Joseph Christian Leyendecker'in Bir Tablosu, Bir Çocukluk Hatırası ve Felsefe

Joseph Christian Leyendecker (American, 1874-1951). Beat-up Boy, Football Hero


   Joseph Christian Leyendecker'in bir tablosu vardır. Kolunun altında futbol topu, gözünde sargısı, çehresindeki gurur ile hesap sorarcasına elini beline koymuş sarışın bir çocuk bizlere bakmaktadır bu tabloda. Dikkatle bakarsak eğer bu çocuğun gözlerinde gururu ardına sakladığı acısını görebiliriz... Her şeye rağmen bir pişmanlık vardır bu çocukta. Tavrından oyunun tatlı alegorisi, yüzünden sportmen bir kahramanlık ayartısı süzülürken, çektiği acının pişmanlığını da yaşar aslından... Sancıyan gözü ile sabahları zor ettiği geceler, günler süren inatçı göz morluğu ve bir daha topa şiddetle yeltenmek isterken iki kere düşünmesi vardır. Velhasıl "oyun" onun için acı bir tecrübe olmuştur artık... Nereden mi biliyorum? Kendimden!

    On iki, on üç yaşlarındayım. Limon sarısı saçlarım rüzgarlara teslim, meşin yuvarlak nereye ben oraya, kanayan dizlerime, tozdan çatlayan dudaklarıma aldırış etmeden koşuyorum. Bir gün mahalleler arasındaki son derece çekişmeli bir futbol müsabakasında tam da topa kafa ile vurup golü atacak iken kaleciden gözüme şimşek gibi bir yumruk yiyorum. Süratle morarıyor gözüm, gittikçe şişiyor, kapanıyor. Müsabakanın ortasında zonklayan gözümün vahametini anlıyor, arkadaşlarıma biraz da erkekçe bir tavırla; "Bekleyin!" diye buyuruyorum. Kimi cami çeşmesinde susuzluğunu gidermek istiyor, kimi dinlenmek. Benim bekleyin dememle birlikte müsabakanın ilk yarısı sona eriyor böylece... Koşar adım eve gidiyorum. Göz kapağım iyiden iyiye çöküyor. Tek gözümle görmeye çalışıyorum. Kapımızın önüne geliyor, aceleyle zile basıyorum. Annem açıyor kapıyı. Yüzü dehşetle çarpılıyor, ağzından kesik bir çığlık kopuyor. Ona kaygılanmaması gerektiğini aceleyle anlatıyor, buz istiyor ve gitmem gerektiğini söylüyorum. Katiyen bırakmıyor beni... Üst katta oturan doktor emeklisi beyefendiye gidip gözümün haline baktıracağımı söylüyorum anneme ve süratle merdivenleri çıkıyorum. Kapıyı çalıyorum, sabırsızım... Arkadaşların beni beklediğini düşündükçe hırslanıyorum. Nihayet açıyor kapıyı beyefendi. Ona da bir Merhaba deyip derdimi aceleyle anlatıyorum. Şöyle bir eğilip bakıyor, gülüyor bana. "İyi ki açılmamış." diyor. Gözkapağıma bir merhem sürüp, sargıyla kapatıyor. Anneme de uğrayıp tembih ve kaygı dolu bir onay aldıktan sonra en nihayetinde tek gözü kapalı, sargılı bir halde dönüyorum arkadaşlarımın yanına... Arkadaşlarımın çehrelerinden büyük bir şaşkınlık geçiyor o an. "İyi misin, çok kötü ya!" gibi kopuk, manasız ilgi cümleleri... Mahcubiyetimden midir bilinmez aceleyle topa saldırıyorum, "Hadi!" diyorum, ama hüsran... Arkadaşlarımın nedense oyuna karşı iştahı kaçıyor... Vazgeçiyorlar oynamaktan. Sinirleniyorum, dikleniyorum, küsüyorum, nafile... En sonunda topu kolumun altına sıkıştırıp, karşılarına geçerek somurta somurta süzüyorum onları. Hırsımdan,l ve arzumdan pişman oluyorum... Arkadaşlarımın ilgileri gözümün sargısından başka şeylere kaymaya başlıyor...

    Sanırım tablodaki bu çocuk benim gibi klasik futbolda değil bir Amerikan Futbolu müsabakasında yaralanmıştır... Ama olsun, burada, bu çocukla kendi aramda mutabık bulduğum nokta, ikimizin de yüzündeki sargı, o çocuksu gurur, tereddüt ve pişmanlığın yansımasıdır. Oyun ikimiz için de acı ama yine de ayartıcı bir tecrübedir artık.

    Futbol ile felsefe arasında alegorik ve dinamik bir benzerlik buluyorum. Nasıl mı? Camus'un kalecilik yaptığı yıllarda, topun hiç beklediği köşeden gelmemesi gibi değil. Daha farklı... Demek istediğim "Wittgensteinvâri" bir dil oyunu benzerliği gibi... İfade edememek, idraki zorlarcasına ifadeye bir yol bulmak için mücadele etmek, kelimelerin sınırları ve kuralları arasında çılgınca koşturmak gibi...

    İsmi lazım değil, felsefe üzerine sıkça konuşan kalburüstü bir düşünce adamının konferansına katılmıştım bir gün. Orada şuna yakın bir şeyler demişti; "Felsefe şuur kendindeyken yapılmaz." O zamanlar bu fikre daha mistik, daha cezbedici bir açıdan bakmıştım. Evet, şuur kendisini dünyadan çekip almalıydı... 

    Şimdi soruyorum, eğer oyunun ayartısına kapılmayıp, kendimde olsaydım, gözüme yumruk yer, şişmiş gözümle oynamaya yeltenir miydim? 

    Soruyu bir de şu açıdan soralım; "Felsefe, şuur tam manasıyla kendisindeyken, kendisine mâlik iken mümkün olsaydı eğer, felsefî düşünce bu denli girift, bu denli çetin olur muydu?"

    Felsefe, şuurun müsabakasıdır... Hem de kelimelerin sınırları içinde geçen, her anı çetin bir müsabaka... Moraran gözlerin, yaralı dizlerin ve kanayan şuurların vay haline!

Ekim / 2021

Bursa

Sık Ziyaret Edilenler

Higgs Bozonu ve Çocuk Sezgimizdeki Masumiyet

Şekilcilik, Kabuk ve Öz

NON FVI, FVI, NON SVM, NON CVRO.