Kitâbe-i Seng-i Mezârım
Bir zemân olsun bana seng-i mezârım tercemân,
Muallim Nâci’nin bu beytine rastlayınca nasıl da
boğazımda çözülmez düğümlerle, öylece kalmıştım? Henüz şakaklarıma ve sakallarıma
ömrün nihai kışını haber veren beyazlar düşmemiş ve mütebessim çehreme hakikat
ile karşılaşmaktan doğan o kesif ciddiyet çökmemişti. Meçhul bir zamandı
anlayacağınız.
Her ne kadar o meçhul zamanlarda ömrün nihai kışından
bîhaber olsam da, mutlak sonumu hissederek, halime tercüman olacak bir kitâbe-i
seng-i mezârım olmasını diler; kış mevsimlerinin karanlık
sabahlarında, eski mabetlerin mermer taşlarında, şehrin güvercinlerle dolu
meydanlarında, o meydanlardan geçip, odamın manzarasını teşkil ederek sivri
dallarıyla bulutlara uzanan ağaçların kuru dallarında, zaman vâki olduğunda,
bir solgun yaprak misali bırakılacağım yumuşak toprağın başında yükselecek o kutlu
abidenin, garip hece taşımın üzerinde yazacak ibareyi arar, bulamazdım. Yanlış
yerde mi arardım, yoksa yanlış zamanda mı? Bu suale cevap veremezdim elbet.
Sadece arar, daima arar ve ellerimin boş kalmasından doğan hüsran ile yeniden
başa dönerdim.
Orhan Veli’nin o meşhur şiirinin ismi dilimde defalarca
dönerdi kimi zaman: “Kitâbe-i Seng-i Mezâr”. Söyler söyler, dururdum. Bu
isim bende şiirden ziyade müstakil bir mana ifade ederdi. Benim için şiirden
daha şiirdi belki. Ölümden daha ölüm… İnsanlığa dair geriye kalacak olan her
şeyin bir hülâsası, varlığın içinde “var” ve ulaşılabilir olarak, yokluğu tarif
etmeye muktedir bir reçete... Mermerlerde kıvrım kıvrım harflerden müteşekkil,
eski ve ince çağlardan miras, efsunlu cümlelerin topyekûn ismiydi “Kitâbe-i
Seng-i Mezâr”.
Meçhul zaman, malum zamana vâsıl oldu. Şakaklarımda ve
sakallarımda, ömrün nihai kışının nişanelerini gördüğüm zaman bir kitâbe-i
seng-i mezârım olmasına dair duyduğum o eski ve şiddetli arzu yerini
teslimiyete bıraktı. Bu teslimiyet ise gitgide sildi içimden bu arzuyu. Artık
olsa da olurdu, olmasa da... Ne de olsa ben öldükten sonra toprağımın başında
yükselecek seng-i mezârım, rüzgarlar ve yağmurlarla yıllar boyu yavaş yavaş
aşınacak, okunmaz hale gelecekti. Biraz daha zaman geçecek, depremlerle,
yıldırımlarla kırılacak ve tıpkı vücudum gibi toprağın içinde kaybolacaktı.
İster taştan, ister candan olsun, hiçbir şey zamana mukavemet edemezdi.
Bir ocak gecesi saat on ikiyi çoktan geçmişken,
başımı ellerimin arasına alıp, mazideki sesler ile dokunmuş ağır bir kumaş
misali tüm külfetiyle üzerime serilmiş olan sessizliğin içinde önümüzdeki haftanın
günlerinden bir gün, tanış olduğum bir gönül erbabının evine ilk kez misafir
olacağımı hatırladım. Muhakkak yanımda bir hediye de götürmeliydim.
Ben bunları düşünürken, dışarıda kıvranan rüzgar an
geliyor öfkeli ve görünmez bir yılan gibi süratle dönüp duruyor ve ıslık
ıslığa, üzerime serilmiş o ağır kumaşın kenarlarını havalandırıyordu. Böyle
anlarda huzursuzlaşıyor, düşünmeyi bırakıp boş gözlerle önümdeki bakır
kalemliğime bakmakta çareyi buluyordum.
