Demokrasi Üzerine Notlar - II
Kadim Bir Köprü
Derkenar
Bilir misiniz? Haldun Taner'in ilk öykü kitabının adı "Yaşasın Demokrasi"dir. İlk bakışta incecik, bir çırpıda okunan, öyle ahım şahım pek de ağır olmayan bir eser gibi gelir insana. İçindeki öyküler ise yakın tarihimizin bir panoramasını sunar. Hem güldürür, hem de düşündürür uzun uzun. Bir başladınız mı elinizden de kolay kolay bırakamazsınız üstelik. Demokrasi dedim mi aklıma gelen ilk eserlerdendir, bahsetmeden geçemem. Bu eseri bir kenara iliştirmeden başlamak yazık olurdu şimdi.
Demiştim, Demokrasi üzerine eni konu ilk düşünüşüm lise talebeliğime uzanır. Öyleyse onu ilk idrâkim ne zamandı peki? Aslında bu meselede kesin bir zamana işaret etmek zor benim için. Pratik olarak sandık başına gittiğim ilk seçim, teorik olarak ise altını çizdiğim satırlardan müteşekkil yolda demokrasiye rastladıktan sonra bugün bile devam eden bir süreç belki.
Demokrasi Üzerine Notlar - I'de demokrasiyi, Devlet ve Siyaset kavramlarının ayaklarını teşkil ettiği, sosyal ve siyasal hayatı birbirine bağlayan bir köprüye benzetmiştim, hatırlarsınız. O yazımda bu iki ayağı konuşup, bir köprü olarak addettiğim demokrasiye bir giriş minvalinde, onun kökeninden Liberal Demokrasiden, Sosyal Demokrasi ve Sosyalizmden bahsetmek için ise bu yazıma söz vermiştim.
Elbette demokrasiyi bir köprüye benzetişim yalnızca bir teşbihten ibaret değildi benim. Az önce dediğim, demokrasinin benim için bugün bile devam eden bir süreç olduğuna dair ufak bir ipucu vermek istemiştim. Çünkü bir köprünün üzerinde iki yaka arasında gidip gelen devinim, aslında demokrasinin çağlara göre yorumlanıp gelişmesinin bir yansıması gibi geliyor bana. Kimi zaman devinimi çoğalan, kimi zaman ise kimileri tarafından terk edilen bu köprünün sosyal ve siyasal ilişkilerin arasındaki bir vasıta olduğu malumken, terk edildiğinde neler olabileceğine ise tarih şahit. Şimdi bu şahitliklere ışık tutmak için değil ama bu kadim köprünün kökeni için tarihe hep beraber bir bakalım.
-Yunan Düşüncesinde Demokrasi
Demokrasinin kökeni mevzubahis olduğunda, Yunan düşüncesinin içine dahil edilmediği bir tartışmaya rastladınız mı? Demokrasinin kökeni daimî bir alışkanlık olarak sanıyorum ki dünyanın her yerinde Yunan düşüncesi ile birlikte ele alınmaya başlanır ve sonra tarihsel süreçte, geçirdiği aşamalarla birlikte günümüz dünyasının demokrasi anlayışıyla yorumlanır. Bu doğal bir tutumdur aslında. Keza Yunan düşüncesi demokrasi kavramıyla oldukça içli dışlıdır.
Yunan medeniyeti, bireyi, herhangi bir tanrısallıkla ele almaz. Birey bu düşünceye göre bağımsız ve aklı olan bir varlıktır. Bu sebeple bireyin içinde bulunduğu sosyo-politik ortam da tanrısallıkla ilişkili değildir. Belki de tam da bu noktada Yunan düşüncesindeki Demokrasi anlayışı, bu konu hakkındaki tüm tartışmalarının çıkış noktasını oluşturur. Aslında bakarsak eski Yunan düşüncesinin demokrasi uygulaması günümüz dünyasından epey farklıdır. Ama sosyo-politik yapısında bireye atfettiği bağımsızlık ve akıl oldukça mühimdir.
