Tekno-Kültürel Emperyalizme Karşı Kültür Savaşı

Çok değil daha geçen kış, çatılardan uzanan buz saçaklarının sarı bir aydınlıkla damla damla eridiği bir sabah evimden çıkıyorum... Kendi muhitimden ayrılmadan, aylardır boş olduğunu bildiğim o ufak dükkana takılıyor gözlerim. Kapısı açık… O da ne? Gölgeli bir aydınlık içinde kule kule yükselen kitaplar! Bu fırsatı kaçırmam, iki adımda kapısındayım dükkanın… Yavaşça içeri süzülüyorum… Dükkan sahibiyle göz göze geliyor ve kendimi etrafımda yükselen kitaptan kulelerin sarhoşluğuna bırakmadan evvel yarım bir tebessümle “Hayırlı olsun” diyorum, teşekkür ediyor. Muhitimde bir sahaf açıldığına içten içe seviniyorum.

Dükkan sahibi ne aradığımı bilmeden, sabahın erken saatinde dükkanını dolaşmama hayret ediyor mu, bilmem… Ama ben sabahın o saatinde, kağıttan kulelerin arasında bulduğum bir kitaba hayret etmekten kendimi alamıyorum…

Kitap kulelerinden birinin en üstünde bulunan bir kitabın, lacivert, mavi ve açık mavi renklerinden müteşekkil kapağının en üstünde, yani lacivert kısmında, biraz daha açık bir maviyle ve büyük puntolarla yazılmış yazarının ismi gözüme çarpıyor: Attilâ İlhan. Hemen altında ise kitabın ismi: Ulusal Kültür Savaşı. O gün sahafın siftahı benden oluyor, hemen alıyorum kitabı…

Attilâ İlhan’ın diğer eserlerine, mesela “Hangi” serisine nasıl sarıldıysam, “attilâ ilhan’ın defteri” adıyla bilinen bu serinin de bir parçası olan “Ulusal Kültür Savaşı”na öyle sarılıyor ve müsait olduğum ilk an okumaya başlıyorum. Bu seriden neler okuduğumu düşünüyorum: “Gerçekçilik Savaşı”, “İkinci Yeni Savaşı”, “Faşizmin Ayak Sesleri”...

Ulusal Kültür Savaşı”nı bir çırpıda bitirdikten sonra bu eserden süzdüklerimle “Şekilcilik, Kabuk ve Öz” adlı bir yazı yazıyorum. O yazımın meselesi ayrı...

 Bu kez mesele başka…

“Mesele nedir?” diye sorarsanız, hayli zamandır kültürümüzün serencâmı başımda dönüp duruyor. Kültürümüzün ilk tahlilde köklü bir zemine oturduğu hakikati ile içimi bir parça rahat tutsam da, kültürümüzün akıbeti beni tedirgin ediyor. Sadece kültürümüzün de değil aslında, topyekûn kültür kavramının…

Bernard Lewis'in,  "Ortadoğu" adlı eserinin hemen başında medeniyetimize ve kültürümüze dair verdiği örnekler bu meseleyi içime yıllar evvel düşürmüştü, hatırlarım. Bu denli köklü bir kültür birikimine sahip olmamıza rağmen, onu bir türlü gerekli zemine, bir ulusal bileşim zeminine niçin oturtamadığımızı da zaman geçtikçe gayet iyi anladım… 

Kültür emperyalizmi, her dönemde gelişim ve ilerleme için elzem addedilen “gerekliliklerin” acı reçetesi elinde, bilgiç ve mağrur bir tavırla karşımıza dikilirken, hele bir de aydınlarımızın bu meseledeki tutumu ortadayken, sosyolojik ve siyasi açıdan çalkantısı henüz dinmemiş bir ulus için kaba satıhta bu acı reçeteye uymak en doğru tutum olarak gözükse de, meseleye zıt bir kutbun tamamlayıcısı olan başka bir zaviyeden de bakmak mümkündü. Bir bileşimi arzu ederek mutedil olmak mı? Bu safhada akıllara dahi gelmezdi.

Kültürümüzün nice unsurları, ya kültür emperyalizmi tarafından Batı’ya (ki Batı kültürü İlhan'ın da "Ulusal Kültür Savaşı" eserinde dediği gibi aslında Yunan / Latin kültürüdür) ya da tam aksi olarak Doğu’ya savrula savrula sosyolojik olarak da tuhaf bir kimlik buhranının tetikleyicisi olmuştu. Attilâ İlhan haklıydı. Bakın “Ulusal Kültür Savaşı*”nda yer alan 14 Ekim 1983 tarihli “Evrensel Kültür Kavramı Bir Tuzak Gizliyor” adlı yazısında neler söylemişti o:

 

Birkaç yüzyıldır, yeryüzü Batı uygarlığının üstünlüğünü yaşıyor. Evrensel diye savunulan kültür değerleri, gerçekte, batılı toplumların değerleri. Oysa gelişmeye cosmique bakarsanız görürsünüz ki, dünyada Mezopotamya, Mısır, Çin, Maya ya da İslâm uygarlıklarının egemen oldukları dönemlerde, evrensel kültür kavramı, bu uygarlıkların değer sistemlerini ifade ediyordu. Çin uygarlığının, batı uygarlığıyla ortak hiçbir yanı yoktur, insafla düşünelim, o müthiş ve muazzam kültür, batı kültüründen daha az mı evrensel? Öyleyse, batı uygarlığının yerli ‘misyonerlerince’ papağan gibi tekrarlanan ‘evrensel kültür’ kavramını, soyut, toplumsalın dışında, ya da üstünde bir kavram gibi almaktan vazgeçmek; onu tarih boyunca süregelen toplumsal gelişme ve çatışmalar zinciri içindeki yerine koymak lazımdır” (syf:11-12).