Bir ara rüzgar hafifledi, büsbütün kaybolmak üzereydi.
Penceremde ilk önce ufak, sonra ise gittikçe büyüyen iri damlaların birbirini
izleyen tıkırtıları duyulmaya başladı. Ferahlamıştım. Bu kez fasılasız, tüm
dikkatimle gideceğim misafirlikte takdim edeceğim hediyeyi düşünmeye başladım.
Kütüphaneme göz attım. Mevlana’nın kırmızı ciltli bir “Mesnevî”si gözüme
çarptı. Bir gönül erbabına kendi mazimden bir hediye takdim etmek gayet uygun
bir davranış olacaktı. Acaba misafirliğin hatırası olarak, Mesnevî’nin ilk sayfasına
birkaç cümle karalamamı ister miydi? İsterse ne karalardım? Anlık bir istek
karşısında bocalamaktan doğal bir şey olamazdı elbette… Ama hediye olarak
takdim edilen böyle bir esere, yıllar sonraya taşınacak ufak bir hatıra nasıl
iliştirilirdi? Evvelden bir tâlim olması için beyaz kağıdı ve kalemi önüme
koyup düşünmeye başladım. Bir müddet sonra şuurumun hüneriyle kafiyesini;
parmaklarımın kıpırtılarıyla ise hecesini ve durağını belirlediğim şu iki dize
önümde duruyordu:
“Tefrîkiyle malûmdur, hezâran can ve suret,
Vuslat içredir vuslat, hasret içredir
hasret…”
Vakit sabaha yakındı. Gözlerimdeki yangınla daha fazla
baş edemedim. Oturduğum yerde yeniden başımı ellerimin arasına alarak yağmurun
sesini dinleye dinleye gözlerimi beş – on dakika dinlendirmek istedim. Ne zaman
uyuduğumu hatırlamıyorum. Uykumdan pek garip bir rüyanın hayretiyle uyandığımda
yağmur hafiflemiş, gecenin karanlığı yerini tüllü ve şeffaf bir gölgeye
bırakmıştı. Hayret ettiğim yalnızca rüyam değildi üstelik...
Rüyamda, beyaz badanalı daracık bir holde ayakta
duruyor, holün açıldığı salonda çaresizce yatan ve bir anda durumunun ağırlaştığını
hissettiğim yarı baygın hastayı görmeden, her nefesinde kesik kesik cümlelerle
tekrarlanan sayıklamalarını dinliyorum. Karşımda duran ufacık kapının ardında
ise her şeyin üst üste istif edildiği dağınık bir odanın bulunduğunu hissediyor
ve bu odanın pencerelerinin baktığı sokakta oynayan çocukların çığlıklarını duyuyorum.
Başımı çeviriyorum. Sol tarafımda incecik, yeşil bir plastikten mamûl çerçevesiyle
eski berber dükkanlarında bulunan aynalara benzeyen ufak bir ayna. Sağ tarafımda
ise bu ufak aynanın tam karşısına asılmış olan ahşap çerçeveli büyükçe bir
başka ayna daha… Bu aynanın üst köşesine salonda yatan hastanın gençliğinde çekildiği
vesikalık bir fotoğraf iliştirilmiş. Plastik çerçeveli ufak aynaya bakıyorum.
Aynanın içinde, sakalları uzamış, saçları dağılmış solgun çehremin ardında
ahşap çerçeveli büyük ayna ve onun bir köşesinde de o malûm vesikalık fotoğraf…
Sonra bir daha aynı yansıma... Bir daha... Bir daha...
Tıpkı içerideki hastanın bu âlemin hudutlarını zorlayan sayıklamalarındaki
tekrarlar gibi uzadıkça tahayyül kudretini zorlayan bir silsile.