Yunan düşüncesindeki demokrasi kavramının ortaya çıkış noktası Atina demokrasisinin uygulamalarıdır diyebiliriz. Yunan düşüncesinde Polis kavramı aslında, şehri yahut şehir devletini ifade ederken, sosyo-politik bir anlayışa da işaret eder. Nitekim Politika ibaresi de etimolojik olarak Polis ile ilişkilidir. Bu hususta şunu da gayet ironik olmasından dolayı belirtmeden geçemem, dilimizdeki Siyaset kelimesinin, Arapça'da at bakıcısı anlamına gelen Siyasa -seyis- kelimesinden türemesi oldukça ilginçtir.
Yunan medeniyetinin sosyo-politik anlayışında yirmi yaşını bitiren her genç erkek Atina vatandaşı olarak -Eklesia -Kilise kelimesinin de etimolojik olarak topluluğu ifade etmesi açısından bu ibareyle ilişkisi vardır- denilen şehir meclislerinin kendiliğinden bir üyesi oluyordu. Atina vatandaşları Oligarklar ve Demokratlar olarak iki zümreye ayrılmışlardı. Ama bu zümrelerin içinde de Hetoireiai adında tiyatroculardan, askerlerden ve işçilerden müteşekkil oluşumlar vardı. Bu manzaradan da anlayacağımız üzere Atina yönetim olarak çok sesliliğe ve demokrasiye açık bir sosyo-politik yapıya sahipti.
Atina demokrasisinin yönetme gücü aslında Bule ve Eklesia tarafından uygun görülen on generaldeydi. Bu kişilere Strategoi adı verilir ve seçimle göreve atanırlardı. Görevleri en başta ordu ve donanmayı yönetmek olsa da zamanla sivil yönetimde de söz sahibi olmuşlar ve Atina'nın Devlet Başkanı sayılabilecek bir noktaya gelmişlerdir.
Aslında Yunan medeniyetinde demokrasiye benzer bir düşünce kendisini ilk kez M.Ö. 700'lerde Hesiodos ile gösterir. Hesiodos aristokrasinin yargılarına karşı çıkmış, çalışmayı yüceltmiş ve eşitliği savunmuştur. Yine M.Ö. 490 - 420 tarihleri arasında yazılan Heredot Tarihi'nde yer alan, İran tahtına haksızca ortak çıkan Mag'ları öldüren yedi Pers soylusunun yönetim tartışmaları, bu metni demokrasi konusunda yazılan ilk tartışma olarak ele almamıza olanak sağlar. Heredot tarihinden sonra ise demokrasinin tartışıldığı bir diğer eser Atinalıların Anayasası denilen küçük bir kitapçıktır ki, bu kitapçık aslında günümüze Ksenophon'un eserleri arasında gelmiştir. Ancak bu metnin yazarı Ksenophon değil, Yaşlı Oligark da denilen Pseudo'dur. Atinalıların Anayasası, uygulanan demokrasinin iyileri, yani asilleri ve oligarkları değil, kötüleri yani sıradan halkı iktidara getirdiği için eleştirir. Çünkü ona göre bu demokrasi uygulaması halkın yararınadır. Yine Thukidides'in tarihinin ikinci cildinde yer alan Perikles'in Cenaze Töreni Söylevi Atina demokrasisi üzerine yazılmış bir diğer metindir.
Yunan düşüncesindeki Sofizm ise yüksek ve soylu sınıf üyelerinin aldığı eğitimi eşit haklarla halka taşıması bakımından Yunan aydınlanmasının başlangıcını teşkil etmektedir. Sofizm demokratik bir bilinçle ortaya çıkmış ve cevabını aradıkları başarılı yurttaşlık problemiyle Yunan düşüncesinin sosyo-politik anlayışına katkıda bulunmuşlardır. Sofistlerin en büyük temsilcisi Protogoras'a göre kişinin varlığı ancak topluma bağlıydı ve kişi toplumdan ayrı düşünülemezdi.
