayan şeffaf zarların içinde uyunan nemli uykular. Yoğun bir sisin içinde
fosforlu ve yaldızlı sıvılar gibi ağır ağır kıvranan fikirler. Açılan otomatik
kapılardan geçerken, uzuvlarını güncel yaşamın tahmin edilemez tehlikelerinden
korumak için bir çeşit marjinalliğe sığınan insanların gövdelerindeki o
bilindik manzara. Bilindik tedirginlik ve tereddüt. Genişleyemeyen, hatta
genişlemek şöyle dursun gittikçe içine kapanan, sıkılan ve bünyesinde doğan
baskıyla, kendi içinde tuz buz olacak kadar hacmini, dünyanın sonsuzluğu
vehmeden genişliğine nazaran daraltan yahut daraltmak mecburiyetinde kalan
varlık.
*
Zaman, ruhumun sıhhatli ve parlak etine ıslık ıslığa
bir vahşet halinde darbelerini indirdikçe, ruhumun içinden, sarkazmın mor ıslak
ve iğreti cildi meydana çıkıyor.
Artık bir yara haline dönüşen insan.
*
Yaratıcılık patolojinin içinden sızıyor. Tabiat da, en
başında büyük bir patolojik infilakın sebebi değil mi zaten? Her şey tahammül
noktasının hududuna geldiğinde, başka bir boyuta, başka bir üsluba ve başka bir
anlam bütünlüğüne geçmek için çabalıyor.
Ve bizler... Yaşamlarımızın ortasında, güneşe, suya,
havaya, betona, kuma ve kendi muadillerimize bakan bizler; kendi patolojik
infilaklarımızın karşıtı olarak refah ve gamsızlığı tercih ettiğimiz ölçüde
zamana ayak uydurabiliyoruz ancak.
Edilen her feragat bir diğerini de peşi sıra sürükleyip, tıpkı hınzır bir kedinin dağılmış bir yün yumağını getirip de önümüze bırakması gibi vazgeçilecek şeyleri önümüze bırakıveriyor ve bizler feragatin kendisine, umuda, yaşama ve en çok da kendimize duyduğumuz şefkat duygusuyla, seçkincilik ve eşsizlik gibi kadim duygularla okşanan vicdanlarımızı neşeyle avutuyoruz.
*
........ geçmişten üzerime sicim sicim inen eski bir
yağmur gibi.
*
Bu parkta güneş, kara köpek, ben ve yokluğumuz
var. Oturduğum bankın ardından yumuşak esintilerle üzerime salınan ıslak çimen
kokusu, hemen yanımda kıvranan o şeffaf, kirli ve ıslak poşet, yokluğun bir
benzeri olan geleceğin nemli kuytularını hatırlatıyor bana. Bir şey olacak.
Bir şeyler olacak.
Olduğunda biz aynı biz olmayacağız. Geçmişteki bizden
ibaret yankılarımız, hayatın solmaya hazır aydınlığıyla yol yol olmuş bir
huzmenin ortasında, kara bir köpek gibi yalnızca gölgeden ibaret, zamansız ve
çelişkili varlığıyla karşılayacak bizi.
Tezatlara şaşırmayacağız böylece. Olan hiçbir şey de
içimizde yer etmeyecek artık. Parklarda rastladığımız o içi boşalmış ve
savrulmaya hazır ambalajlar, poşetler gibi umarsız ve sorgusuz haberler alacak
gövdelerimiz. Geniş caddelerde savrulacağız. Şarkıları yarım bırakma pahasına da olsa bir bir söyleyeceğiz gökyüzüne. Bize doğrultulan ve bir bıçak gibi parlayan
dillere tebessüm edeceğiz yalnızca.
Gözler ki, o gözler bir daha düşmeyecek hayalimize.
Bir kara köpekten ve onun karanlık, zifiri karanlık kirli tüylerinden devşireceğiz ölümü ve güneş ebedî yalnızlığımızın ıslak ve aşınmış tenine tüm anaçlığıyla şefkati bahşedecek. Gerçekten ölmeye hazırsak tabi.
*
Tartılacak, ölçülecek, üzerine uzun uzun münakaşa
edilecek eylem yargıları ve sebepsiz iyilikler yok artık. Tüy gibi kabloların,
ansızın filizlenen tebessümlerin, ışıklar altında parlayan pürüzsüz ve iştah
kabartan o etlerin, pervasız sözlerin ve kırk kat giz altına gizlenmiş arzuların, bir kısır döngü içinde ziyan olmasına dair söyleyecek pek bir
şeyim yok artık.
Ziyan olan yalnızca bunlar değil. Göğsü yaz bahçelerinde
umutla çarpan, gövdesi yağmurda çamurda, karda, soğukta yıpranan ve çehresinden
sarışın tebessümlerin, başından ise akça pakça çocukluk uykularının aktığı ve
hala tıpkı var olduğu andan itibaren eylemsizliğe ait saflığını kaybetmesinin
acısını yaşayan insanoğlu da ziyan oldu. Dünya bu hududun kenarına nasıl vardı?
Dostoyevski'nin dediği gibi "Kurtuluş eylem yoluyla değil, acı çekme
yoluyla gelecek"ti çünkü.
İnsanoğlu kendisini saran eylem duygusunun ayartısıyla hep bir kez daha, birçok kez daha yanıldı.
*
Trenin camına başımı yaslamışım, bir elim alnımda,
gözlerimi de kapatmışım. Camın öteki tarafında gökte asılı duran güneş,
rayların çelik metanetinden yükselen mutad titreyişlerin gövdemdeki
ürpertisiyle yüzümdeki çizgilere nakış nakış işliyor. Göz kapaklarımın ardından geçen uzun, sivri, ince bir karaltı. Sonra
yine güneşin kızıl yangını.
Kimi zaman yerin altına tedirgin bir yılan gibi
kıvranan bu trenin içinde nemli ve soğuk dehlizlerden gün yüzüne çıkmış, sonra
yine o dehlizlere dönmüş ve en nihayetinde yine gün yüzüne ulaşmış ötekilerden
bir öteki olarak, ama bu sefer güneşle bütünleşmiş, belki de fâni ömrümde onu
şöyle tüm teferruatıyla ilk kez hissetmiş bir insan olarak duraklardan bir
durakta ineceğim.
*
Bilmemenin ne denli mesut bir durum olduğunu, siz
biliyorken karşınızdakinin bîhaber safdilliğinden izlemek ne büyük, ne acı bir
yük.
*
Sanırım
birden fazla ölmeye hakkım olsa, her ölüm çeşidini tecrübe etmek isterdim.