İçimizdeki Eylül

Güneşsiz ve solgun çehresiyle yağmur bekleyen bir öğle vakti, şehrin kuytularında, ellerim ceplerimde, başım önümde yürüyorum. Yağmur yerine, uzaklardan, belki bir kaç mahalle öteden kesik kesik duyduğum simitçi ve eskici sesleri yağıyor üzerime. Az ileride, çöpçülerin kaldırımın kenarına süpürdükleri bir yığın sararmış yaprağa takılıyor gözlerim. Hatırlarım, çocukken annemin elini bırakır, o zamanlar da kaldırımların kenarına süpürülen bu yaprakların üstünde büyük bir sevinçle koşardım. Çıtır çıtır kırılan yaprakların çıkardığı sesler beni daha da kamçılar, hatta çocukluk heyecanıyla kendimi kaybederdim. 

O zamanlar bu yaprakların, tüm yaz boyunca açtıkları dallarda esnek, geniş ve hayat dolu gövdelerine güneşler topladıklarını, Eylül ayı geldiğindeyse serin rüzgarlarla dallarından koparak, birer kıvılcım gibi uçuşup düştüklerini ve ardından bir süpürge marifetiyle kaldırım kenarlarına süpürüldüklerini düşünmüyordum. Netice, yani yaprakların üzerinde deliler gibi koşturma hürriyetine sahip olmam kâfiydi benim için.

İlk gençlik yıllarımda ise, dallarda yemyeşil ve tazecik duran bu yaprakların, mevsim geçtikçe gitgide sararıp, kırılgan bir biçime dönüştüklerini keşfettim. Nerede okumuştum hatırlamıyorum lâkin hayatın esnek, ölümün ise kırılgan oluşu; sonbaharda kuruyan ve sararan, ardından en ufak bir darbeyle ufalanan bu yapraklarda tecelli ediyordu büsbütün. Başımda gençliğim, içimde ilk aşkın acısı kıvranıp dururken, iki yanı ağaçlı bir yolda yürüyordum. Yine ağaçların dallarından koparak yere düşmüş yapraklar ayaklarımın altında çıtır çıtır kırılıyordu. Çocuk olmadığım için her adımım mütereddit ve temkinliydi. Kırılan her yaprağın çıtırtısı, görmediğim, ateşini hissetmediğim bir yangının yankısıydı.

Aslına bakılırsa Eylül'e dair yalın cümleler kurulmamalı. Aylardan en girifti, tarifi en zor olanıdır o. Eylül, her sene mühim bir olayı da muhakkak kendisiyle beraber getirmektedir çünkü.* Batı Roma İmparatorluğu'nun son hükümdarı Romulus Augustus tahttan Eylül ayında indirilmiş, imparatorluk Eylül ayında sona ermiştir. Michelangelo'nun Davut heykeli ilk kez Eylül ayında teşhir edilmiş, Sezar Roma'da yaptırdığı tapınağı Venüs'e Eylül ayında adamıştır. 

Batı Roma'nın Eylül ayında sona ermesi, ak mermerlerin göğsünde yaz boyu güneşlerle sızlayan arzuların ve imparatoriçelerin ihtirasını şehvetle tutuşturan hırsların sarı kıvılcımını saklamaktadır. Davut heykeli, yine mermerin içinden Michelangelo'nun elleriyle bir kıvılcım gibi, canlı omuzları, masum çehresi ve hafifçe kıvrılmış sol diziyle çıkmış ve insan dehasını tutuşturmuştur. Sezar, Venüs'ün sarısında Eylül'ü bulmuş, onun tehlikeli güzelliğini ve cezbedici tavrını Eylül ayında görerek, ezelî ve ebedî aşkın tüm sıcaklığını, merhametini, günahını ve hüznünü, kendisini taşıyan sütunların içinde kıvılcım kıvılcım saklayan bir tapınak adamıştır ona. Eylül tarihe, insana, her çizgiye ve her şekile sırlanmıştır adeta. 