Sofistlerden sonra ise Yunan düşüncesinde demokrasinin destekçisi olanlar kadar bunu zararlı bulanlar da vardı ki, Sokrat'ın bir demokrasi düşmanı olduğunu biliyoruz. Ama Sokrat yalnızca demokrasiye düşman değildi. Ona göre toplumun yönetimi için demokrasi ne kadar zararlıysa, aristokratların da yönetimde söz sahibi olması o kadar zararlıydı. Sokrat'a göre toplumları ancak erdemliler ve bilginler yönetmeliydi. Tıpkı Sokrat gibi düşünen bir diğer isim ise Platon'du. Platon'a göre de toplumu bilgeler yönetmeli ve geri kalan her zümre bilginlere itaat etmeliydi.
Platon'un öğrencisi olan ve bu konuda da onun tesiri altında kalan Aristo'ya göre ise toplum için en uygun yönetim biçiminin monarşi olduğu mutlaktı. Ona göre monarşi bozulursa tiranlık; aristokrasi bozulursa oligarşi; politeia, yani çoğunluğun yasalarla kurduğu yönetim bozulursa Demokrasi ortaya çıkardı.
Ama tüm ismi geçen düşünürlerden önce yaşamış Demokrit ise bireylerin ihtiyaçlarının karşılanması için yapılan eylemlere eşitlikçi ve demokratik bir bakış açısı getirdi. Tüm bunların yanı sıra günümüzün demokrasi anlayışına en yakın bakış açısı yine Epikür'ün materyalist felsefesiydi. Epikür insanların toplum içinde yaşamalarının gerekliliklerini kendi çıkarlarına dayandırmış ve bir sözleşme teorisi ortaya koymuştu. Epikür'e göre toplum için kanun elzemdi.
Yunan düşünce anlayışı, önce İskender İmparatorluğu, sonra Roma içinde erirken, yeni bir ekol olarak ortaya çıkan Stoizm, bireyin kendisine yönelen ilk ekol olması sebebiyle mühimdir. Stoizm göre bütün insanlar önce insan olma hakkına yani Concordia'ya -ilerleyen dönemlerde Humanitas- sahip olarak mutlak şekilde eşittiler. Bu dönemde Hristiyanlığın doğuyor oluşu ve imparatorlukların yerlerini feodaliteye bıraktıklarını da unutmamak gerek.*
*Bu bölümü Ahmet Cevizci'nin meşhur Felsefe Tarihi adlı eserinden aklımda kalanlarla yazdım diyebilirim. Meraklısı için bu esere göz atmak oldukça faydalı olabilir.
-Liberal Demokrasi
Hristiyanlık özellikle Romalı köleler ve alt tabaka arasında süratle yayıldı ve dünya üzerinde sağlanamamış eşitliğin Tanrı katında sağlanması adına yeni bir umut oldu. Roma İmparatorluğunun 324 senesinde Katolik kilisesini devletin bir parçası sayması, Doğu ve Batı'da feodalitenin güçlenmesi, zayıf imparatorlukların kilisenin desteğini sağlamaya çalışması ve kilisenin zamanla Aziz Augustine'in yayılan düşünceleriyle imparatorluklardan daha güçlü bir hale gelmesi o dönemin iklimini anlamak için yeter. Bu döneme müteakip Batı'da asırlar süren sessizliğin ardından 1215 yılındaki Magna Carta ise özgürlüklerin ilk belgesi olarak feodalizmin haklarının teminatından başka bir şey değildi.
1384 yılında ise Wyclif'in halkın, halk tarafından, halk için yönetimini vurgulayarak başlayan İncil çevirisi, Demokrasi kavramının ilk tezahürü açısından oldukça ilginçtir. Johannes Hus bu fikri Tanrı'nın Yeni Halkı adıyla Bohemya'ya taşır ve Avrupa'da bu yeni akıma bir tepki olarak ise Mutlakiyetçilik doğar. Mutlakiyetçilik Fransa'da Calvanizm olarak vücut bulur.
Gelişen savaş teknikleriyle feodalite gerilemeye başlar, merkez otoritesi güçlenir ve derebeylik düzeni süratle çöküşe sürüklenir. Fransa'da kral, İngiltere'de ise parlemento yükselişe geçer. İngiltere'de Puritanist Devrim ise din ve devlet ilişkileri açısından oldukça ilginçtir.
