Tekno-Kültürel Emperyalizme Karşı Kültür Savaşı
Dükkan sahibi ne aradığımı bilmeden, sabahın erken
saatinde dükkanını dolaşmama hayret ediyor mu, bilmem… Ama ben sabahın o
saatinde, kağıttan kulelerin arasında bulduğum bir kitaba hayret etmekten
kendimi alamıyorum…
Kitap kulelerinden birinin en üstünde bulunan bir
kitabın, lacivert, mavi ve açık mavi renklerinden müteşekkil kapağının en
üstünde, yani lacivert kısmında, biraz daha açık bir maviyle ve büyük puntolarla
yazılmış yazarının ismi gözüme çarpıyor: Attilâ İlhan. Hemen altında ise
kitabın ismi: Ulusal Kültür Savaşı. O gün sahafın siftahı benden oluyor,
hemen alıyorum kitabı…
Attilâ İlhan’ın diğer eserlerine, mesela “Hangi”
serisine nasıl sarıldıysam, “attilâ ilhan’ın defteri” adıyla bilinen bu
serinin de bir parçası olan “Ulusal Kültür Savaşı”na öyle sarılıyor ve
müsait olduğum ilk an okumaya başlıyorum. Bu seriden neler okuduğumu
düşünüyorum: “Gerçekçilik Savaşı”, “İkinci Yeni Savaşı”, “Faşizmin
Ayak Sesleri”...
“Ulusal Kültür Savaşı”nı bir çırpıda
bitirdikten sonra bu eserden süzdüklerimle “Şekilcilik, Kabuk ve Öz” adlı bir yazı yazıyorum. O yazımın meselesi ayrı...
Bu kez mesele
başka…
“Mesele nedir?” diye sorarsanız, hayli zamandır
kültürümüzün serencâmı başımda dönüp duruyor. Kültürümüzün ilk tahlilde köklü
bir zemine oturduğu hakikati ile içimi bir parça rahat tutsam da, kültürümüzün
akıbeti beni tedirgin ediyor. Sadece kültürümüzün de değil aslında, topyekûn
kültür kavramının…
Bernard Lewis'in, "Ortadoğu" adlı eserinin hemen başında medeniyetimize ve kültürümüze dair verdiği örnekler bu meseleyi içime yıllar evvel düşürmüştü, hatırlarım. Bu denli köklü bir kültür birikimine sahip olmamıza rağmen, onu bir türlü gerekli zemine, bir ulusal bileşim zeminine niçin oturtamadığımızı da zaman geçtikçe gayet iyi anladım…
Kültür emperyalizmi, her dönemde gelişim ve
ilerleme için elzem addedilen “gerekliliklerin” acı reçetesi elinde, bilgiç ve
mağrur bir tavırla karşımıza dikilirken, hele bir de aydınlarımızın bu meseledeki tutumu ortadayken, sosyolojik ve siyasi açıdan çalkantısı henüz dinmemiş bir ulus için kaba satıhta bu acı reçeteye uymak en doğru tutum olarak gözükse de, meseleye zıt bir kutbun tamamlayıcısı olan başka bir zaviyeden de bakmak mümkündü. Bir bileşimi arzu ederek mutedil olmak mı? Bu safhada akıllara dahi gelmezdi.
Kültürümüzün nice unsurları, ya kültür emperyalizmi
tarafından Batı’ya (ki Batı kültürü İlhan'ın da "Ulusal Kültür Savaşı"
eserinde dediği gibi aslında Yunan / Latin kültürüdür) ya da tam aksi olarak
Doğu’ya savrula savrula sosyolojik olarak da tuhaf bir kimlik buhranının
tetikleyicisi olmuştu. Attilâ İlhan haklıydı. Bakın “Ulusal Kültür Savaşı*”nda
yer alan 14 Ekim 1983 tarihli “Evrensel Kültür Kavramı Bir Tuzak Gizliyor”
adlı yazısında neler söylemişti o:
“Birkaç yüzyıldır,
yeryüzü Batı uygarlığının üstünlüğünü yaşıyor. Evrensel diye savunulan kültür
değerleri, gerçekte, batılı toplumların değerleri. Oysa gelişmeye cosmique bakarsanız
görürsünüz ki, dünyada Mezopotamya, Mısır, Çin, Maya ya da İslâm uygarlıklarının
egemen oldukları dönemlerde, evrensel kültür kavramı, bu uygarlıkların değer
sistemlerini ifade ediyordu. Çin uygarlığının, batı uygarlığıyla ortak hiçbir
yanı yoktur, insafla düşünelim, o müthiş ve muazzam kültür, batı kültüründen
daha az mı evrensel? Öyleyse, batı uygarlığının yerli ‘misyonerlerince’ papağan
gibi tekrarlanan ‘evrensel kültür’ kavramını, soyut, toplumsalın dışında, ya da
üstünde bir kavram gibi almaktan vazgeçmek; onu tarih boyunca süregelen
toplumsal gelişme ve çatışmalar zinciri içindeki yerine koymak lazımdır”
(syf:11-12).
İlhan’ın da ipucunu verdiği gibi aslında sahip
olduğumuz kültürün kökleri, evrenselleşmek iddiası ile daima bir tarafa meyyâlliğin neticesi olan sert kırılmaları değil, ulusal bir kültür bileşimini hak ediyordu...