Gözlerim bu yansımaların iç içe geçmiş esrarına ürkek
bir çocuk gibi bakarken, aynanın içinden, dudaklarım kıpırdamasa da kendi
sesimden hatırlayabildiğim kadarıyla duyduğum şu cümlelerle irkiliyorum:
“İnsan uzun uzun bakarsa eğer bu aynaların içinde
kendisini yitirmeye dair şiddetli bir hiçliğin arzusunu duyabilir. Kendisinin,
dünyanın ilk var olduğu andan bugüne, binlerce yıldır süregelen tekrarlardan
ibaret ufak bir mesele olduğunu duyumsayabilir. Eski, rutubet kokulu evlerden,
geniş ve bahçeli evlere; oradan, zamanın kuytularında sızlayan başının şifasını tuzlu gözyaşlarında arayacağı merhamet kapılarına ve bir yanılsamanın içinden,
şakaklarını ve sakallarını beyazlatan bir hakikate savrulabilir. Sonra oradan
oraya savrularak bîtap düşen bu insanın başını alırlar, serin yastıklarda
avuturlar... Derisini delen iğneleri, acıyla dönen gözlerini, cinnete varan
yılgınlığını, çatallanan sesini, kasıklarında tomurcuklanan şehvetini,
kaburgalarının altındaki açlığını, kalbindeki kara noktaları görmezler de; onu sadece
yansımadan ibaret olduğu bir âleme götürürler. O âlemde iç içe geçmiş aynaların
ve yalnızlığının karşısına dikerler sonra. Binlerce yıllık yinelenen tekrar,
başka bir tekrara dönmek üzeredir. İlaç kokulu hastane koridorlarında yıpranmış
koltuklara gömülmüş ateşli gövdeler, hınca hınç çarşılar, dumanlı umutlarla
örtülenen ganyan bayileri, geveze kıraathaneler, meyhaneler, laubali cafeler,
güzel erkeklerin, güzel kadınların tiril tiril giyinip de, ağdalı parfüm kokularıyla
asansörlerini doldurdukları camlı ve lüks binalar, yağmurun hücum ettiği
karanlık sabahlarda kör yılanlar misali kıvrılan sokaklar, ılık bir etin başka
bir ete visâlinden doğan nemli hazzı, akşam vakti bir sofra etrafında
toplanmanın huzuru, bir düğün, bir cenaze, bir gece yarısının bilinmez hatıralarla örülmüş
sessizliği, bir insanın apaçık tebessümü
ve uhrevi bir hissin insanı saran tesellisi... Alalâde tekrarlardan başka bir
şey değildir tüm bunlar. Her şey karşılıklı duran iki aynanın içinden doğan yansımanın
yansımasına dönüşmüştür.”
Bu sözlerin ürpertisini yaşarken başımı çevirdim ve holün
açıldığı salonun kapı çerçevelerinde karanlık bir siluetin büyüdüğünü gördüm ve
korkuyla, yüksek bir yerden düşer gibi uyandım. Rüyamdan duyduğum hayret, başka
bir hayrete dönmüştü şimdi. Önümdeki kağıda takıldı gözlerim. Uyumadan evvel
iki satır olarak karaladığım şiire kendi el yazımla, aynı hece ölçüsü, aynı durak ve aynı kafiyesiyle iki satır daha
ne zaman ve nasıl eklemiştim? Meçhul...
Ama en sonunda bu rüya aleminde kendi “Kitâbe-i Seng-i
Mezârım”ı yazdığımı anlamıştım. İlk iki dizesini uyanık, son iki dizesini uyur
iken yazdığım bu dörtlüğün başına, ben öldükten sonra geride kalanlara
vasiyetim olması için büyük harflerle “Kitâbe-i Seng-i Mezârım” yazdım:
“Tefrîkiyle malûmdur hezârân can ve suret,
Vuslat içredir vuslat, hasret içredir
hasret,
Leyl ü nehâr sanılır, yaşanan âlem-i hâb,
Zulmette ziyâ gizli, kesrette ise vahdet.”*
Ocak / 2024
Bursa
*Farkıyla bilinir bin türlü can ve yüz,
vuslatın içinde bir başka vuslat daha vardır, hasretin içinde bir başka hasret
daha. Gece ve gündüz sanılır ama uyku ve rüya alemidir. Karanlıkta ışık
gizlidir, çoklukta ise teklik.