Bu noktada Rönesans düşüncesinin de detaylarına girmeden yalnızca insana yeni bir ehemmiyet ve toplumdan ziyade yalnızca birey olarak bir hak ve dokunulmazlık -humanitas- atfetmesiyle, Grotius'un De Jure Paris et Belli adlı hukuk teorisinin temellerini ihtiva eden eserinin arasındaki tesiri de göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum.
Mutlakiyetçi kralların feodaliteye karşı güçlendiği dönemde yazan Thomas Hobbes, mutlakiyetçiliği, eşitlikten huzursuzluk doğar düşüncesiyle savunuyor, monarşik devlet iktidarının sınırlarını ilâhi ve doğal sınır olarak belirliyordu. John Locke ise doğal hukuka dayanan demokrasi geleneğini savunuyor ve Yönetim Hakkında İkinci Deneme adlı eseriyle bireycilikle doğal hukuku sentezliyordu. Adam Smith'in meşhur liberal ekonomi sisteminin Locke'den esinlendiği malumdur. Bu dönemde yönetimlerdeki kuvvetlerin ayrımı ve dengelenmesi prensibine verilen önem bir diğer ilginç husustur.
Demokrasi kelimesinin belirleyici bir kavram olarak kullanılması 1784 - 1787 arasındaki Hollanda Devrim'inde ve 1789 - 1791 yıllarındaki Belçika Devrim'inde olmuştur diyebiliriz. Amsterdam'da 1795 yılında Democraten adlı bir gazetenin çıkması hiç şüphesiz tesadüf değildi.
Fransız Devrimi'ne geçmeden önce J.J. Rousseau'dan bahsetmemek olmaz elbette. Rousseau toplum sözleşmesi kavramına mükemmel bir biçim verirken, Fransız Devrimi'nin öncüleri olan Jacobenlerin de benimseyeceği otoriter demokrasi anlayışının öncüsü olacaktı. Rousseau'ya göre birey varlığını ve gücünü toplumun buyruğuna vermeli ve bütünün bölünmez bir parçası olmalıydı.*
*J.J Rousseau, "Toplum Sözleşmesi", Çev. Vedat Günyol, Can Yayınları, İstanbul, 1966.
-Fransız Devrimi
Takdir edersiniz ki, insanlık tarihinin en mühim olaylarından biri Fransız Devrimidir. Nasıl olmasın ki? On altıncı yüzyıldan, on yedinci yüzyıla felsefî temellerini tamamlamış, on sekizinci yüzyılda ise vuku bulmuş bir devrimin getirileri dünya siyaset tarihini baştan başa değiştirmiştir. Çünkü Fransız devrimiyle burjuvazi, mutlakiyetçi kraldan ve aristokrasiden iktidarı zorla almış, feodalite yıkılmıştır.
Fransa'da ise 1789 yılının Mayıs ayında başlayan soylu, ruhban, ve burjuvanın çatışması, Haziran 1789'da kralın ruhban ve soylulara Halk Meclisine katılmalarına yönelik yaptığı çağrıyla son bulmuş ama aynı yılın Temmuz ayında Halk Meclisi kendisini kurucu meclis olarak ilan edince Bastil 14 Temmuz'da yıkılmıştır. Fransız Devrimine dair en ilginç noktalardan biri, devrimin yıldönümü olarak 14 Temmuz gününün alınmasıdır. Oysa Etajenaro'nun toplandığı gün olan 5 Mayıs; kralın ruhban ve soylulara Halk meclisine katılmalarını söyledigi 27 Haziran ya da İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinin imzalandığı 26 Ağustos tarihi devrimin yıldönümü olarak alınabilirdi. 14 Temmuz gününün tercih edilmesinin altında yatan sebep eski düzenin yıkılması ve hür düşüncenin zaferidir.