 

İlhan’ın da ipucunu verdiği gibi aslında sahip olduğumuz kültürün kökleri, evrenselleşmek iddiası ile daima bir tarafa meyyâlliğin neticesi olan sert kırılmaları değil, ulusal bir kültür bileşimini hak ediyordu...

Henüz geç değil, halen ediyor da... Anlayacağınız ulusal kültür savaşı sürüyor. Ama bu kez, kültür emperyalizminin aslında kültürün kendisini ve hatta onun uluslararası çeşitliliğini de tehdit eden başka bir veçhesi de bu savaşa dahil!

Son aylarda her yerde bir yapay zeka çılgınlığı aldı başını gidiyor. Teknolojik açıdan bakıldığında bu gelişim elbette takdire şayandır ama bir de buz dağının görünmeyen kısmı var… Eğitim, sanat, sanayi, güvenlik hatta sağlık dahi yapay zekanın hakimiyetine girmeye başladı. Hiç şüphesiz yapay zekanın bu alanlarda faydası saymakla bitmez. Hem zamandan tasarruf, hem enerjiden…  Ama iş gelip de kolaycılığa dayanıyorsa, orada ciddi bir problemle yüz yüzeyiz demektir.

Çağımız “tahkikî” değil, “taklidî” bir çağ. Bendenize göre Postmodernizm de bunu anlatmaya çalışıyor aslında. Logolar, markalar, boy boy dijital reklam panoları ve yanıp sönen; geniş, dar, büyük ve ufak monitörlerde kazanılan sürat… Devasa şehirlerin içinde yanlış bireyselleşmenin imar ettiği, iletişimini tek düzey frekanslar ve çoktan tayin edilmiş ibarelerle sürdüren yeni bir insanlık…

Üretkenliğin gittikçe daha da kısır bir hal almaya başladığı ve aslında birbirlerine tesir etmekten çok, ufak rötuşlarla birbirlerinin birebir kopyası olmaya namzet eserlerden ve tavırlardan müteşekkil bir “yeni nesil kültür ortamı” oluşuyor. Bu taklit silsilesinin beslendiği kaynak ise “Tekno-kültürel emperyalizm”.

Taklit dedim, izahı Attilâ İlhan’ın “Ulusal Kültür Savaşı"nda yer verdiği ekonomist Jean - Marie Albertini yapsın:

 

...bağımsızlık elde edildiği zaman bile, özellikle kültür alanında, sömürgecinin taklid edilmesi süregelir” (syf:100).

 

Sanal bir dünyada her birimiz bireysel ve son derece mesuliyetsiz bir bağımsızlık içindeyiz desem, şüphelidir. İçinde kendimizi bağımsız olarak vehmettiğimiz dijital mecraların, fırsat buldukça maddiyatı, zamanı, iletişimi ve manevi hisleri sömürdüğü de ortada. Öyleyse Albertini’nin taklit ve sömürü hakkında söylediklerini akıldan çıkarmamakta fayda var.

Çeşit çeşit elektronik donanım, yazılım ve aksesuar, mevzubahis emperyalizmin yeni üretim ve pazarlama sahasının esas dinamosu... Artık teknoloji sadece belli bir zümreye pazarlanmıyor, teknoloji güçlü reklamlar ve karşı konulamaz ulaşılma gayesiyle; yeni bir emtia piyasası, bir güçler savaşı ve -sahip olunamadığında- bireyin sosyal bilincinde müthiş bir eksiklik duygusu yaratıyor. Sahip olunduğundaysa, uluslararası bir akım olarak sürekli değişen kullanım şekillerinin rüzgarına yeni bir taklit furyası daha ekleniyor.

Metaverse’de açılan sanal sergiler, hatta orada satışa çıkarılan mekanlar, ne olduğu, ne anlatmak istediği meçhul dijital sanat... Bir de işin içine yapay zekanın kolaycılığı da girince, gözlerini kültürün can damarına dikmiş yeni bir emperyalizm, bir “Tekno-kültürel emperyalizm” ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu yeni emperyalizmin yürüdüğü ve bizleri de peşinden sürüklediği konforlu yol, yavaş yavaş sanal ve tek tip bir kültür dünyasına doğru kıvrılıyor.

Henüz bitmedi, daha var…

Daha iki gün önce sosyal mecraların birinde gördüğüm bir yapay zeka uygulaması reklamına kapılmaktan kendimi alamadım. Söz konusu yapay zekanın çalışma metodunu ve “reklamın gücü” sayesinde bizzat nasıl çalıştığını anlayınca büsbütün hayret ettim. Mevzubahis yapay zeka uygulaması sizin çektiğiniz videoyu alıyor, işliyor ve sesinizi konuşmak istediğiniz dile uyarlamakla birlikte, dudak hareketlerinizi de o dile göre yeniden biçimlendiriyor. Kabul edin, bu tehlikeli pragmatizmin ucu aslında hafife alınamayacak bir sahtekârlığa dayanıyor!

Az önce de dediğim gibi, ulusal kültür savaşı sürüyor… Görünen o ki, ulusal bir bileşime ulaşmaya gayret etmeden önce bu kez müdafaa etmemiz gereken şey belki de kültürün, kültürün çeşitliliğinin ve hürriyetinin ta kendisidir.

Benden söylemesi.

 Ekim / 2023

Bursa


* Attilâ İlhan, Ulusal Kültür Savaşı, 1986, Özgür Yayın Dağıtım.

 

 

Sık Ziyaret Edilenler

Higgs Bozonu ve Çocuk Sezgimizdeki Masumiyet

Şekilcilik, Kabuk ve Öz

NON FVI, FVI, NON SVM, NON CVRO.