Henüz geç değil, halen ediyor da... Anlayacağınız ulusal kültür savaşı sürüyor. Ama bu kez, kültür emperyalizminin aslında kültürün kendisini ve hatta onun uluslararası çeşitliliğini de tehdit eden başka bir veçhesi de bu savaşa dahil!
Son aylarda her yerde bir yapay zeka çılgınlığı aldı
başını gidiyor. Teknolojik açıdan bakıldığında bu gelişim elbette takdire
şayandır ama bir de buz dağının görünmeyen kısmı var… Eğitim, sanat, sanayi, güvenlik hatta sağlık dahi yapay zekanın hakimiyetine girmeye başladı. Hiç
şüphesiz yapay zekanın bu alanlarda faydası saymakla bitmez. Hem zamandan
tasarruf, hem enerjiden… Ama iş gelip de
kolaycılığa dayanıyorsa, orada ciddi bir problemle yüz yüzeyiz demektir.
Çağımız “tahkikî” değil, “taklidî” bir çağ. Bendenize
göre Postmodernizm de bunu anlatmaya çalışıyor aslında. Logolar, markalar, boy
boy dijital reklam panoları ve yanıp sönen; geniş, dar, büyük ve ufak
monitörlerde kazanılan sürat… Devasa şehirlerin içinde yanlış bireyselleşmenin
imar ettiği, iletişimini tek düzey frekanslar ve çoktan tayin edilmiş
ibarelerle sürdüren yeni bir insanlık…
Üretkenliğin gittikçe daha da kısır bir hal almaya
başladığı ve aslında birbirlerine tesir etmekten çok, ufak rötuşlarla
birbirlerinin birebir kopyası olmaya namzet eserlerden ve tavırlardan
müteşekkil bir “yeni nesil kültür ortamı” oluşuyor. Bu taklit silsilesinin
beslendiği kaynak ise “Tekno-kültürel emperyalizm”.
Taklit dedim, izahı Attilâ İlhan’ın “Ulusal Kültür
Savaşı"nda yer verdiği ekonomist Jean - Marie Albertini yapsın:
“...bağımsızlık elde
edildiği zaman bile, özellikle kültür alanında, sömürgecinin taklid edilmesi
süregelir” (syf:100).
Sanal bir dünyada her birimiz bireysel ve son derece
mesuliyetsiz bir bağımsızlık içindeyiz desem, şüphelidir. İçinde kendimizi
bağımsız olarak vehmettiğimiz dijital mecraların, fırsat buldukça maddiyatı,
zamanı, iletişimi ve manevi hisleri sömürdüğü de ortada. Öyleyse Albertini’nin
taklit ve sömürü hakkında söylediklerini akıldan çıkarmamakta fayda var.
Çeşit çeşit elektronik donanım, yazılım ve aksesuar, mevzubahis emperyalizmin yeni üretim ve pazarlama sahasının esas dinamosu...
Artık teknoloji sadece belli bir zümreye pazarlanmıyor, teknoloji güçlü
reklamlar ve karşı konulamaz ulaşılma gayesiyle; yeni bir emtia piyasası, bir
güçler savaşı ve -sahip olunamadığında- bireyin sosyal bilincinde müthiş bir
eksiklik duygusu yaratıyor. Sahip olunduğundaysa, uluslararası bir akım olarak
sürekli değişen kullanım şekillerinin rüzgarına yeni bir taklit furyası daha
ekleniyor.
Metaverse’de açılan sanal sergiler, hatta orada satışa
çıkarılan mekanlar, ne olduğu, ne anlatmak istediği meçhul dijital sanat... Bir
de işin içine yapay zekanın kolaycılığı da girince, gözlerini kültürün can
damarına dikmiş yeni bir emperyalizm, bir “Tekno-kültürel emperyalizm”
ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu yeni emperyalizmin yürüdüğü ve bizleri de
peşinden sürüklediği konforlu yol, yavaş yavaş sanal ve tek tip bir kültür
dünyasına doğru kıvrılıyor.
Henüz bitmedi, daha var…
Daha iki gün önce sosyal mecraların birinde gördüğüm
bir yapay zeka uygulaması reklamına kapılmaktan kendimi alamadım. Söz konusu
yapay zekanın çalışma metodunu ve “reklamın gücü” sayesinde bizzat nasıl
çalıştığını anlayınca büsbütün hayret ettim. Mevzubahis yapay zeka uygulaması sizin çektiğiniz videoyu alıyor, işliyor ve sesinizi konuşmak istediğiniz dile
uyarlamakla birlikte, dudak hareketlerinizi de o dile göre yeniden
biçimlendiriyor. Kabul edin, bu tehlikeli pragmatizmin ucu aslında hafife alınamayacak
bir sahtekârlığa dayanıyor!
Az önce de dediğim gibi, ulusal kültür savaşı sürüyor…
Görünen o ki, ulusal bir bileşime ulaşmaya gayret etmeden önce bu kez müdafaa
etmemiz gereken şey belki de kültürün, kültürün çeşitliliğinin ve hürriyetinin ta kendisidir.
Benden söylemesi.
* Attilâ İlhan, Ulusal Kültür Savaşı, 1986, Özgür Yayın Dağıtım.