Fransa'da kurucu meclis 26 Ağustos günü İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisini imzaladı. Evrensel bir bildiri olan bu metin, prensiplerinin somut uygulamalarına dair yöntemlerden ziyade haksızlık ve eşitsizliği tüm siyasal kötülüklerin kaynağı addeden soyut ve teorik bir hak bildirgesiydi. O dönemde Amerikan ve Fransız bildirilerinin İngiliz bildirilerinden en önemli farkı soyut olmalarıydı. İngiliz bildirileri kral ve aristokrasinin yetkilerini parlamentonun faydası için sınırlar ve parlementoya geniş yetkiler tanırken, Amerikan ve Fransız bildirileri yasamanın da dokunamayacağı hürriyet ve haklar olduğunu savunuyorlardı. Burjuva devletinin özgürlük anlayışı bu bildirilerde saklıydı. Fransız Devrimi'nden sonraki iki aşamalı Jakoben ihtilali ise yine oldukça mühim bir meseledir.
Jakobenlerin kökeni için ise Fransız Devrimi'nden önce Paris'te kurulan Anayasa Dostları Derneği'ne bakmak gerekir. Kendilerine merkez olarak bir Jakoben manastırı belirlemelerinden dolayı isimleri de oradan gelmektedir. Paris dışında da şubeleri olan bu derneğin kurucuları ise Marat, Danton ve Robespierre'dir. Fransız Devrimi'ni yapan kadronun zihin dünyasına farklı bir bakış açısıyla yaklaşan bir eserden bahsetmeden geçmek yazık olur diye düşünüyorum. François Hartog'un Eskiler Modernler ve Yabanıllar adlı eseri Fransız Devrimi'nin zihin yapısını anlatan müthiş bir eserdir. Ekonomik burjuva çıkarlarının sürdürülmesi, cumhuriyetin korunması Jakoben ihtilalini tetikleyen unsurlar olmakla beraber mutlak monarşiye karşı halk egemenliği de Jakobenlerin amaçlarından biridir. Jakobenlere göre insan doğuştan iyidir ama onu bozan toplumdur. Bu noktada Jakobenler dayanışmayı geliştirmek için devletin zorbalığa başvurmasını meşru bularak sınırlı bir demokrasiyi savunurlar. Çünkü bu yolla gerçek demokrasi tesis edilebilir ve suistimal edilmekten kurtulabilir.
Robespierre'den sonra Napolyon Papa'nın elinden 1804 yılında imparatorluk tacını giydikten sonra girdiği her yere milliyetçilik tohumu ekmeye başlamış çok zaman geçmeden Avrupa'nın hemen hemen her yerinde liberalizm ve milliyetçilik yükselmeye başlamıştı.*
*Paul Louis, "Fransız Sosyalizmi Tarihi", Çev. Şerif Hulusi, Dördüncü Yayınevi, Istanbul, 1966.
-Sosyalizm ve Sosyal Demokrasi
Aslında Sosyalizm kendi tarihi boyunca daima üç safhada ele alınır. Marks öncesi sosyalist düşünceyi hazırlayan etmenlerle; Marks'ın yaşadığı dönemde ve Marks sonraki fraksiyonlarıyla. Aslında Sosyalist düşüncenin kökeni -eğer teferruatlara eğilmemiz gerekirse- Platon'a kadar uzanabilir. Platon'un Devlet eserinde ortaya koyduğu kollektivist tutum onu ilk ütopik sosyalist olarak tanımlamamıza olanak sağlar.
1516'da Thomas Moore'un Ütopia eseri yine kollektivist bir tutuma sahip olarak Marks tarafından kendinden önceki toplumcu düşünürlerin tanımlanmasında ilham olmuş, Marks kendinden önce sosyalist düşünceye yakın her düşünür için Ütopist sıfatını kullanmıştır.
On sekizinci yüzyılın ekonomik gelişmeleri ve bu seyirde ilerleyen düşünce iklimi yeni bir siyasal akım doğurdu. Adına Kapitalist Demokrasi denilen bu akımın da problemleri olduğu çok zaman geçmeden ortaya çıkacaktı. Yeteri kadar tesis edilememiş toplumsal adalet ve güven 1848 devrimini doğurdu.
