Joseph Christian Leyendecker'in Bir Tablosu, Bir Çocukluk Hatırası ve Felsefe
12-13 yaşlarındayım. Limon sarısı saçlarım rüzgarlara teslim, meşin yuvarlak nereye ben oraya, kanayan dizlerime, tozdan çatlayan dudaklarıma aldırış etmeden koşuyorum. Bir gün mahalleler arasındaki son derece çekişmeli bir futbol müsabakasında tam topa kafa ile vurup golü atacak iken kaleciden gözüme şimşek gibi bir yumruk yiyorum. Süratle morarıyor gözüm, gittikçe şişiyor, kapanıyor. Müsabakanın ortasında zonklayan gözümün vahametini anlıyor, arkadaşlarıma biraz da erkekçe bir tavırla; "Bekleyin!" diye buyuruyorum. Kimi cami çeşmesinde susuzluğunu gidermek istiyor, kimi dinlenmek. Benim bekleyin dememle birlikte müsabakanın ilk yarısı sona eriyor böylece... Koşar adım eve gidiyorum. Göz kapağım iyiden iyiye çöküyor. Tek gözümle görmeye çalışıyorum adeta. Kapımızın önüne geliyor, aceleyle zile basıyorum. Annem açıyor kapıyı. Yüzü dehşetle çarpılıyor, ağzından kesik bir çığlık kopuyor. Acele acele anlatıyor, buz istiyor ve gitmem gerektiğini söylüyorum. Katiyen bırakmıyor beni... Üst katta oturan doktor emeklisi beyefendiye gidip gözümün haline baktıracağımı söylüyorum anneme ve süratle merdivenleri çıkıyorum. Kapıyı çalıyorum, sabırsızım... Arkadaşların beni beklediğini düşündükçe hırslanıyorum. Nihayet açıyor kapıyı beyefendi. Derdimi çabuk çabuk anlatıyorum. Şöyle bir eğilip bakıyor, gülüyor bana. "İyi ki açılmamış." diyor. Gözkapağıma bir merhem sürüp, sargıyla kapatıyor. Anneme de uğrayıp tembih ve kaygı dolu bir onay aldıktan sonra en nihayetinde tek gözü kapalı, sargılı bir halde dönüyorum arkadaşlarımın yanına... Arkadaşlarımın çehrelerinden büyük bir şaşkınlık geçiyor o an. "İyi misin, çok kötü ya!" gibi kopuk, manasız ilgi cümleleri... Mahcubiyetimden midir bilinmez aceleyle topa saldırıyorum, "Hadi!" diyorum, ama hüsran... Arkadaşlarımın durumumdan dolayı oyuna karşı iştahı kaçıyor... Vazgeçiyorlar oynamaktan. Sinirleniyorum, gururlanıyorum, küsüyorum, nafile... En sonunda topu kolumun altına sıkıştırıp, karşılarına geçerek somurta somurta süzüyorum onları. Hırsımdan, oyun arzumdan pişman oluyorum... Arkadaşlarımın ilgileri gözümün sargısından başka şeylere kaymaya başlıyor...
Sanırım tablodaki bu çocuk benim gibi klasik futbolda değil bir Amerikan Futbolu müsabakasında yaralanmıştır... Ama olsun, burada bu çocukla kendi aramda mutabık bulduğum nokta, ikimizin de yüzündeki sargı, o çocuksu gurur, tereddüt ve pişmanlığın yansımasıdır. Oyun ikimiz için de acı ama ayartıcı bir tecrübedir artık.
Futbol ile felsefe arasında alegorik, ayartıcı ve dinamik bir benzerlik buluyorum. Nasıl mı? Demek istediğim "Wittgensteinvâri" bir dil oyunu benzerliği gibi... Camus'un kalecilik yaptığı yıllarda, topun hiç beklediği köşeden gelmemesi gibi değil. Daha farklı... İfade edememek, idraki zorlarcasına ifadeye bir yol bulmak için mücadele etmek, kelimelerin sınırları ve kuralları arasında çılgınca koşturmak gibi...
İsmi lazım değil, felsefe üzerine sıkça konuşan kalburüstü bir düşünce adamının bir konferansına katılmıştım. Orada şuna yakın bir şeyler demişti; "Felsefe şuur kendindeyken yapılmaz." O zamanlar bu fikre daha mistik, daha cezbedici bir açıdan bakmıştım. Evet, şuur kendisini dünyadan çekip almalıydı...
Şimdi soruyorum, eğer oyunun ayartısına kapılmayıp, kendimde olsaydım, gözüme yumruk yer, şişmiş gözümle oynamaya yeltenir miydim?
Soruyu bir de şu açıdan soralım; "Felsefe, şuur tam manasıyla kendisindeyken, kendisine mâlik iken mümkün olsaydı eğer, felsefî düşünce bu denli girift, bu denli çetin olur muydu?"
Felsefe, şuurun müsabakasıdır... Hem de kelimelerin sınırları içinde geçen, her anı çetin bir müsabaka... Moraran gözlerin, yaralı dizlerin ve kanayan şuurların vay haline!
Ekim / 2021
Bursa