Çepeçevre sırlanan ve kıvılcım kıvılcım tüten Eylül, bir köşe başında ansızın rastladığımız bir dost tebessümünün en samimi çizgilerini donanır ve bu tebessümünün kendisine inandıran eminliği ile yüzümüze konuşur. Esen rüzgarıyla, başımızı paltolarımızın yakalarına gömüp, ölmeden, solmadan, onurlu ve mağrur durarak, bir kış mevsimini daha geçirmemizi öğütler. Zamanın ortasında, başımızı çaresizce önümüze eğmiş öğüdünü dinlerken onun, avcumuza yaz güneşlerinin alevini saklayan ve şimdi kıvılcımlanmaya başlayan bir cevher tutuşturur. Artık yaz mevsimleri gibi sonbahardaki çocukluk telaşları da bitmiştir. Yapraklar sarı ölümlere, geçmiş ve aşina olduğumuz her şey, çoğalan bir yangına teslimdir.

İsmi süryanice kökenlidir Eylül'ün. Süryanice "Aylûl" yani üzüm ayı demektir o... Eylül, rüzgarı, rüzgar asmaları, asmalar üzümleri ve üzümler de şarabı sarhoş eder. İçtiğinde de şarap sarhoş etmez insanı... Eylül rüzgarlarının değdiği asmalarda yaz boyu kendi halinde sürüp giden ve yokluğa karşı muzaffer olan tabiatın, ezelî kaderin hükmünü taşıyan rüzgarlara mağlubiyeti, lezzetli ve ağdalı bir reçete gibi üzümün tadına karışır, tüm tadını mağlubiyetin yılgınlığından alır üzüm. Sonra ezilir ve bekler... Asmalarda incecik zarına taşınan yaşam suyu, mağlubiyetle ve bekleyişle insanın damarlarındaki o emsalsiz yaşam suyunun rengini alır. Sanırım Baudelaire'in de: "Gerçekten de şarap insan hayatında mahrem bir rol oynar; bu öyle mahrem bir roldür ki panteistik fikirlere kapılmış aklıbaşında dimağların şaraba bir çeşit kişilik affetmesine hiç şaşırmam."** demesi şarap ve kanın birbirine benzeyen kaderi içindir.

Artık bekleyen, yaşayan, yaşatan ve bir kıvılcamla tutuşup yanan ne varsa Eylül'ün tecellisidir

Yine Eylül... Sararmış yaprakların üstünde büyük bir sevinçle oynayan çocukluğumuz yok artık... Üzümün tadı, ufukların kararsız rengi, avcumuza tutuşturulan cevher, tek başına adımladığımız şehirlerin kalabalığı, uykularımızı kaçıran vehimlerimiz, tutkularımız, aşklarımız  ölümlerimiz, yaşamlarımız, aslında hep başka mevsimlerin emareleriyle süslenip karşımıza çıkan aylar, sonsuz bir Eylül yangınının olgun şuurlara gizlenmiş süreğinden ibarettir şimdi. Soluğumuz, yerkürenin aylar boyu kabuğunda hapsettiği ateşlerin izini taşır. Başımız, içindeki ateş parçasıyla soğuk soğuk terleyen bir kaya parçasını andırmaktadır. İçimizde elem ve hazzın birbirine dolanık çarpıntısı vardır. Sararan dağ eteklerinden evvel benzimiz sararmış, kış uykusuna yatmaya niyetlenen vahşi tabiattan evvel gözkapaklarımıza tatlı bir uyku yayılmıştır.

Eylül, kendisinde geçen zaman ile bizim bir uzvumuz, ayrılmaz bir parçamız gibidir...

Eylül içimizdedir.

Eylül / 2022

Bursa


*Ben bu yazıya son noktayı koyduktan bir gün sonra yani 8 Eylül'de kraliçe II. Elizabeth ve ondan beş gün sonra, yani 13 Eylül'de yönetmen Jean-Luc Godard vefat etti.

** Charles Baudelaire, Şaraba ve Esrara Dair, Sel Yayıncılık, ss. 26, 2016.

Sık Ziyaret Edilenler

Higgs Bozonu ve Çocuk Sezgimizdeki Masumiyet

Şekilcilik, Kabuk ve Öz

NON FVI, FVI, NON SVM, NON CVRO.