Biliyoruz, Batı düşünce tarihinin ondokuzuncu yüzyılına damga vuran isim hiç şüphesiz ki Karl Marks'tır. Felsefe, Sosyoloji, Tarih, Siyaset ve İktisat alanlarında katkılar sunan Marks, burjuva toplumu üzerine yaptığı tespit ve tahliller ve getirdiği tarih anlayışıyla oldukça önemli bir yere sahiptir.
Marks'ın tarih anlayışı Manifesto'nun da giriş cümlesidir. Hatırlayalım: "Günümüze kadar toplumların tüm tarihi, sınıf kavgasından ibarettir." Bu kavganın dinamizmi ekonomi; ekonominin dinamizmi ise teknolojidir. Marks'ın düşüncesine göre siyasal ve kültürel gibi üst yapıyı teşkil eden ilişkiler, ekonomik ilişkilere göre şekillenirler.
Karl Marks insanlık tarihini belirli aşamalara bölerken, aynı zamanda onun diyalektik bir gelişim gösterdiğini savunmaktadır.* Marks, felsefesinde, Demokrit ve Fenerbachtan materyalizmi; Hegel'den ise diyalektiği almış ve bu iki kavramı sentezleyerek Diyalektik Materyalizmi oluşturmuştur.
Jakobenlerin görüşlerinden de etkilenen Marks, 1844 yılında Engels ile Paris'te buluştuktan sonra liberal refomculuğu bırakmış ve ihtilalci bir anlayışa evrilmiştir. Marks'ın Proletarya Diktatörlüğü teorisi, Jakobenlerin kaos dönemi ve sınırlı demokrasi anlayışıyla örtüşmektedir. Marks'a göre özünde iyi olan insanı bireycilikten beslenen kapitalizm bozar.
Demokrasiyi liberalizmin dışında yorumlayan Marks, özgürlük düşüncesini ekonomik özgürlükle tanımlar. Ayrıca onun için çatışma ve uyum adında iki çeşit toplum biçimi vardır. Çatışma toplumunu demokrasinin beslendiği bir yer olarak kabul eder. Uyum toplumu ise Marks için gerçek demokrasinin hüküm sürdüğü yerdir.
Sosyal demokrasi ilk izlerini 1848 Anayasası'ndaki Sosyal Devlet anlayışı üzerine imar etmiştir. Liberal demokrasinin savunduğu özgürlükler, Sosyal demokrasi için bir hak hukuk meselesinden öteye geçmekte, devletin sağlamaya zorunlu olduğu şartlar haline gelmektedir. Sosyal demokrasiye göre servetin belli ellerde olması gelir eşitsizliği, işsizlik vb. sosyal sorunlara yol açacak bu da demokrasi kavramını tehlikeye atacaktır.
Sosyal demokrasinin de gelişimi üç aşamada incelenebilir diye düşünüyorum. İngiliz, Alman ve Fransız düşünürlerin katkıları sosyal demokrasinin ilk hatlarını çizmiş, İngiliz ve Almanya'da İşçi Partileri kurulmuş daha sonraları Marks'ın görüşleriyle ihtilafa düşen bu partiler, kendi içlerindeki farklı seslerle sosyal demokrasinin ana hatlarını çizmişlerdir.
Bu süreçte Londra'da filizlenen Demokratik Sosyalizm ise İngiltere'ye has bir sosyalizm türü öneriyordu. Özellikle R. H. Tawney'in Kazanılan Toplum adlı eseri, İngiliz sosyalizminin en önemli eseridir. İngiliz sosyalizminde Methodist kilise etkisi ise ilginç bir meseledir.
Lafı fazla mı uzattım? Çepeçevre birkaç satırda anlatayım derken, laf lafı açtı farkındayım. Türk Demokrasisi'nden de en azından girizgah mahiyetinde bir parça bahsedecektim oysa.
Bir sonraki yazıma diyelim mi?
*Türkçe'de Marksist ölçülerle yazılmış en kıymetli eserlerden biri hiç şüphesiz Alaaddin Şenel'in İnsanlık Tarihi'dir. Bu eserde insanlık tarihi aşama aşama diyalektik bir gelişim çerçevesinde ele alınır.
Nisan - Mayıs / 2025
Bursa